UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bir gece ve sonra yine...

21 Ara 2011
gönenç kaytaz

Merdivenleri dörder beşer iniyor, daha az önce baktığım kol saatime tekrar bakıyordum. Neredeyse akşam olmuştu. Akrebi sekizin üzerine doğru çeken yelkovan kalbimin atışlarını tekrar hızlandırmış ve böyle anlarda her zaman yaptığım gibi küfür etmiştim. Neyse ki çıkış kapısına geldim. Son üç basamağın da hepsini birden atlayarak zemine ulaşıyorum. Kapı yaklaşık on metre önümde; aralığından günün son ışıkları ile gecenin süslü parıltısının öpüşleri sızıyor. Otomobil sesleri, çocuk bağrışmaları, genç kadın gülüşmeleri, erkeklerin konuşmaları belirsizce ama az ama çok kapı ardındaki bana ulaştığında nedense dün gece olanlar geliyor aklıma. İki adımda kapının önüne geliyorum. Tokmak aklımdan geçse de kapıyı iterek açıyorum. Sokak lambaları çoktan yanmış; gökyüzü ise ağır ağır geri çekiliyordu. Kapıdan cadde kaldırımına adımımı atıyorum. Önümdeki geniş ve uzun Şanzelize caddesine uzanıyorum gözlerimle. Yine kalabalık, yine cıvıl cıvıl... Ben ise biraz gergin ve oldukça heyecanlıyım. Saatime tekrar bakıyorum. Hiçbir değişiklik yok. Ceketimin önlerinden çekip daha da oturmasını sağlıyorum. Şapkamı düzeltiyorum. İçimden “Tamamdır” deyip bu sefer apartmandaki gibi koşmadan ama hızlıca, önümdeki kalabalık caddeye doğru yürümeye başlıyorum. Gazeteci bir çocuğun bağırışıyla irkiliyorum. Aklımdakileri kısa bir süreliğine dağıtıyor.

“Yazıyor! Alman orduları dün sabah Belçika ve Hollanda'ya saldırdı. Başbakanımız Reynaud: 'Kılıcımızı kınından çıkardık, artık emretmek vazifesinde olan Fransız ordusudur' dedi. Yazıyor, yazıyor! Yaşlı bir kadın evinde asılı...”

“Buraya kadar gelemezler.” Diyor orta yaşlardaki biri gazeteci çocuğun yanından geçerken. “Koskoca Paris... Kolay mı?” Devam ediyorum yürümeye. Sağımda ve solumda butikçilere giren ve çıkanlar, restoranlarda oturanlar, ara caddelere açılan karanlık köşelerdeki dilenciler ile kediler, yan yana yürüyen genç kadın ve erkekler ile bir ezgi gibi esiyor cadde. Hava neredeyse kararmış; buna rağmen sıralı lambaları ve mağaza ışıklarıyla geceye hazırdı. Buraya ilk geldiğimde büyülendiğim o sene geliyor aklıma. 1927’nin ılık bir mayıs gecesiydi. Türkiye'den, '23'te önce Yunanistan'a orada altı ay kalıp Almanya'ya sonra da buraya... Her şey berbat bir hale doğru gidiyordu. Buraya gelmeme sebep olmasına sevinebilirdim ancak...

“A, pardon bayan”
“Önemli değil yakışıklı”

Sevinebilirdim çünkü bir kaç şehir ötemizde her şey yerle bir; ve burada aşk devam ediyor. Ah işte o şarkı: “Un soir et puis toujours” Şuradaki bar'dan geliyor olmalı. Saatime bakıyorum, on dakika geçmiş. Yarım saatim daha var. Hemen içeri dalıyorum. Bir bardak Tullamore Dew hiç de fena olmaz. Kalbim yerinden fırlayacak gibi. Hiç böyle olmamıştı. Yani her şey bir diğerini tamamlamak için yarışır gibi. İçerisi oldukça kalabalık... Masalardan tüten sigara dumanı içerisini bir sır gibi saklıyor. Daha öncede bir kaç kez geldiğim için sevdiğim masalara bakıyorum. Birisi boş; oturuyorum. “Acele...” Diyorum garsona. Bir dakika geçmemişti ki, elimde bir kadın gibi duran bardaktan ilk yudumumu huşu içinde alıyordum. Her seferinde aynı şeyi düşünürüm. Yinede ne olduğunu tam bulamam. Sanki... Sanki şey gibi... Yarım değil... Her şeyi kapsayan bir şey... Bir kadına ait olan her şeyi... Kırmızı... Dudakları gibi... Ve siyah... Üzerinde tenini hapsetmiş parlak kumaş... Saçları dalgalı ve kumral... Yüzünde bilinçli bir şaşkınlık... Geriye bakıyor... Ellerinin altında 39 model bir Cadillac... Giydiği kumaşın renginde... Gözlerimi açıyorum. Dışarıda bir şaşkınlık var. Elimdeki kadına bakıyorum. Tekrar yudumluyorum. Elleriyle tuttuğu Cadillac'a birazdan binip buralardan uzaklaşacak gibi. Ara sıra kendini gösteren bir... Bir yeraltı meleği gibi; evet. Dışarı çıkıyorum. Ateş içindeyim. Başım ağrıyor. Ilık esintiye izin verirken caddedeki insanların şaşkınlığına dalıyorum. Hala bar kapısının önündeyim.

