UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Çobanın El Kitabı (Çadır 10)

27 Eyl 2013
Mehmet Sürücü

Öndeyiş

Halk arasında farklı adlarda, değişik kapsamlı çoban el kitaplarının varlığı, orman, dere, su kaynağı kılavuzlarının çeşitli zamanlarda kullanıldığı bilinir. Bunların içerisinde en önemlileri (bir o kadar da kimsenin görmediği), Mamutoto Başe’nin Her Zaman İçin Tabiattan Yararlanma, daha yakın zamanlardan, Aliloto Başe’nin, Ol Devran, El Mekan adlı elyazması ve Kurto Fiso’nun, ince ama kapsamlı; Onunla Muharebe Değil, Muhabere adlı eserlerdir. Biz bu derlemeyi hazırlarken adı anılan üç eseri de bulamadık doğal olarak. Bunun yanında, kitaplar geniş bir söylence yelpazesinin içerisinde, halkın dilinde yerini almış olduğundan, bir kısım bilgileri bu yolla derledik. Günümüz diline uyarlanıp, güncelleştirilmesi gereken bölümlerin üzerinde aylarca çalıştıktan sonra, Çobanın El Kitabı adlı, bu sade, savsız kitapçığı hazırladık.

Değnek

Çobanın elindeki değnek; sürünün, o büyük orkestranın tüm uyumunu, amellerini kontrol eder. Çobanın elindeki değnek, hafifçe boş bir ağaç kütüğüne vurduğunda, Paldımkıran bayırından tırmanan sürü, yanlayarak, Bedesten patikasına sapar, birkaç kez arka arkaya, sert bir meşe kabuğuna inip, ardı ardına kabuktan tok sesler çıktığında da, Sarıyarlara, Sarıyarlara demededir. Değnektir, günün vaktini o bilir, havanın rüzgarını, yağmurunu, karını, kışını. Mantarın, otun zehirlisini, pusudaki kurnaz çakalı, acımasız kurdu. Suyun en içimi hoşunu, gölgenin koyusunu, hangi ağacın uykuda hangi rüyaları verdiğini de o bilir. Değnek hepsidir, sürüdür.

Yeri gelir, sıradan bir fındık, bir alaca, bir söğüt dalı da değnek olur. Makam üstlenir. Bunun dışında, değneklerin sıradan, günlük kullanımları vardır. Kabuğu belirli şekillerde soyulan bir değneğin üzerindeki işaretler, bir başka çobana bırakılmış mektup, bir mesaj olarak kullanılabilir. Bunlar basit bir çakıyla, kabuğun farklı desenlerde soyulması şeklinde olacağı gibi, değneğin çeşitli uzunluktaki parçalara ayrılması ile de bir anlatım dili oluşturulur. Değnekle ifade sanatının ustalarından Kuryak Efendi’nin, üç orta boy söğüt değneğine, sayfalar dolusu bir kitaba eş mesaj nakşettiği rivayet edilir.

Böylesi kadim bir mesleğin sırtlayıcıları, çobanlar, bazen de birbirlerine, saygının, değer vermenin bir ifadesi olarak, senelerce yoldaşlık ettikleri değneklerini hediye ederler. Bu hediye elden teslim şeklinde değil de, otlaklarda, meralarda, ormanda, bayırda belirli nesnelerle(üst üste yığılmış çakıl, taş parçaları, çeşitli hayvan kemikleri, keçi bokları, boynuz parçalarıyla) oluşturulmuş, şifrelenmiş bir yolla değneğin saklandığı yer anlatılarak, bulunması sağlanır. Bazen bir şehirlerarası otobüsle, göz alabildiğince bozkırda, bir tarlanın kıyısında, ortasında üst üste dizilmiş taşlar görürüz. Bakar bakar da bir anlam veremeyiz. İşte bu taşlar sözünü ettiğimiz nedenlerle dizilmişlerdir.

Değnek genelde sülale içerisinde en ehil genç çobana devredilir. Değnek kırma çobanlıkta yaygın değildir. Birkaç örneği dışında pek rastlanmaz. Yaşlı çobanlardan Abalı Fiso’nun, bir gün içerisinde, beş kez farklı yerlerde sürüsüne yıldırım, düşüp, hayvanlarının telef olması sonucunda, içinden ayıp şeyler mırıldanıp (küfür ettiği ima edilir), öfkeyle yukarılara yumruklar sallarken, kenarda gamsız gamsız şekilde otlayan sağır eşeğinin, önünden sıçrayan kurbağadan ürküp, yardan aşağıya uçması sonrasında, değneğini son kez öfkeyle havaya kaldırıp, dizinde kırdığı, bir daha da ne davar ne koyun hiçbirine yaklaşmadığı, et yemeyi bırakıp, süt ve yoğurdun adını duyduğunda bile midesinin bulandığı söylenir. Gerisi birkaç önemsiz, muhtelif cahillik olarak nitelenir.

Uzun zaman değneklik yapıp, yorulanlar, bıkanlar, kendi istekleriyle emekliye ayrılabilir. Böyle durumlarda değnek, isteğe göre ormanda bir yere götürülüp, ağaç yaşamına geri bırakılır. İşinin ehli çobanların, ufak bir düzlükte, ıslığı yaz kış hiç kesilmeyen bir korulukta, gönül eliyle toprağa gömdüğü kupkuru değneğin, birkaç ay sonra taze bir fidan olarak topraktan sürmesi alışılmış, bilinen bir şeydir. Bu şeklide büyüyüp, gölgesinde yine sürüler barındıranlar vardır. Hatta ve hatta sürü daha çok bu tür yaşlı, değnekten bilge ağaç gölgelerini tercih eder.

Azık Torbası

Azık torbası, dipsiz bir ambardır. En kıt zamanda, bir yerinden birkaç zeytin, biraz ekmek, yarım acı soğan çıkarıverir. Namlı, çobanların pirleri olarak bilinen kişilerin kendileri kadar ünlü azık torbaları vardır. Ne zaman yaşamış olduğu muhtelif rivayetlerle kesin olarak bilinemeyen Mamutoto Başe’nin çiftli razboyda[1] dokunmuş torbası Halilibrahim’in, muşmula kazığında, ağır davulga korunda pişmiş, yarım oğlak çevirmesini, çemberli çerebeden çıkmış, koldolaması bir tepsi ekmeği, iki sepet domatesi, bir o kadar da soğanı, salatalığı, patatesi, biberi, patlıcanı, küçük bir lor tulumunu alıp, üzerine, iki çömlek keçi yoğurdu, bir peşkir zeytin, bir düzine kaynamış yumurta konulduğunda dahi içinde boş yer kaldığı anlatılır. Bunların kat be kat daha fazlasını aldığının iddia edildiği beyanlarla da karşılaştık. Ama ortasını bulmak gerek diye düşünerek temkinli davrandık. Ne de olsa bu tilkinin kuyruğunun uzunluğu her daim müphemdi.

Yine, çobanlardan en namlılarından biri olan Kuryak Efendi’nin azık torbasına düşen bir oğlağın (kimine göre keçiydi, kimine göre koca bir teke), bir ayda torbanın çıkışını bulamayıp, içinde avare avare dolaştıktan sonra, bir öğle vakti, sanki hiç bir şey olmamış gibi fırlayıp, meleyerek anasının süt taşan memelerine yapıştığının yemin billahlı ifadeleri konuşulur.

Toparlayacak olursak, çoban taifesi pek fazla kutsal şeylere itibar etmez. Nedeni konusu bu sade, savsız kitapçığı aşar, ama bilinen bir şey var ki, dile getirmeden geçmemek gerek; Azık torbası, bunca şeyin içerisinde, en çok ululanan, en özel yere sahip bir şeydir.

Kepenek

Eskilerin namlı çobanları kepenkleriyle anılırlar. Kepeneklerinin hünerleri, marifetleri zamanında Kapıdağı’nı dolanmış da, Gönen ovasına, Karadağ ormanlarına, Balya’nın, Dursunbey’in dağ köylerine ulaşıp, konuşulur olmuştur. Erdi Dede’nin kendisinin pek acemi, toy olduğunu, bunun yanında tüm alamet-i hünerin sihirli kepeneğinde olduğu söylenir. Zaman zaman diğer çobanlar, dede’yi uyur yakalarlarsa, sırtlarından kepeneklerini çıkarıp, kepeneğinin eteklerine sürtüp, hüner ve marifet dilenirlermiş. Hatta bazen, Erdi Dede’nin, canı sıkılıp, ormana, meraya sürüyü götürmek istemediğinde, odun kesen tahtacılardan genç bir çocuğu ayartıp, sırtına abayı attığı, atar atmaz da gencin çoban uleması kesilip, kırk yıllık çoban gibi sürüyü Heyheyleyip, Tiktikleyip, Prısprıslayıp yayladığı, dudakları büzüşüp osuruktan bir ıslık çalamazken, tepeler ötedeki çobanlarla haberleştiklerine şahit olunmuş. Yeri geldiği için küçük bir not eklemem gerek, Kaytan Aliko’nun, Eğridere vadilerinde sürünün pişinde koşarken, derede ter su içinde çamaşır yıkarken gördüğü (bir anlatıma göre kadın çıplakmış, birine göre eteği yukarılara sıvalı, üstü başı ıslak, tüm elbisesi … bir halde) bir tahtacı kızı gördüğü, görür görmez gönlünü kaptırıp, Batsın bu çobanlık, Bana Düriye’den başka hiçbir şey lazım değil, deyip, aba kepeneği tuttuğu gibi ateşe attığı, “Abayı Yakmak” gibi bir deyimin bu olaydan sonra halkın diline eklendiği anlatılır.

Uzun Madrabaz’ın kepeneğinin Binbir Gece Masalları’ndaki uçan halılar gibi, ayaklarını yere bastırmadığı, hep onu yerden birkaç karış yukarıdan, istediği hızda uçurduğu, istediği zaman Asmalı’da, izbe, salaş bir meyhanede Avşa’nın kırmızı şaraplarından içtiği, istediğinde Dutlimanı’nda, deniz kıyısındaki hasır örülü bir aşevinde kiremitte palamut yediği bilinir, bilinir de, kimi zaman da, aynı anda hem Malya’da ekşi yabani elma ağacının tepesinde, en ekşisini yediği, hem Hakim’in çeşmesinde sürüsünü suladığı, hem de Kocaburgaz’ın ovada soğan çapaladığını gördüğünü diyenler vardır. Ama dediğim gibi, fazla yukarıdan uçmayıp, genellikle gerçeği fazla zorlamamak gerekir.

Kepenekle ilgili pek çok söylenceye rastladık. Tümünü buraya almak, bu kitapçığın amacını aşar. Bu yüzden şimdilik bu kadarıyla yetinelim.

Çan

Usta çoban, çanın sesinden hayvanların ne yaptığını anlar. Sürüde doksan çan varsa, hepsinin sesini birbirinden ayrıt eder. Hangi çanın hangi hayvan üzerinde olduğunu bilir. Çanın dil vuruşundan, sesinden, nerde ne yaptığını anlar. Ormanda, arazide hayvanlar otlarken bir tarafa kaçmaya yeltendiğinde ya da sürüden geri kaldıysa bunu çanının vuruşlarından anlar. Hayvanların boynuna çanlar huyuna göre takılır. Usta, yürüyüş temposunu ayarlayan adımcılara dolgun, sürünün her yanından duyulacak en düzgün çanlar takılır. Sürüdeki tüm kulaklar bu çanın sesini takip eder. Bu tür işaret çanlarının vuruşu sürünün yaptıklarının işaretidir. Yavaş yavaş, otlaya otlaya yürüdüklerinde sesi yürüyüş ritmine uygun ve düşük çıkar. Gölgede yatan, geviş getiren sürüden yayılan çan sesleriyle, yabani bir hayvandan ürküp kaçışan sürünün çan sesleri birbirinden çok farklıdır. Çoban bir süre sonra sürüdeki hayvanların huylarını öğrenir. Bunların içerisinde asi, hırçın, gezgin, yerinde duramayanları tespit edip, onların boyunlarına daha keskin, uyarıcı ses veren, daha büyük çanlar bağlar. Sakin, sorunsuz hayvanlara daha küçük çanlar takılır. Çanlar, çoban sürünün başında olmasa bile, seslerinin ulaşabildiği mesafelerden dahi sürünün yanındaymış gibi ne yaptıklarını bilmesini sağlar.

Koyaklar arasından gelen çan sesinden, başka bir çoban, sürünün kimin olduğunu, dönüş yolunda mı, yatalak mı olduğunu anlar. Büyükten küçüğe pek çok çan çeşitleri var. Burada önemle vurgulamamız gereken, çanın tınısının insan üzerindeki duygusal etkisi. Çan kadar, demirden, bakırdan dövülüp, pirinçten dökülüp, sanki ormanın, kırların, otlakların bir kekliği, bir bülbülü, bir ağustosböceği kadar doğal ve doğadan olabilen bir nesne yoktur. Dinleyene huzur verir.

Zamanın zaten yeterince dörtnala gittiğini, bu nedenle acele etmemek, koşmamak, aheste olmak, adımları seyreltmek gerektiğini anlatır. Vuruşları, derin sesi, anlattığı yaşamın temposu, örneğidir.

Islık

Neredeyse yaşam kadar çeşitlemesi var ıslığın. O, dudakların, dişlerin arasından çıkan havanın keskin sesi değil, bir duygunun, durumun ifadesidir. Bir fikir oluşturması bakımından, eski zamanlarda kullanılan, Bayırda ve Kırda Haberleşme Uygulamaları adlı küçük bir broşürden kısa bir alıntı ekliyorum aşağıya.

Diğer konularda olduğu gibi ıslıklarıyla anılan çobanların pirleri var. Çakır Muharrem’in dağdaki, ormandaki, derenin vadilerindeki sürüsünü, ağıldan, yattığı gölgeden idare ettiği, en taze, boy vermiş otlara, sanki yanlarındaymış gibi yönlendirdiği, pınarlardan, kaynaklardan suladığı, öğle vakti en koyu gölgede yatırdığı, kendine göre düzeneklerle kurdu çakalı kaçırıp, sürüden uzak tuttuğu (birkaç keçinin sırtına kendi terli, pis, sidikli elbiselerini bağlayıp, bu hayvanları sürünün kritik yerlerine, yanlara, uçlara koymak gibi) söylenir. Yine Abasız Mümün’in sürüyle konuştuğunu, dertleştiğini geçtik, bin bir makamlı ıslığıyla, diğer cümle hayvanlarla, kuş taifesiyle, kurt, çakal, domuz sülalesiyle, yerde gökte her çeşit canlıyla irtibatta olduğu da anlatılır. Ve dahi, Dilsiz Zela’nın, (kadın çobanların en namlısıdır) ağzının içerisine yerleştirdiği tahtadan oyma, taştan, çakıldan kırma düzeneklerle, ıslığın en ağdalısını çıkarmak bir yana, basbayağı konuştuğu, zamanla gevezeleştiği bilinir.

Kaval

Görünüşü sadedir kavalın. Ortası delik bir değneğe sıralanmış bir sürü delik. Bakar insan, pek de bir şeye benzetemez. Sanki kuru, cansız bir değnek parçası gibi durur. Ama, içine ehil bir soluk üflenmeye görsün, ondan, ney’in, flütün, yeri gelir, üflemeli çalgıların tümünden daha derin ezgiler dökülür. Çobanların kendileri yapar sıradan, pek de bir özelliği, mahareti olmayanlarını. Ama daha maharetli kavallar için, mutlaka her şeyde olduğu gibi, onu da ustasına yaptırmak gerek. En ustanın ustası Slepo Asan’mış. Körmüş. Küfe sarılı bir katırın geçebileceği darlıktaki sokakta yeri değişen ufacık çakıl taşını, soğan kabuğunu, duvara dayalı sabanı, pulluğu, iki gözü olup da görmeyenden önce fark edip neredeyse görürmüş. Seslerle ilgili özel maharetleri varmış. Ses ustasıymış. Senede bir kaval yaparmış. Bir deliğinin yerini belirlemesi, işaretleyip, kızgın bir mille delmesi bir aydan fazla sürermiş. Bu emek ve ustalık ürünü sihirli nesne, çobanların en büyük yardımcıları olurmuş. Çobanlar artık sürüye istedikleri her şeyi
yaptırabilirlermiş. Eski zamanlarda kaval çobanların dili, sesi, sürüyü müzikle çekip çevirme aracıymış.

Sonra, hani Gün ola, devran döne, denir ya, döner gerçekten zaman da, devran da. Bugün artık kaval sadece böyle kıyıda köşede kalmaya mahkum Çoban El Kitaplarında anılıp, tozlu tavan aralarında unutulup kalmıştır. Hiçbir çobanın elinde kaval yok artık. Daha modern, daha çağdaş zamanların çobanları, azık torbalarına konan koca koca radyolardan, pikaplardan, araba teyplerinden, mepeüç, mepedört çalarlara uzanan dolambaçlı evrimsel aşamalardan geçti. Bir örnek kişilik olduğu için, Pepe Pilot’u anlatmak, konuyu bütünüyle ifade etmeye yetecektir.

O, kaval ağır geldiği için, koca, diyotlu lambalı, Sierra marka radyoyu keçi kılı, kocaman bir torbaya zar zor sığdırarak kapıldı bu sevdaya. O tuzdan ağır, koca canavarı dağ bayır taşıdı senelerce. Beli bükülüp, kamburu çıkmaya başladı. Dağların tepelerinde, bir de deniz kıyısında cızırtıları çoğalıyordu radyonun. Diğer zamanlarda koca bir sessizlikti dilsiz kutu. Bu nedenle birkaç sene, ister istemez dağın kel tepesi ile, denizin kumsalında otlattı keçi sürüsünü. Epey telef oldu hayvanları. Aylarca düşündü, bir türlü buna mantıklı bir neden bulamadı. En son, kıskançlık dedi, nazar dedi, öyle idare etti. Sonra köy yerinde Pikap, dedikleri, gramafon denilen bir alet buldu. O da cüsse bakımından radyodan aşağı kalmasa da, hiç olmazsa her yerde çalınabiliyordu. Sürüsündeki keçiler, yavaş yavaş toparlanıp, semirmeye başlarken, sürü de çoğaldı. Ama gel gör ki, plak sayısı kısıtlıydı sonuçta. Mualla Mukadder, Safiye Ayla, Hamiyet, Deniz Kızı Eftalya, birkaç da eğri büğrü, çizik Zeki Müren, Hafız Burhan, Abdullah Yüce. Epi topu bunlar. Her birini yüzlerce kez çalmış, ezberlemişti. Gel gelelim yapacak bir şey yoktu. Bereket ardından Teyp’ler yetişti. Koca makaralı, billur sesli aletler. Bir bantta dünya şarkı. Dönsün dönsün çalsın. Böyle gitti bir zaman. Cennette yaşıyordu Pepe Pilot. Teyp denen dünya harikası, diğer radyolara, gramafona göre çok daha küçüktü. Bir süre sonra beli dikleşmeye, kamburu kaybolmaya başladı. Artık müziğin hikmeti mi, dağların şifası mı, gençleşmeye başladığı söylendi. Bu arada sürüsü iki katına oradan üç katına çıktı. Sebebi şuydu, müziğe, nağmelere dalıp, kendini, ortamı, her şeyi unutuyordu. Böyle olunca da sürü daha rahat otluyor, daha iyi doyuyordu. Ne de olsa, her şeyin başı sonu, karın tokluğundan geçmiyor mu? Bir vakit sonra daha da iyiye gitti işler. Daha küçük, daha kullanışlı, kasetli teyp’ler çıktı. Bir karış ya vardı boyları ya yoktu. Hepten kolaylaştı yaşam, çobanlık, dağlar, kırlar, ormanlar cennet büyüdü, genişledi. Pepe Pilot’un yaşı da ilerledi bu arada. Her işin olduğu gibi bunun da bırakılması gereken bir çizgisi, geçilmemesi gereken bir eşiği vardı. Bir gün geldi, içindeki plastik dişlileri çeviren lastiği iyice bollaşmış, bu yüzden de sanatçıların parçaları icra eden seslerinin, kemanların, udların, klarnetlerin iyice uzadığı, şarkıların bitmek bilmediği, zaman zaman kasedin şeridinin oraya buraya sarıp koptuğu sevgilisini, oğlu Nejat’a verdi. Bir hafta nasıl kullanacağını, nasıl özenle, üzerinde titreye titreye muhafaza edilmesi gerektiğini anlattı. Ne kutsal azık torbası, ne atadan dededen miras kepenek, her şeyden önemlisi, Teyp.

Nejat o gittikten sonra, dikenli bir çalının arkasına atıp, kulaklıklı soni volkmenini takıp, düştü sürünün peşine. Bir süre sonra da, son model bir eriksondan …

Pepe Pilot şimdi köy kahvesinin kuytu bir köşesinde, çebinde kulaklık kabloları uzun bir mepeüççalar, Ah ulan ah! Erken geldik meret dünyaya, diye ahlanıp, Muazzez Ersoy, Sibel Can dinliyor. Zaman değişiyor. Çok hızlı değişiyor hem de. Pepe Pilot haklı; Ah ulan ah! Erken geldik meret dünyaya.

Kibrit

Senelerce ceplerde çakmaktaşları ile dolaşıldıktan sonra, taşlar en değerli anıların saklandıkları bölümlere konulmuş, yerlerini daha hafif, daha kullanışlı olan kibritlere bırakmışlardır. Çoban taifesi yenilikçidir. Hiçbir zaman taassup erbabı olmamıştır. Her yeni icadı, evveliyle, tam zamanında benimseyip kullanmışlardır. Kibritte de bu böyledir. Ateş, yaz kış çobanın en büyük arkadaşı, eşlikçisi, sırdaşıdır. O bir anlamda tek başına duyumsadığı ender zamanlarda (çobanlar kolay kolay yalnızlık duymazlar, gençliklerindeki koyu, derin sevda hallerinde, uzun kuraklıklarda, uzun aralıklarla yaşanan, amansız kara kışlarda), yalnızlık denilebilecek bir ruh haline kapılsa da, bunu çok çabuk atlatırlar. Bu nedenle ateşle sohbeti genelde karşılıklı diyalogdur. Oradan, buradan dertleşme. Cebindeki, su geçirmez deri keseye sarılı kibrit, bir anlamda cebini ısıtan, sıcaklığı tek çöpü yanmazken bile tüm bedenini manevi bir soba gibi ısıtan dostudur.

Bıçak

Bıçak, çakı bir tutkudur köy yerinde. Ne zaman başlar? Başlamaz, o doğuştandır. Burnu sümüklü, donsuz, ayakkabısız, çorapsız çocukların cebinde her zaman ufak bir çakı olur. (Cümlede bir mantıksız taraf olduğunu düşünebilirsiniz. Mantıksız hiçbir tarafı yok. Yaşanan bu.) Boyları, sapları ölçülür, karşılaştırılır, yarıştırılır. Bir taş parçasına tükürüp, saatlerce bilenir. Jiletten keskin olur, elma kabuğu soyulurken zar gibi ince dökülür, en keskin çakısı olan kraldır. Bunu bilmek kolay değil, biliyorum, ama çocuktur, bilir. Büyükler, Bıçakla oyun olmaz derler. Bildiklerinden mi, yoksa sadece onu bildiklerinden mi? Çocukluksa bıçaksız oyunu düşünmez bile. Elmalar, armutlar soyulup, kabuklarının uzunlukları yarıştırılır, acımasızdır yeri geldiğinde. Lapta’larda, Bursa’larda, yüzü kömür karası, duman isi demircilerin dövdüğü bükükboyun bir çakıdan, üç kanyollu kamaya kadar, hepsinin huyları yakındır birbirine. Önemsenmemeye gelmezler. Utangaçtır, orta yerde olmayı değil, kenarda, kuytuda ama el altında olmayı ister. Gerekli olduğunda.

Kemik saplı, keskin bir çakı, bazen kat kat bele dolanmış kırmızı bir kuşağın arasında, bazen azık torbasının ele en yakın yerinde, bazen gömlek cebinde taşınır. Sofrada ekmeği, peyniri dilen, domatesi, soğanı bölen eşlikçi, elde saatlerce kuru bir değneği yontan sakinleştirici, oğlağın ayaklarına dolanan dalı çalıyı kesip, ayağını, zamanı geldiğinde, keder, hastalık anında da bir damla kanı irigözlü davarın alnından akıtıp canını kurtaran olur. Keskindir, yanından dalgın uçup geçen sinek, kanadının yarısını ardında bırakıp, çakılır yere.

Biraz da bilinen, haklarında dilden dile söylentilerin dolaştığı bıçaklardan söz edelim. Kabak Nurtin’in Brajdol’u, taşı peynir, ağacı hızar gibi keserken, Fartin’in Sürmene malı, Karaali’nin yunus yağında çifte su verdiği oluklusu Lârka’nın[2] adı, şanı yetiyordu Fartin’i korumaya. Hiçbir vukuatı duyulmadı. Hep deriden kılıfında, kuşak arasında kaldı. Namı yetti. Kimse görmedi Lârka’yı. Sadece üzerinde arapça harflerle; Bırakma beni korurum seni yazdığı rivayet edilir.

İpsiz’in bıçağı, çakısı olmazmış. Onun derdi bileme. Sabahtan akşama, belki de geceleri sabaha kadar ha babam bıçak, çakı bilermiş. En iyi çelikten yapılmış bıçak da onun tezgahından geçince jilet kesilirmiş, en uydurma tenekeden olan da. Türlü türlü bileme takımları varmış. Küçük küçük raspalar, eğeler, törpüler, Girittaşları, Köseletaşları, Yağtaşları. Garip garip tahta, ağaç düzeneklerin, dişlilerin, iplerin kayışların çatılmasıyla dönen bileme çarkları, çelik çubuklardan, bakırlardan, pirinçlerden garip şekilli oyma düzenekleri varmış. Bilermiş bir bıçağı, bilermiş bir çakıyı. Gerekirse günlerce, haftalarca. Sonra içinden bir his, Bu tamam deyince, gözlerini hafifçe havaya kaykıltıp, baş parmağını usulca, değdirerek sürtermiş bilediği yüzeye. Tamamdır! Verirmiş sahibine.

Kalktım Sicimi

Çok işe yarar. Öğlendir. Sürü geniş bir gölgededir. Ortalıkta ağustosböceklerinin sesleri, birkaç kuş ötüşü dışında çıt çıkmamaktadır. Keçilerin kara, çipil gözleri uykuyla örtülmüş, köpeklerin çeneleri öne uzanan iki bacağının arasında, çoban kayın ağacına yaslı, her kes, her şey uyumaktadır. Her zaman hep olduğu gibi, sıradan olmayan biri çıkar. Kulağı kesik bir toklu, ayakları beyaz bezeli, senelememiş bir çipiş, boynuzunun ucu kırık bir yazlama, meraklı, sürüden ayrılmayı seven bir oğlak kalkıverir. Durduk yerde, sebepsiz. Güzelim gölgede, tok karınla, yan gelip yatmak varken kalkıverir. Boynunda çanı da yoktur belki, kalktığını, kıyıda kenarda ot, yaprak ısıra ısıra yürüyüp uzaklaştığını nasıl anlasın çoban. Bir o gitse iyi, arkasından birkaç daha ayartılmaya gönüllü daha takılır. Sonra ara da bulasın, koca balkanda. İşte o nedenle, çoban, böyle pireli, heyheyli, ne zaman ne yapacağı belli olmayan asi keçilere mimli çanlar takıp, bazısının da ayağına, boynuna uzun, ince bir sicim bağlar. Sicimin bir ucu üzerine bağlıdır. Derin uykusundan, çekiştiren sicimle uyanır. Ayaklanan çipişi, yazlamayı, tekeyi hafif bir ıslıkla yerine oturtur. Devam eder uykusuna. Kalktım sicimi bu işe yarar.

NOT: tahmin edileceği gibi, bu çobanlara yardımcı el kitabı yukarıdakinden çok daha fazla maddeler içermektedir. Buraya alınanlar küçük bir seçkidir.

Dipnotlar:
1. razboy: Pomakça’da dokuma tezgâhı.
2. Larka: Pomakça, kanatlı yılan.

Kategori: