UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bi Kola Daha!

21 Haz 2014
Mehmet Sürücü

Duştan yeni çıkmıştım. Uzanmış, dinleniyordum. Bedenimdeki yorgunluğun sızıları hafiflemişti biraz. Cebim çaldı. Açtım. Kenan.

“Hazırlan hemen. Traktörle alacam seni.”
“Ne oldu?”
“Dağevine çıkıyoruz. Teşkilat hazır. Birader orda zaten. Sen sadece biraz ekmek al. Kendine yetecek kadar. Gerisine lüzum yok. Bizim eve doğru gel.”
“Tamam da duştan yeni çıktım. Bekle bir on dakika da hazırlanayım.”

Gerekmeyeceğini bildiğim halde sırt çantama kitap defter kalem attım. El feneri, çakı, ekmek aldım. Anama Kenan’la yakadaki zeytinliğe gideceğimizi söyledim. Sakın içmeyesiniz, diye bağırdı ardımdan.
“Tamam! Merak etme sen. Yorulduk zaten. Çok durmam. Beni bekleme, yat sen.”

Derenin üstündeki tahta köprüden geçerken hep yaptığım gibi durup, sudaki balıklara baktım. Gölgemin suya düşüşüyle ürktüler. Saz ot aralarına kaçıştılar. Ufakların umurunda değil. Sürüyle titreşiyorlar akan suda. Derenin karşı yakasından bağırıyor bizimki.
“Hadi oğlum! Geç kaldık zaten.”

Çamurluğa oturuyorum. Marşa basıyor. Yarım marş, çalışıyor. Her yanı dökülüyor bu traktör demeye şahit ister’in. Motordan, çamurluklardan, arka çeki kollarından adı sanı duyulmamış gıcırtılar, sesler, takırtılar geliyor. O alışmış. Doğal dili bu, traktörün şivesi. Tekerlekler avare kasnak gibi dönüyor. Önden ince bir cıyırtı geliyor.
“İmansıza yeni taktım vantilatör kayışını. İki gün çalıştırdım. On defa attı kayışı. En sonunda gene eskisini taktım. Şimdilik gidiyor ya, bakalım.”

Dik bayırda, tekerler çukura tümseğe geldikçe çamurluk esniyor, sallanıyor. Koptu kopacak. Bekliyorum, bakalım ne zaman tangır tungur yuvarlanacağız yamaçtan aşağı. Bir yandan da sallantı sarsıntı iyice açtı eklem aralarımı. Bir uyuşukluk, uyku hali bastı. Toprak yol, köyün dibindeki dik tepeye doğru eğile büküle yükseliyor. Marmara Adası tarafında tatlı bir kızıllık. Gün batıyor. Denizin üzeri gri bir pus. Adanın karaltısının ardında kaybolmuş güneş.
“Bana bak, iyi tutun. Toplamayalım seni sonra arkadan. Az kaldı zaten. Vardık sayılır.” Mazot kokusu karışıyor pamukçuk, katırtırnağı, karabaşotu kokularına.

Köye, denize, yukarı doğru uzanan soğan ekili tarlalara hâkim bir tepede kulübe. Ne bulunmuşsa, tuğla, kerpiç, taş, tahta, kalas, mertek, onunla çatılmış. Özenilmiş ama çatılırken. Sevilmiş. Bu sevgi de bir parça mağrur kılmış kulübeyi. Asi bir görünüşü var. Çatıda rengi soluk, bir bayrak dalgalanıyor. Yandaki ufak düzlükte durup, stop etti motoru. Erkan tahta kapının önünde dikiliyor. Üzeri naylon muşambalı masada yarım bardak rakı, tabakta birkaç dilim elma, kenarında bıçak, elma kabukları.
“Hadi yahu! Nerede kaldınız? Ta ne vakit çıktınız yola. Şimdiye kadar on defa gelmeniz lazımdı. Döndü mü yoksa bunlar dedim kendi kendime.”
“Anca oğlum. Senin motorsiklet mi sandın bunu. Yavaş geldik. Hassas yolcu vardı çamurlukta. Arkadan bi de onu mu toplayalım?”
Bir yandan da avadanlık gözünden çıkardığı öteberiyi içeri taşıyor. Tahta oturağa çöküyorum. Bedenimdeki sızılar geri gelmiş. Sırtımdaki çantayı çıkarıp, koyuyorum bir kenara. Hafif bir rüzgâr var. Kıylar esiyor. Kulübenin alt yanındaki eğimli yamaç, taş duvarlarla desteklenip setlenmiş. Her parçacığa üç beş zeytin ağacı ekilmiş. Dalları salınıyor. Cinsini bilmediğim birkaç kuş sesi karışıyor sessizliğe. Kalkıp zeytinlerin aralarında dolaşıyorum. Dipleri sürülmüş, dalları budanmış. İrice bir kayaya oturup, aşağılardaki köyün karaltısına, tarla aralarında kıvrılan yollara, sahile, iskeleye, açıklara doğru uzanan denize bakıyorum. Düşündüğüm bir şey yok. Bakmak yetiyor. Kiremitli bir çatının, çatıda dumanı tüten bacanın anlamını, ne ifade ettiğini bırakıyorum bir yana. Kalkıp yanlarına dönüyorum.
“Ayati ile Necdet de geliyor. Aradım az önce. Karaburun gelmeyecekmiş. Yorgunum dedi. Yalan söylüyor göt erif. Kaat oynayacak kavede. Sen nereye kayboldun? Bak, doldurdum bir bardak. Hadi bakalım. Başlayalım ufaktan ufaktan.”
Kadehini kaldırıyor. Tokuşturuyoruz. Üç bardak. Kenan kalkıyor.
“Karardı ortalık. Ay çıkar birazdan. Ben durumu gece ayarına çevireyim.”
Bir iki dakika sonra, birkaç yerde birden sarı ampuller yanıyor. Aydınlanıyor kulübenin içi, yanları, önü.
“Traktörün aküden tesisat çektim. Araya regülatör koydum. Fazla da yük binmiyor böylece aküye. Hem binse ne olacak. Biraz ittin mi traktörü aşağıya doğru, vurdurdun mu çalışıyor.
Gecenin sessizliğinde bir patırdama yükseldi.
“Hayati geliyor. Patpatı yeni aldı. Güzel, kuvvetli bir şey.”
Manastır tarafında, tepenin ardından doğan ayın ucu görünüyor. Patpatın motoru durmadan, ardından bir motorsiklet sesi geliyor.

****

“Üç tarla ektik bugün. Bir ara haşlama yetmedi. Gidip topladık. Ayıkla, hazırla derken vakit geçti. Geç kaldık. Yemek bile yiyemedik doğru dürüs. Daha tam kurumamış yerler. Islak. Çapayla çizik çizmesi bir dert, harman hazırlaması ayrı dert. Yorulduk akşama kadar. Kollarım koptu, belim tutuldu. Akşama MHP’nin seçim propagandası varmış kavede. Nasıl Memed? Oralarda da var mı seçim tantanaları?”
Tatsız konu. Seçim, propagandalar, birbirlerini yiyen siyasetçiler. Girmek istemiyorum. Duymazdan geliyorum. Erkan giriyor araya.
“Bu akşam ne olur bu seçimmiş, tapeymiş, hırsızlıkmış, paraları sıfırlamakmış konuşmayalım. Geçen akşamı rezil ettiniz böyle. Bu akşam hiç olmazsa bırakalım hepsini bir tarafa. Zaten ne bok oluyor konuşuyoruz da? Kuru gürültü. Bakalım biz kendi işimize.”
Rüzgâr serin esmeye başlıyor. Mart ne de olsa. Hırkamı atıyorum sırtıma.
“İsterseniz içeri taşıyalım masayı? İçerisi daha kuytu.”
Karar veriliyor. Peynir, elma dilimleri, salata tabağı, bardaklar içeri taşınıyor. Dışarısının serinliğinden sonra içerisi fırın gibi geliyor. Üşümeyelim de sıcak olsun. Ocak yanıyor. Yukarı doğru uzanan baca tuğlalarının yanları dumandan isten kararmış. Fazla geniş değil içerisi. Dipte tek kişilik, üzerine pırtılardan dokuma bir kilim atılmış. Rahat bir görünüşü var. Yer tahtayla döşenmiş. Eski bir yolluk atılmış üzerlerine. Duvara çift namlulu bir kırma asılmış. Namluya takılı deri fişeklikte parıldayan sarı kapsüller. Yanlara iri iri domuz dişleri sıralanarak yuvarlak, oval süsler yapılmış. Ocağın yanına, duvara bir tahta çakılmış. Üzeri öteberi dolu. Kâğıdı katlanmış yarım çay pakedi, şeker kavonozu, çay bardakları, tuzluk, kibrit, bir gaz lambası gelişigüzel sıralanmış rafta. Ateş şen. Alevler kıvrıla büküle kayboluyor baca değilinin yukarılarına doğru. Kızıl korlar yığılmış üst üste. Yüksekçe bir üçayak üzerinde kızaran etlerin nefis kokusu sarmış içeriyi. Masaya eski birkaç gazete yayılıyor hemen. Çabucak kuruluyor düzenek. Eller kadehlere gidiyor. Rakının anason kokusu bastırıyor et kokusunu.
“Nasıl geçiyor Bandırma’da günlerin?”
“Öyle işte. Okumakla, yazmakla. Arada müzik, şarap rakı bira. Ne denk gelirse.”
“Balıkçıları yazıyordun, o ne oldu?”
“Az kaldı. Bitti sayılır.”
Son zamanlarda muhabbet bu kanala döküldüğünde mutlaka ardından bir öykü gelir oldu. Herkesin bir öyküsü, öyküleri var. Çok beklemedim. Necdet bir yudum aldı rakısından. Yaslandı sandalyeye.
“Bak şimdi. Güzel bir hikâye anlatayım sana. Bu-Hayati’yi işaret ediyor- genç, delikanlı. Haşarı mı haşarı. Askerden yeni gelmiş. Her gün sarhoş. Bilirsin o zamanları. Algarnanın en cafcaflı günleri. İniyorsun kanala, salıyorsun algarnayı, envayi çeşit bereket. Mezgiti, kırlangıcı, karidesi, istavriti. Hatta bazen kalkan bile çıkıyor. Marmara bereketli o zaman. Hoş! Aslına bakarsan bu algarnalarla, midye kapılarıyla biz belledik denizin anasını ya! O konuya hiç girmeyelim biz. Her neyse. Bu karar vermiş. Kandırmış rahmetli babasını, bir kayık alacaklar. Algarna çekecek. O zamanlar bir anda çoğaldıydı köyde kayıklar. Para kazanınca üç beş kişi, cesareti olan, tayfa bulan kayık almaya koştu. Her taraf kayık doldu.”
“Tamam da, sen neden anlatıyorsun? Adamın kendisi burada. Bırak o anlatsın”
“Yok! O doğrusunu anlatmıyor. Ben daha doğrusunu anlatırım. Onu karıştırma. Marmara Adası’nda bir kayık buluyorlar. Bu alıyor babasından parayı. Ama bir şartı var babasının. Yanına amcasıyla birkaç yaşlı daha alacak giderken kayığı almaya. Genç ne de olsa. Kandırırlar. Her taraf yankesici. Parasını çarparlar. Gitme zamanı kararlaştırılıyor. Amet Amcası, Dermenci İsmet, Hacı Mümün bir de Mollaemin var ekipte. Bunları Aliko götürecek. Mazot parası yarı yarıya. Dönüşte de Aliko bidonları şarap dolduracak. Oradan vuracak voliyi. Çıkıyorlar yola ya, bunun kafa hoşnut değil ekipten. Hepsi babasının cami arkadaşları. Onun kafa başka gavurluklarda. Ama yapacak bir şey yok. Katlanacak. Varıyorlar adaya. Gündoğdu’da oyalanıyorlar biraz. Namaz falan. Sonra basıyorlar pancara kolu. Marmara kasabasına. Yanaşıyorlar iskeleye. Atıyorlar halatı. Bağlıyorlar kayığı iskele babasına. Ne yapalım? Şöyle bir çay bahçesine gidelim. Birer çay içelim. Aliko, benim işim var, siz gidin. Sonra burada buluşuruz, diyor. Yaz günü. Her taraf cıvıl cıbıl. Turistler, mayolular, açık saçık kıyafetler, şortlular, mini etekliler, baldır, kıç, bacak. Görünce hali, vaziyeti, bizim ihtiyarların, hani derler ya gözleri fal taşı gibi açılmış.”
Hayati dayanımıyor. Giriyor araya.
“Yok oğlum öyle değil. Sen de bilmiyon doğrusunu. Anlatayım da dinleyin. Bunların yüzü gözü kızardı, morardı, renkten renge girdi, yeminle. (hepimizin yüzüne baktı tek tek-yüzlerde fazla oyalanmadan) Hacı Mümün ile Molla Emin’in dudakları kıpır kıpır. Belli ki içinden bildiği ne kadar şeytan, musibet kovan dua varsa okuyorlar. Bi yandan da, oh olsun, bok mu ararsınınz burada, diyorum kendi kendime. Bunların kafa önde, yere baka baka yürüyorlar. Bulduk bir çay bahçesi. Kenar bir yere yöneldiler hemen. Tenha bir duvar dibinde bir masa gördüler. Dördü de bir hat üzerine dizilip, yüzlerini duvara döndüler. Olur a, kazayla namahreme ilişir gözleri de… Maazallah! Çay söylendi. Sıkı sıkı tembihlediler, Bak demli olacak, tek şekerli olacak. Beğenmezsek para yok, ona göre. Geldi demliler. İçtik. Ama etraftaki durumu görünce benim içim fokurdamaya başladı. Zaten kurtlu adamım. Bakıyorum yan masalara, huri gibi, artis gibi kızlar. Önlerinde biralar çerezler. Güle bağrışa eğleniyorlar. Kafam kaydı hepten. Bir şeyler içmem lazım. Böyle çayla, çorbayla olmayacak bu iş. Ama nasıl? Kalktım. Ben işeyecem, şimdi geliyorum, dedim. Girdim servisin yapıldığı yere. Bakındım. Yetkili olduğunu düşündüğüm kel kafalı birine yanaştım. Kolay gelsin, sağol. Ağbi benim bir ricam olacak. Buyur. Biz şu duvar dibinde oturuyoruz. Kocaburgaz’dan geldik. Kayık alcaz Veysel Kaptan’dan. Da benim canım biraz bir şeyler içmek ister. Anlarsın ya! Ama bizim mollaların yanında bunun mümkünü yok. Çakarlarsa durumu duman ederler beni. Bi kolanın yarısını dökseniz de üstüne cin votka gibi bişeyler doldursanız? Olmaz mı? Çok makbule geçer. Baktı adam pis pis sırıtarak. Olmaz olur mu hemşerim, hallederiz. Sıkma sen canını. Ruhu duymaz hiç birinin, sen şimdi git. Gerisini ben hallederim, dedi. Anlaştık. Bir ufak votkanın parasını verdim. Ben garsona oturduğum zaman; Bir kola getir hemşerim, diyecem. Gelecek bizim karışık, takviyeli kola. Diğerleri içsinler zehir gibi çayı. Amcamı bilirsiniz. Pek sevmez insan arasına karışmayı. Yabanidir. Tarladan eve, evden tarlaya. Kaveye bile çıkmaz çoğu zaman. İçecek olarak bir çay bilir. Kolaymış, gazozmuş bilmez, bilmek de istemez. Ben çaktım selamı garsona. Geldi bizim kola. Yarıladım. Kafa başladı ufaktan dumanlanmaya. Neşem yerine geldi. Bir taraftan da yan masaları kesiyorum. Onun kıçı, bunun baldırı, ötekinin memelari derken, iyi oldum resmen. Arka arkaya üç kola devirdim. Bakıyorum amcam arada bir beni kesiyor. Ne içiyon? Kola. Nasıl içiyonuz bu garip şeyi. Ne garibi amca, sen hiç kola içtin mi? Yok be evladım. Neden içecemişim öyle bilmediğim şeyi? Tekrar kaydırdım alakamı etrafa. Orası burası derken dalmış gitmişim. Bir ara da, daldığım hayallerden amcamın sesiyle uyandım; Oğlum! Garson efendi! Bak bakam bu yana. Bana da getir bu koladan bi tane evladım. Bakalım nasımış tadı. O an anladım bir şeyler olacağını. Ama yapacak bir şey yok. Dua ettim de normalini getirsin. Yoksa iş karışacak. Rezil olacam. Geldi kolası. Yanları boğum boğum, ıslak. Dolu dolu birkaç yudum içti. Gazı tıkadı galiba boğazını. Uzun uzun öksürdü tıksırdı. Arkasına bir bafra yaktı. Yarım saat sonra ilk belirtileri görülmeye balşandı. Yüzü gözü kızardı. Bütün yüzüne bir durgunluk, sakinlik yayıldı. Sandalyesini alıp yanıma yanaştı. Önce gözlerini uzaktaki denize dikti, ardından yakına, oradan daha yakına kaydırıp, masa aralarında, sağda solda dolaştırmaya başladı. Birkaç kez geğirdi. Diğerleri, Yarasın Ametağa, dedi. Zaman geçtikçe tüm yüzü koca bir tebessüme dönüştü. Amcamın bir huyu vardır, kafadan kasketini hiç çıkarmaz. Bazen kendi aramızda, yatarken de çıkarmıyordur diye dalgasına bile konuşurduk. Eli kasketine gitti. Aldı kafadan. Attı masanın üzerine. Kasketten bir toz bulutu yükseldi. Sandalyede şöyle bir hafifçe kaykılı; Güzelmiş bu gavur malı yahu! Oğlum, garson! Bi kola daha getir. Büyüğünden olsun, dedi.”

Kahkahalar ardı ardına çınladı kulübenin içinde. Birisi şişenin dibinde kalanı paylaştırdı. Duvardaki kırmanın iki gözü yere bakıyor. Kimsenin umurunda değil. Hiçbirimiz fark etmiyoruz. Suyu içen rakı renk değiştiriyor. Ocakta korlar sönmek üzere. Bir parmak kül tutmuş üzerleri. Bacada rüzgâr uğultusu.
“Rüzgar çevirdi galiba. Sesi bir değişik geliyor.”

Dışarı çıkıyorum. Ay tepenin ardında yükselmiş. Yusyuvarlak. Güzel görünüyor gökte. İçeriden dışarı taşan acılı müziğe kahkahalar karışıyor. Ayın ışıkları parıldıyor zeytin yapraklarında. Tepeden bir baykuş sesi geliyor kesik kesik. Gitme vaktiydi.

08.04.2014

Kategori: