UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bir Mevsim Bir Pazar

27 Eki 2009
Nurten Öztürk

Kar hep lapa lapa ve bir akşamüstü yağmaz; gün ağarırken, gecenin yarısında, günün ortasında ansızın bastırır. Bazen ince ince, teninize birer iğne gibi düşer taneler; bazen küçük pamuk parçacıkları gibi nazlı, yumuşak iner; bazen de deli deli dolanan, her yeri saran her yere dalan rüzgâr olur, eser savurur önüne geleni. Bir anda oluverir her şey ya da saatler sürer. Durduğunda yollar daralmış, apartmanlar alçalmış, kent küçülmüş, sessizlik çökmüştür. Yalnızca karga kümelerinin “gak” ları yankılanır kentin bir ucundan diğer ucuna. Aşağı sarkmış beyaz dallarıyla kuşsuz, kozalaksız kaskatı durur çamlar. Güneş parlar; ama azıcık… İnce gümüş pırıltıları simli beyazlıkta uzayıp kısalarak yayılırken ne kara bakabilirsiniz ne güneşe; küçüldükçe küçülür gözleriniz; kamaşır kalırsınız bu kuşanmışlıkta; ama gene de, soğuktan yanarsınız.
İlk günler hareketli, eğlencelidir kar. Bir süre sonra ağırlaşır, çöker, beton gibi sabitleşir. Beyaz, metalik bir ton alır ve hep öyle kalacakmış gibi durur; donuk, sessiz, soğuk. Rüzgâr, geceleri derin, deli bir uğultuyla dolanır buzdan betonun üzerinde;bileyip parlatır soğuğu .
Kalabalık sokakları, taşı, toprağı, yeşili özlersiniz. Başınızı, boynunuzu sarıp sarmalamadan yürümeyi; çatıdan sarkan uzun buz saçaklarını gözetmeden, sokaklarda, caddelerde dolaşmayı, içeri girip çıkmayı; kayma korkusu olmadan yere basmayı; iplerde kaskatı duran çamaşırları esintiyle sallanırken görmeyi özlersiniz. Toprağın kokusunu, rengini; yağmuru; ısıtan güneş parıltısını özlersiniz. Özlemleriniz uzunca bir süre birikir. Rüzgâr iplerde asılı çamaşırları şiddetle çırpmaya, ayağınızın altında kar yumuşamaya, toprak kabarmaya başlayınca siz de çözülmeye başlar, hareketlenir, hızlanırsınız. Daha çok konuşur, daha çok soru sorar, daha çok gülersiniz. Gittikçe hapsedemeyeceğiniz bir coşkuyla dolar taşarsınız. Baharı getirecek hiçbir kıpırtı gözünüzden kaçmaz. Kış ne denli sert geçerse, bahar o denli görkemli gelir. Gürültülü patırtılı gelir. Uğultuyla, ılık bir rüzgârla gelir.Yavaş yavaş ve birdenbire gelir. Tıpkı ilkokuma kitaplarındaki gibi sular şırıl şırıl, kuşlar cıvıl cıvıl, ağaçlar tomurcuk tomurcuk gelir.
Sonra daha cömert bir güneş. Sonra sokaklar dolusu çocuk. Sonra yeşil, sonra çimen, sonra çiçek...

Bu yıl kış henüz sona ermeden kente gözle görülür bir hareketlilik geldi. Dağılan Sovyet’lerden gelip pazar kuranlardan söz ediliyor hemen her yerde. Görenler gördüklerini, duyanlar duyduklarını anlatıyorlar birbirlerine. Bir zamanlar gidilip görülemeyen, hakkında konuşulamayan ülkelerden gelenler, getirilenler, herkesin merak konusu. Soruluyor; anlatılıyor. “Her şey çok ucuz” diye başlanıyor söze genellikle. “Düşünsene iki ekmek parasına bir takım iç çamaşırı!.. Bakır, gümüş işlemeli küllükler, vazolar, sahanlar, tepsiler üstelik renkli, cıvıl cıvıl. Onları aldığın parayla Paşabahçe’den altı su bardağı alamazsın. El örgüsü halılar, kilimler, paspas fiyatına. Seramik tabak çanaklar; dallı güllü danteller. Daha neler neler...”.
Duraklarda, devlet dairelerinde; hastane, postahane, otobüs kuyruklarında; dolmuşlarda gülümseyerek, göz kırpıp ağız şapırdatarak, dudaklarını büzüp birleştirdikleri beş parmaklarının ucunu iştahla öperek fısıldaşan erkekler de “Rus Pazarı”nı anlatıyorlar. Bu konuşmalardan rahatsız olanlarsa “çıh çıh” der gibi bakıp, gözlerini öbür yana deviriyorlar.
Pazar, eski şehirlerarası otobüs terminaline kurulmuş; kentin birazcık dışında; köfte, kokoreç tezgâhlarından yükselen koyu dumanların çevirdiği, geniş, çıplak ve düz alanda, kıpırdayan, karışan siyah kalabalığı; küçük tepecikler oluşturmuş düzensiz eşya yığınları; ara ara görülen küçük, soluk renkli çadırları ile daha çok afet sonrası alelacele kurulmuş yoksul bir kamp gibi görünüyor.
Girişte, gri parlak kumaştan takım elbise giymiş, sinekkaydı tıraşına rağmen yüzü tıraşsızmış gibi esmer duran bir adam karşılıyor pazara gelenleri. Başı omuzlarının arasına gömülü, elleri cebinde, birkaç adımla, ileri geri gidip gelerek durmadan bağırıyor “Bu pazarda her şey ucuz ammaa bizim dükkanda daha ucuz! Başka tezgâhlarda kazıklanmayın, bizden alın, bize gelin, bizee!..” Rus mallarının sergilendiği büyük, zengin tezgâhını işaret ediyor. Bazen, bu seslenişi yeterli bulmadığından olsa gerek, insanların önünde ceketinin düğmelerini ilikleyerek, yerlere kadar eğiliyor sesini incelttikçe incelterek “buyrun, buyrun” diye çığlıklar atıyor, sonra gereğinden fazla doğrularak başkasına aitmiş gibi duran kalın bir sesle “ hoş geldiniz” diyor. Müşterileri tezgâhına doğru yönlendirdikten sonra onları göstererek, Rus ve Türklerden oluşan çalışanlarına kaş, göz, el işareti yapıyor, birkaç Rusça, birkaç Türkçe kelime ile endişeli bakışlara emirler yağdırıyor. İşini tamamladığından emin olunca yeniden girişe yöneliyor, müşteri bekliyor, beklerken de sık sık yere sümkürüyor; sonra sümkürüğün üzerine basıp ayakkabı topuğunun üzerinde üç yüz altmış derecelik bir dönüş yaparak dağıtıyor sümkürüğü. Sonra yine “Buyrun… Buyrun…” bıçak gibi çığlıklar atıyor.
Eşyalar herhangi bir şekilde sınıflandırılmamış;iç içe, üst üste karmakarışık; bir kısmı yerlere saçılmış, çoğu daha sergilenmeden kirlenmiş, çamura bulanmış. Yürüme alanı kalabalığa göre çok dar, bu yüzden güçlükle, adım adım yürüyoruz, bazen kalabalıkla sürüklenip istemediğimiz yöne doğru gidiyoruz, sık sık geri dönmek için yaptığımız hamlelerse boşuna, yalnızca başımızı çevirebiliyoruz geriye, sonra arkamıza baka baka ilerliyoruz istemediğimiz yöne.
Her yanda telaşlı, meraklı bir erkek kalabalığı. Durmadan karışan bu kalabalığı, bu erkek izdihamını izleyen, anlamlandırmaya çalışan, çoğunluğu kadın, şaşkın, yorgun satıcılar; ne durmadan gülümsüyor ne de bir şeyler satabilmek için ısrar ediyorlar. Sonu gelmeyen“Bu kaç lira?” sorusunu yılgın yanıtlıyorlar. Genç kızların olduğu tezgâhların önü gülümseyen, oynak bakışlı erkeklerle hınca hınç dolu. Birbirlerinin omuzlarının üzerinden başlarını uzatarak öne geçmeye çalışırken her fırsatta kızların kâh eline, kâh beline, kâh kollarına dokunuyor; her şeyin fiyatını soruyor; sorarken, yanıtı beklerken, ısrarla kızların gözlerinin içine bakıyorlar. Onlar da önce fiyatı sorulan eşyaya bakıyor, sonra parmaklarıyla sayıyı gösterip ardından, “dolar” diyorlar. Zaman zaman da etraflarında ve bedenlerinde dolanan elleri çocuğundan bıkmış bir anne tavrıyla silkinerek itiyor, ardı arkası gelmeyen “ “ Bu kaç lira?” sorularını sıkılmış bir ifadeyle yanıtsız bırakıyorlar. Deneyimli olan satıcıların tezgâhları daha düzenli; gösterişli ve daha pahalı eşyaları kolayca görünebilir yerlere konulmuş. Bu kadınlar, diğerleri gibi bütün soruları yanıtlamıyor; özellikle kadınları ve gerçek alıcı olduğunu düşündüklerini yanıtlıyorlar. Dokunarak soru soranlara “r” ve j” seslerinin vurgulu olduğu sözcüklerle bağırıp çağırıyor, uzaktan sormalarını işaret ediyor, hemen her eşyada pazarlık yapıyor, abartılı fiyatlardan komik denebilecek fiyatlara; ama en çok“bej dolar “dan azıcık ısrarla” uj dolar”a iniveriyorlar.
Arkadaşım, bakır işlemeli bir küllük, siyah zemin üzerine iri kırmızı güllü bir kilim, elde örülmüş bir bere ile atkı, el mikseri, seramik bir meyve tabağı ve daha dikkat etmediğim birçok şey aldı. Bana, ”Ee.. kızım o kadar hevesliydin gelmeye; ama elin cebine varmıyor,” dedi. Epey sessizlikten sonra, “Bilmem” dedim, “canım bir şey almak istemiyor.”. Güldü. “Niye?”, dedi. Konuşmadan dolaşmaya devam ettik.
Pazar yerinden çıktığımızda güneş gitmiş yalnızca karın soğuk aydınlığı kalmıştı. Aceleyle bir taksi çevirdik. Eşyaları bagaja yerleştirirken “Bu ne kalabalık!” dedim. Taksici hemen söze karıştı,” Pazar günü buraya gelinmez abla, siz de benim bir kardeşim sayılırsınız, bu gün, buraya gelenlerin çoğu, afedersin, nataşa peşinde…” bizden sözüne karşılık bulamayınca sustu.
Koltuklarımıza yerleşirken, hafif bir tipi başladı. ”Bu kar tutar mı acaba,” diye sordum. Şoför nefesimizle buğulanan camları silerken, “Tutar abla” dedi, “Sert düşüyor, hava da soğudu”. “Tutsun, boşver “dedi arkadaşım, “karın tutması iyidir, toprağı besler.” Taksici işini bitirince,“Ne taraf, abla?” dedi. İkimiz aynı anda, “Yenişehir” dedik.
Biz daha eve ulaşmadan her tarafı yeniden ince, demir gibi bir kar tabakası örttü.

Kategori:

Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Öykü için Nurten'i kutlarım.Pazarın sokaklarında sesleri duya duya geziyor hissettim kendimi. Daha ne olsun?


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Karla kurulan alegoriyi çok sevdim. Pazarın iç karartan atmosferinin ardından karın her şeyin üzerini yeniden örtmesi ve böylece umudun korunması harika.

""
..bıçak gibi çığlıklar atıyor.

Bu tanımlamaya ise diyecek söz bulamıyorum.

Ellerine sağlık Nurten. Alkış


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

İzlenimsel bir etkiyle o atmosferi güçlü bir şekilde hissettiren ilk bölümü bağımsız bir öykü olarak, ikinci bölümde biraz daha olaya dayanan kısmı ise bir başka öykü olarak okudum. Nurten'in öykünün içinde yaşadığını, varolduğunu güçlü bir şekilde hissedebiliyorsunuz.

Keyifle okudum öykünü.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Öyküyü hırsımdan çatlayarak okudum, hele öyküye dair övgüleri görünce bir hata, küçücük, minicik bir hata bulmak için deli oldum.
Bulduğum hataları sıralıyorum:

""
“Beyaz, metalik bir ton alır ve hep öyle kalacakmış gibi durur;”

ton’dan kasıt renkse, renk sözcüğü yerine geçmez ‘ton’.

""
“Toprağın kokusunu, rengin(i) ,yağmuru, ısıtan güneş parıltısını özlersiniz.”

Ayrıca virgül de biten sözcüğün dibine yaslanacak, yeni başlayan sözcüğün değil!

Öyküde ‘kar’, anlatıcının pazarda dolaşırken hissettiği duyguyu da veriyor okura. Kara yüzlü erkeklerin kadınlara sarkıntılık etmeleri, el emeği göz nuru, muhtemelen satanların kendilerine ait, her birinde anıları bulunan o eşyaların elden çıkarılmak zorunda kalınması, satılan eşyaların asıl değerini bilen, leş kargaları gibi pazara üşüşen fırsatçıların üçer beşer çantalarını doldurmaları anlatıcıyı ayazda bırakıyor. Almıyor o pazardan hiçbir şey.

Nurten Öztürk, ellerin dert görmesin.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

İnanılmaz bir keyifle ve bir solukta okudum. Muhteşem bir ara oldu benim için öykün. Kendimi yenilenmiş ve kışa hazır hissettim. Flowers


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Elif Çınar dedi ki:
Kara yüzlü erkeklerin kadınlara sarkıntılık etmeleri, el emeği göz nuru, muhtemelen satanların kendilerine ait, her birinde anıları bulunan o eşyaların elden çıkarılmak zorunda kalınması, satılan eşyaların asıl değerini bilen, leş kargaları gibi pazara üşüşen fırsatçıların üçer beşer çantalarını doldurmaları anlatıcıyı ayazda bırakıyor. Almıyor o pazardan hiçbir şey.

Çok güzel anlatmışsın Elif. Alkış


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Bu arada "bıçak gibi çığlık'tan başka dikkatimi çeken bir tamlama daha buldum öyküde.

""
...demir gibi bir kar tabakası...

Bu aralar Nurten her şeyi metal sertliğinde yaşıyor olmalı.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Öyküyü severek okuduğumu daha önce belirtmiştim. Öykünün giriş cümlesi ile ilgili dikkatimi çeken bir noktaya değineyim;

""
Kar hep lapa lapa ve bir akşamüstü yağmaz; gün ağarırken, gecenin yarısında, günün ortasında ansızın bastırır.

Bu cümle gelişine göre sanki şöyle bitmeli;
""
.......ortasında da ansızın bastırabilir.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Eline sağlık, Nurten Öztürk. Öykünün ilk bölümü bir açılış merasimi gibi, görkemli ve etkili olmuş. Ve hatta ikinci bölümünü az biraz da gölgelemiş. Tekdüzelikten uzak, sürükleyici bir işleniş var öyküde. Karakterlerin çeşitliliği ve davranışların gerçekliğe en yakın bir açıdan aktarılması öyküyü okunur kılıyor. Tebrikler.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Arkadaşlar hepinize teşekkür ediyorum. Emeğinize sağlık.
Elif:
“Beyaz, metalik bir ton alır ve hep öyle kalacakmış gibi durur;”
"ton’dan kasıt renkse, renk sözcüğü yerine geçmez ‘ton’", demiş. Burada beyazın tonundan bahsetmek istedim, böyle anlaşılmamış mı Elif? Şimdi kafanı çevirerek, Nurtenciğim nasıl öyle anlaşılıyor ya, ...nasıl anlayamadın hatayı, uğraşmak istemiyorsun, uğraşırsan anlarsın..., demeyeceksin umarım; çünkü hatayı anlamadım. O yüzden cümle aynen kaldı. Diğer uyarılar için de teşekkürler.

Nurten:

nurten aksakal dedi ki:
Öykünün giriş cümlesi ile ilgili dikkatimi çeken bir noktaya değineyim;
""
Kar hep lapa lapa ve bir akşamüstü yağmaz; gün ağarırken, gecenin yarısında, günün ortasında ansızın bastırır.

Bu cümle gelişine göre sanki şöyle bitmeli;
""
.......ortasında da ansızın bastırabilir.

Bu cümle ile ilgili Elif'in de bir yorumu vardı, yorum böyle kalmasının öykünün devamına daha uygun olduğu yönünde bir değerlendirme idi.
Nurten'in dediği açıdan bakıldığında cümlede bir eksiklik var gibi; ancak öykünün bütünü açısından bakıldığında yazılı cümle daha uygun Elif'e katılıyorum. Sonuç: her iki durumu karşılayan bir cümle bulamadım.
Sevgiler... Alkış


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Cümleyi tekrar okudum ve maalesef hala aynı şeyi düşünüyorum.

nurten öztürk dedi ki:
ancak öykünün bütünü açısından bakıldığında yazılı cümle daha uygun
Cümlenin sonunda yapılacak bir değişikliğin öykünün devamı için bir çelişki oluşturacağını sanmıyorum.
""
Kar hep lapa lapa ve bir akşamüstü yağmaz; gün ağarırken, gecenin yarısında, günün ortasında ansızın bastırır.
"Hep" vurgusu sanki "da" bağlacına gerek duyulduğunu hissettiriyor.
""
"....ortasında da ansızın bastırır" ya da "....ortasında da ansızın bastırabilir."
gibi.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Haklısın Nurten Aksakal.


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

""
Kar hep lapa lapa ve bir akşamüstü yağmaz; gün ağarırken, gecenin yarısında, günün ortasında bastırabilir de.

Pekâlâ, bu nasıl olmuş? :roll:


Re: Bir Mevsim Bir Pazar

Nurten Öztürk dedi ki:
""
Kar hep lapa lapa ve bir akşamüstü yağmaz; gün ağarırken, gecenin yarısında, günün ortasında bastırabilir de.

Pekâlâ, bu nasıl olmuş? :roll:

Mükemmel. Good