UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Çal Deresi'nde

12 Tem 2010
nuridem

Gürleyikli gelin Ümmühan yenge taşlı tarlanın ucunda taş duvarın üstüne çıkmış, bir elinde tutuğu kirmanı diğer eliyle fır fır döndürürken, olanca gücüyle bağırıyordu:
“Seliiim!. Akşam oldu, koyunları getir”.
Öne doğru eğilmişti, başını iki yana sallıyordu, neredeyse duvardan aşağı düşecekti. Öfkeli olduğu her halinden anlaşılıyordu. Ama sesi Çal Deresi’nin vadiyi boğan uğultusuna yenik düşüyor, duyulmuyordu. Selim koyunları dereye salmış, kendinden geçmiş, koyunların yüzüşlerini zevkle seyre dalmıştı. Koyunlar suyun içinde bir o yana bir bu yana yüzüyor, arada bir kıyıya çıkmaya çalışıyor, ancak Selim onları yeniden suya itiyordu.
Akşam oluyor, güneşin son ışıkları vadinin dik yamaçlarında parlıyor, uzaklardan karga sesleri duyuluyordu.
“Hilmi, tutsana, kaçıyor” diye bağırdı Selim.
Koyunlardan kömür karası olanı dilini bir karış çıkarmış, derenin yosunlu taşlarına tırmanmaya çalışıyordu. Hilmi koyunu suya sürükledi, ıslanan paçalarını yukarıya çekti.
İki kafadarın keyiflerine diyecek yoktu. Sırılsıklam olmuşlardı. Selim’in sarı saçlarına siyah koyun tüyleri karışmış, pabuçlarından su fışkırıyordu. Sırtında annesinin el makinasında diktiği, gün boyu güneş altında kalmaktan rengi solmuş bir gömlek vardı. Daha kısa boylu olan Hilmi ise yerinde duramayan, haylaz bir çocuktu. Pantolonunun arkasında ve dizlerinde rengarenk yamalar bulunuyor, siyah saçları katır fırçası gibi dimdik, arada bir burnunu çekiyordu. Selim birden;
“Yakalasana Hilmi, kaçıyor!” diye bağırdı.
Karşı kıyıda, ayaklarını suya batırıp çıkararak kendi halinde oyun oynayan Hilmi koyunu tüylerinden yakaladı ve suya doğru sürükledi. Bu arada bir tutam yün elinde kalmıştı. Islanmayan bir yeri kalmamış gömleğini çıkardı, kıyıda bir taşın üstüne fırlattı ve kendini suyun içine bıraktı.
Bir süredir sesi soluğu çıkmayan Ümmühan yenge yeniden ünledi:
“Seliiim, gök dinlinin doğurduğuuu, Seliiim, gel diyom sana!”
Sesi bu kez daha yakından, Ekrem amcanın incirli tarlasından geliyor, ama derenin uğultusunda yitip gidiyordu. Artık sesi kısılmaya başlamıştı, bir temel duvarını daha geçti, bir süre harman yerinde dikildi. Sonra saman yığınlarını kocaman, siyah bir kilime tıkıştırmaya çalışan Uzun Hasan’ın karısıyla derin bir söyleşiye koyuldu.
Çal Deresi adını aldığı dağın karlarından besleniyor, ardıç kokulu vadilerden inip kıvrıla kıvrıla Dalaman Çayı’na karışıyordu. Her akşam üstü dört koyununu vadinin yamaçlarında otlatan Selim, su içmeleri için arada bir onları dereye götürürdü. Bu gün de öyle olmuş, ancak diğer günlerden farklı olarak Selim koyunların yüzme yeteneklerini görmek istemişti. Koyunları sırayla dereye itelemiş, onların başları yukarıda yüzerek karşı kıyıya çıktıklarını hayretle görmüş, yeni bir oyun icat ettiği için çok sevinmişti. Evlerinin tek ineğini kıyıda bir söğüt ağacına bağlayan Hilmi de bu oyuna katılmış, iki arkadaş günün ne çabuk tükendiğini anlayamamışlardı.
Selim, derin soluklar alarak üzerine doğru gelen kara koyunu bu sefer ayaklarıyla kovaladıktan sonra, haykırdı:
“Hilmi bak”, dedi. “Balık!. Parmağının ucuyla, derenin, yuvarlak sırtı üzerinden kayarak çağladığı kayayı, kayanın kovuğunu gösteriyordu.
Hilmi başını kaldırdı, gözlerini kayanın dibinde gezdirdi. Küçük girdaplar oluşturarak akan su kayanın kovuğunda dinginleşiyor, suyun üstünde çam kabukları dönüyor, dibinde apak taşlar gözüküyordu.
“Hani nerede? Ben göremedim!”
“Ya nasıl göremedin, işte senin burnunun dibinde!”
Hilmi düş kırıklığı içinde gözlerini indirdi:
“O balık değil” dedi. “Çam kabuğu!”
Selim sustu. “Çam kabuğu” sözü ona babasıyla bu derede yaptığı gezintileri anımsatmıştı. O zamanlar beş yaşında idi. Etibank Krom Ocağında dinamit işçisi olan babası kuşluk vakti gece vardiyasından çıkar; ayağında işletme ayakkabısı, bir elinde karpit lambası, yorgun ve uykusuz, Üçköprü’nün patika yollarını adımlayarak, üstü yırtma tahtayla örtülü tek göz evlerine döner; ikindi namazına kadar uyurdu. Babası uyanınca onu omzuna alır, gezdirir; buğday samanının tenlerine yapıştığı sıcak hasat günlerinde çokluk, bu dere kıyısında çınarların gölgesinde, derenin buz gibi suyunda soğutulmuş karpuzları yerlerdi. Yine böyle bir gün, derede yüzen küçük balıkları, yaprakları ve kabukları izlerken babasına dönerek;
“Baba” demişti. “Beni nereden buldunuz?”
Babası oğlundan ilk kez böyle bir soru işitmenin şaşkınlıyla afallamış, hiçbir şey söyleyememiş, anasının gözlerine bakmıştı. Anası;
“Oğlum”, demişti. “Biz seni bu dereden tuttuk!”
O günden beri ne zaman Çal Deresi’ne yolu düşse anasının bu sözünü anımsar, suyun üstünde gezinen ağaç kabuklarına gözlerini diker, derenin oraya buraya çarpa çarpa aşındırıp yuvarlaklaştırdığı kabuklar arasında bebek yüzleri görürdü.
“Heey”, diye seslendi Hilmi. “Beni duymuyor musun?”.
Hilmi kızmış, ayağa kalkmıştı ve uzunca zamandır sesini duyurmaya çalıştığı anlaşılıyordu. Selim gözlerini ağaç kabuklarından ayırmadan;
“Biliyor musun?” dedi. “Ben bu derede doğmuşum.”
Hilmi, öfkeli, ayaklarını suya vurdu:;
“Dalga geçme oğlum!” diye haykırdı, “Sen koyuna bak!”
Kara koyun bir kez daha Selim’in ayakları dibine gelmişti. Artık kıyıya çıkmaya çabalamıyor, debelenmiyordu. Ölmüştü. Bir kömür torbası gibi ağır ağır sürüklendi, hemen az ötede bir ağaç köküne takılıp durdu. Selim donakalmıştı. Karşı kıyıda Hilmi olandan habersiz, beline kadar suyun içinde ellerini çırpıyor, bir yayla türküsü mırıldanıyordu:
“Yayla yollarında kaldım yalınııız!”
Selim büvetin sığ yerinden karşı kıyıya doğru koşarken, bir yandan da,
“Koyun öldü, koyun öldü!”, diye bağırıyordu.
Hilmi birden sustu, kocaman kocaman açılmış gözlerini, önce Selim’e, sonra da suyun üstünde hareketsizce duran, tüyleri suyun akışında süzüm süzüm süzülmüş kara koyuna dikti:
“Amanın!” diye inledi.
İki arkadaş ilk kez bir canlının ölümüne tanık oluyorlardı. Panik ve korku içinde, karnı bir davul gibi şişmiş kara koyunu kıyıya sürüklediler. Bir süre hiç konuşmadılar, birbirlerinin yüzüne bile bakmadılar. Arada bir Selim’in içini çektiği, kendi kendine bir şeyler mırıldandığı duyuluyordu. Sonra göz göze geldiler ve yine hiç konuşmadan kara koyunu bacaklarından tuttukları gibi, değirmen yoluna, ak kayanın üstüne çıkardılar, oradan aşağıya, zakkum ve dere sarmaşıklarının içine yuvarladılar. Kara koyunun ölüsü rengarenk ot ve ağaç örtüsünün altında kayboldu.
“Anama ne diyeceğim ben şimdi?” dedi Selim. Ağlamaya başladı. Hem ağlıyor hem de yüzmecilik oyununu boğulmadan atlatmayı başarmış diğer üç koyunu yol üstüne çıkarmaya çalışıyordu. Değirmen yoluna çıktıkları zaman Selim elini kaldırdı:
“Koyunun boğulduğunu kimseye söyleme ha!”
Hilmi sustu. Sırılsıklam gömleğini iki ucundan tutmuş sıkarken, pek oralı olmamış görünüyordu. Selim, anasına söyleyeceklerini bir bir sıralamaya başladı:
“Koyun kaçtı, kayboldu deriz. Çok aradık, bulamadık deriz. Onun için geç kaldık deriz.”
“Bana ne, bana ne?” diye bağırdı Hilmi.” “Koyunları dereye ben mi getirdim? Beni bu işe karıştırma!”
Selim yol üstünde bir taşın üstüne çöktü. Hilmi’nin duyarsızlığı üzüntüsünü bir kat daha arttırmıştı. Hıçkırıklara boğulmuş ağlıyor, bir yandan da Hilmi’ye yalvarıyordu. Birden ağlamayı bıraktı, derin bir iç çekişten sonra;
“Bak söylersen karışmam” dedi. “Ben de senin terliğini anlatırım.” “Var ya, derim,” “Hilmi’nin terliğini köpek götürmedi, Kurbağalı Dere’ye düşürdü derim”.
Söğüt ağacına bağlı sarı benekli ineğinin ipini çözmekte olan Hilmi bir an dönüp Selim’e baktı. Sonra hiçbir şey söylemeden, çözdüğü ipi eline doladı, hayvanı sürükleyerek, yukarılara; incir ve kavak ağaçlarının arasında bir ateş böceği gibi parlamakta olan evine doğru yürüdü.
Vadide hava iyiden iyiye kararmış, ağıllarına dönen keçi ve koyunların melemelerine uzaktan uzağa baykuş ötüşleri karışmaya başlamıştı.
Selim, anasının elinde hayıt çırpısıyla ağıla doluşturduğu keçilerin arasına koyunları karıştırırken, çekinerek;
“Kara koyun kaçtı ana”, dedi.
Ümmühan Yenge, hayıt sopası havada öylece kalakalmış, sordu:
“Nereye kaçtı, oğlum?”
“Balcı Büveti’nden yüzerek karşıya geçti. Kavakların arasında kayboldu.”
Ümmühan yenge son keçiyi de ağıla soktuktan sonra döndü, oğlunun başını okşadı:
“Yarın ararız” dedi, “Boduç Bayram’ın ağılına karışmıştır.”
Derede, vadiye ilk yağmurların düştüğü güne kadar çürümüş et kokusu hep duyuldu. Sonra derenin hayıt ve zakkum çiçeklerinin kokusuna karışarak yitip gitti. Ama o günden beri Selim, yolu ne zaman Çal Deresi’ne düşse, bebek yüzlerinin yanında, derenin dibinde belli belirsiz kıpırdayan yuvarlak taşların arasında kara koyunun yalvaran gözlerini görür gibi olurdu.

Nuri DEMİR

Kategori:

Re: Çal Deresi'nde

Konusu ve karakterleri öncekilerden farklı bir öykümü gönderiyorum. Umarım sizleri yormuyorumdur.


Re: Çal Deresi'nde

Yorgunluk ne kelime, ben, kendi adıma, öykülerinizi büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum.

"Çal Deresi'nde" müfettiş öykülerinden konu olarak ayrı olsa da, anlatımın canlılığı, görsel yönünün gücü ve betimlemelerin yerli yerindeliğiyle onları anımsatıyor. Öykünün yalın kurgusunun -dere-balık-doğum-ölüm- da bir yaz gününün kavuruculuğuna hafifletmeye çabalayan derenin serinliğiyle koşut olduğunu düşünüyorum.

Kendimi sıcak bir yaz günü Çal Deresi'nin kenarında aylaklık edip koyunlarla oynarken hayal etmem hiç zor olmadı öyküyü okurken. Selim'in balıktan kendi doğumuna oradan koyunun ölümüne uzanan düşüncelerini takip etmekte hiç zorlanmadım. Hilmi'nin suça ortak olmak istememesinin Selim'de yarattığı hayal kırıklığı öyküdeki küçük ama vurucu ayrıntılardan yalnızca biri.

Beni en çok öykünün bir tekerlemeyi andıran girişi etkiledi:

""
Gürleyikli gelin Ümmühan yenge taşlı tarlanın ucunda taş duvarın üstüne çıkmış, bir elinde tutuğu kirmanı diğer eliyle fır fır döndürürken, olanca gücüyle bağırıyordu:
"Seliiim!. Akşam oldu, koyunları getir".

Okuru öykünün içine bu kadar hızlı çekebilen girişlerle çok sık karşılaşmıyoruz. Elinize sağlık Smile


Re: Çal Deresi'nde

"Derenin içindeki bebek yüzler"

Bu anlatı dolaylı betimlemeler beni çok etkiledi.
Özellikle doğum ve ölümün bir dereden insan yüzüne bakan akışın, anlatım dili içinde böylesine doğal betimlerle verilişi sarsıcıydı.

Sürükleyici bir anlatımınız var.
Sevdim Çal Deresinin hikayesini.

Ellerinize sağlık, kutlarım.


Re: Çal Deresi'nde

Birileri benden öykülerim hakkında bir şeyler söylememi istese, sizlerin, beni sevince boğan sözlerinizin yanına bile yaklaşamazdım. İyi ki varsınız, iyi ki böyle bir site var.


Re: Çal Deresi'nde

Öncelikle, öyküyü çok çok çok keyif alarak okuduğumu yazmak isterim.
Konuşmalar, öykü kişilerinin yapıp ettikleri öyle yerinde, öyle sade, öyle güzel anlatılmış ki...

Babanın, dinamit işçisi olmasından söz edilmesi, sadece bu açıklama, onun artık hayatta olmadığını, bir patlamada öldüğünü düşündürdü bana.
Çocuğun sorduğu soru ve annenin ona verdiği yanıt öyle güzel, öyle sahici geldi ki...
Ellerinize sağlık...

""
... siyah saçları katır fırçası gibi dimdik, arada bir burnunu çekiyordu.

Tümleç yüklem uyuşmazlığı var sanırım bu cümlede. 'dimdik' için ayrı bir yüklem kullanılması gerekmez mi?

Koyunlar için kıl denir koyun kılı, koyun yünü,
"koyun tüyü"nü hiç duymadım ben.

""
"Etibank Krom Ocağında

Etibank Krom Ocağı'nda


Re: Çal Deresi'nde

Çok akıcı bir öykü.Hemencecik öykünün içinde buluyorsunuz kendinizi.Karakoyuna çok üzüldüm.Maalesef hayatta da var bu.Birilerinin hayatı,başka birilerinin eğlence kaynağı olabiliyor.


Re: Çal Deresi'nde

Tebrikler çok başarılı bir çalışma olmuş bence ellerinize sağlık.
Çocuğun nasıl var olduğunu merak edip ebeveynlerine soru sorması ve onlarında ' Dereden tuttuk ' demesi çok yaratıcı olmuş.
Sonunda Selim'in annesinin Selim'e kızmasını bekliyordum koyunun öldüğünü söylemeyp kaçtığını söylemesi böyle bir izlenim uyandırdı bende ama anne anlayışla karşıladı .

yeni öykülerinizi merakla bekliyorum .


Re: Çal Deresi'nde

""
Çal Deresi’nin vadiyi boğan uğultusuna yenik düşüyor, duyulmuyordu.
Kirmeni elinde fır fır döndüren Ümmühan Yenge'nin sesinin vadide boğulması, vadiyi bir kalemde betimlerken, olacak kötü şeyleri de sezdiriyor sanki.
Kullanılan dile aykırı bulduğum,-dil demiyeyim de anlatım tarzına, diyeyim- noktalar oldu ,ama not etmediğim için yalnızca aklımda kalanı yazıyorum:
""
Hilmi’nin duyarsızlığı üzüntüsünü bir kat daha arttırmıştı.
Hilmi'nin "duyarsızlığına" değil de başka bir şeyine demek gerekirmiş gibi geliyor bana. Selim buna duyarsızlık demez,başka bir şey der.Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum.
Öykü köyde çocuk olmaya dair de ipuçları veriyor, hem çocuk hem yetişkin;koyunların boğulabileceğini düşünemeyen çocuklar, suçlarını örtme konusunda son derece kıvrak sayılırlar.
Kara koyun'un ölmesi beni de üzdü,öte yandan "kara koyun" üzerine düşündüm.Ölen niye "kara koyun" dedim? Kara koyun üzerine düşünüyorum.


Re: Çal Deresi'nde

Sevdiğim yazarlara yaptığım bir şey var. Sürekli erteleyip duruyorum onları okumayı. Anlatısının içinde keyifle kaybolacağımı bildiğim, o dünyaya bir kere girince çıkmak istemeyeceğim öykülerin yazarları oluyorlar onlar. Nuri Demir’de bu öykücüler arasına girdi büyük bir hızla. O yüzden, gecikme için baştan özürlerimi bildiriyorum. Elimden geldiğince çabuk diğer öykülerini de okuyacağım.

Epeyce şematik bulmama ve yazar açısından hiçbir faydası olmadığını bilmeme karşın, yapısal analiz bana öykünün nasıl çalıştığına ilişkin en öğretici yöntemmiş gibi geliyor hâlâ. Bu yüzden kurguyu oluşturan anlatıyı parçalarına ayırıp, onlara birer yapı öğesi gibi bakmayı deneyeceğim.

• Öykü Ümmühan Yenge’nin sesiyle açılıyor. Onu, elinde kirmanı ip eğirir, bir yandan da Selim’e seslenirken buluyoruz. Sesi vadi boyunca ilerleyip derenin uğultusunda yitiyor ve bu yitişin uzandığı boşlukta Selim’e rastlıyoruz. İki kişi, iki öğe, iki anlatı arasında bunca güzel kurulan bağa hayran oluyorum. Nurten, bir adım daha ileri giderek buradan öykünün sonunu görmüş. Müthiş bir saptama:

“Nurten Öztürk” dedi ki:
Kirmeni elinde fır fır döndüren Ümmühan Yenge'nin sesinin vadide boğulması, vadiyi bir kalemde betimlerken, olacak kötü şeyleri de sezdiriyor sanki.

• Bu anlatı biçemi bir yandan da atmosfer kurmakta işlevsel oluyor. Keza öznelikten nesnelere, nesnelerden tekrar özneliğe geçişte yazar, okur için paha biçilmez değerdeki atmosfer kurma işini tamamlıyor. Koyunların vadinin ortasındaki derede çırpınışları, akşamın inişi vb. Bu atmosfer kuruluşu, bir adım sonra mekâ yaratmayla tamamlanacak. Ümmühan Yenge’nin sesinin Ekrem Amca’nın incir tarlasından gelmesiyle, yazar biz farkına bile varmadan ustaca öykü sanatının en zor işlerinden biri olan mekân sorununu çözümlüyor.

• Buradan Selim’le Hilmi arasındaki anlatıya geçiyoruz. Az önce anlatıya dahil edilen koyunlara sahip olmaya çalışan iki arkadaş, bir yandan birer birer betimeniyor (dış görünümlerinden mizaçlarına kadar – ama neredeyse birer sözcükle), bir yandan da içinde bulundukları eylemlilik (koyunlarla oynana oyun) anlatıya katılıyor.

• Selim’le Hilmi’nin oyunları (koyunları yüzdürme) sırasında dereye bakarak hayallere dalmaları, onların geçmişlerine bakmamızla, aileleriyle ilgili karakter genişletmelerine izin veriyor. Dinamit işçici baba, buğday hasatı, dereye salınan karpuzlar… yaşantı örüntüleri olarak bize çocuğun ya da çocukların kimliklerini kurmamız için olanak sağlıyor. (Burada –Nurten’in ve Elif’in de dikkat çektiği gibi– kimi fazla bilgiler, çocuk dünyası için yabancı olduğunu öne sürülebilecek öğeler- örneğin sadece “krom ocağı” yerine şirket isminin verilerek, “Etibank” denmesi fazla göründü bana da.)

• Öykünün kırılma noktası belki de tam burası: Hilmi’nin geçmişine bakarken anımsadığı “alt öykü”, kendisinin dereden tutulduğunu düşünmesi. Günümüzde öykü yazarlarının en az üzerinde durdukları, kendilerini anlatılarının akışına kaptırarak unuttukları, alt metin yaratma ve metafor kurma işlemleri. Bu “alt öykü” işte bu yüzden öykünün merkezi. Ana anlatı olan “kara koyunun ölümü” ile gerilim taşıyan ve çocukların yaşantısıyla (doğum metaforu) karşıtlık kuran bu bölüm, bizi edebiyatın varoluş nedenine de yaklaştırıyor. Eren buradaki olguyu yerinde bir saptamayla şöyle değerlendirmiş:

“Eren” dedi ki:
Öykünün yalın kurgusunun -dere-balık-doğum-ölüm- da bir yaz gününün kavuruculuğuna hafifletmeye çabalayan derenin serinliğiyle koşut olduğunu düşünüyorum.

• Bundan sonra yeni bir takım gerilimler yaratıyor yazar Hilmi’yle Selim arasında. Bunun öyküye ne kazandırdığını tam olarak bilemiyorum aslında. Selim’in koyunun boğulduğunu saklama isteğiyle Hilmi’nin burada suça ortaklık etmekteki isteksizliği arasındaki gerilim daha sonra bir yere bağlanmıyor. İki çocuk arasında geçmişte yaşanan bir olayın anımsatılması, gelecekte olacak bir takım şeylerin belirtisi olarak okunabilir. Ancak öykü bunu geliştirmek yerine hızlıca sona bağlandığı için bu niyet de gerçekleşmiyor. Okur, Ümmühan Yenge’ye dönüşle çemberi kapatırken, iki çocucuğun hikâyesinin nereye bağlandığını da bilmek istiyor.

Öyküyü, gerek anlatımı gerek mekân yaratımı olarak çok başarılı buldum. Nuri Demir’in kurduğu yapı, dille hikâye arasındaki saçakları çok iyi hissettiğini ve bununla ustaca başa çıkabildiğini gösteriyor. Bir tek, belki daha uzun bir oylumda, karakter geliştirimi üzerine biraz daha çalışılabilir diye düşünüyorum.

Bu güzel öykü için Nuri Demir’e teşekkür etmek gerekiyor.


Re: Çal Deresi'nde

Önce nemli, gürültülü İstanbul'un uzağında bir tatil. Sonra sevgili sitemizin bana verdiği ama bir türlü yan yana getiremediğim, küçüklü büyüklü harflerden oluşan giriş şifresinin bir daha dönmemek üzere hafızamı terk eylemesi. Kısacası sizlerden, öykülerden uzunca bir ayrı kalış.
Bu arada çok güzel yeni öykülerin paylaşıldığını; öykülerime güzel, emek ve birikim ürünü yeni yorumların yapıldığını görmek mutluluk verici. Elif Çınar'a, Erhan Çolak'a, Melissa Ünalan'a, Nurten Öztürk'e ve Barış Acar'a değerli katkıları için çok teşekkür ederim.