Bir gece ve sonra yine...

Şarkıyı iki kere çalıyorlardı sanırım. Aniden büyük bir patlama ile sarsılıyorum. Caddedeki herkes kaçışmaya başlıyor. Yere düşüyorum. Biri itmiş olmalı. Neyse ki acı bile hissetmedim. Bir patlama sesi daha... Kalkıyorum. Saatime bakıyorum. On dakika kalmış. Koşmaya başlıyorum. Kadınların bağırışları inanılmaz. Dereye karışır gibi dükkânlardan ve restoranlardan çıkanları görüyorum. Aynı yöne koşuyordu herkes. Tesadüf yolumun üzeriydi. Koşmaya devam ediyorum. Bir kadının ağlaması dayanılmazdır. Kirlenmiş beyaz elbisesi içinde birine sesleniyor. Göz göze geliyoruz. Yakalarımdan tutup durduruyor beni. Sanırım Juliette'nin kısaltılmışıydı seslendiği. Şişmiş kızaran gözlerini çevreleyen yüzünün her yeri ıslaktı. Nefesi yüzüme vurmuştu. Ve güzel ılık bir mayıs akşamı için sürülen parfümü... Başımı sallıyorum. Saklıyormuşum gibi yüzüme bakıyor yalvaran gözleriyle. Tarif ediyor. “Hayır” diyorum. Mırıldanmıştım yalnızca. Son ümidiymişim gibi çığlığa boğuluyor aniden. Uzaklaşıyorum. Saatime bakıyorum. Beş dakika var. Hızlanıyorum. Uzağa düşen bir patlama daha... Ardından gökyüzünü yararcasına derin bir sesle irkiliyorum. Ve diğerleri... Uçaklar... Üzerimizden uçuyorlar. Durmadan koşuyorum. İşte... İşte önümde “Arc de Triomphe” anıtı. Hala ayakta. Beni bekliyor. Her halinden belli… İkimizde seviniyoruz. Yüzümde belirsiz bir gülümseme ile karşılık veriyorum. O ise üzgün, gözleri nemli ama mutlu. Bir patlama daha... Yere düşüyorum. Göğsümün içinde hissetmiştim adeta. Kalkmaya çalışıyorum. Midem bulanıyor. Gözlerimle caddeye uzanıyorum. Şimdiden tanınmaz halde. Sis bulutunun içerisinde insanlar kaçışmaya devam ediyorlar. Kalkıyorum. Koşmaya başlıyorum. Bir uçak daha geçiyor üzerimden. Önce göğsümü yaran ince bir acı ile bağırıyorum. Uçak doğruca “Arc de Triomphe” in üzerine fırlatıyor. Alevler içerisinde dağılan taş parçalarının ardından sırtı adeta yarılmıştı. Hızlanıyorum. Yükselen alevli tozların içinden son kez göz göze geliyoruz. Sonunda varıyorum. Cebimden kibriti çıkartıp yakıyorum. Mezarın üzerindeki deliğe bırakıyorum. Hiç olmadığı kadar hızlıca alev alıyor meşale. Geriye çekiliyorum. Önümde uzanan 1950 metrelik Şanzalize caddesinde Alman tankları ve askerleri çoktan yerlerini almışlardı.

Bir Fransız değilim. Ya da İngiliz... Alman'da değilim. Türk, Yunan, Rus ya da Rum'da değilim. Ermeni ya da Azeri'de... Çin'li de... Arap'da... Hiçbiri... Müslüman'da değilim... Hıristiyan, Musevi ya da Budist... Hinduist'te... Ama Meşale yanmak zorunda… Tam da bu yüzden yanmak zorunda...

Şimdi üzerime tankların namluları doğruluyor. Ama meşale bir defa yanmıştı artık...

Kategori: