UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

11 Kas 2010
Barış Acar

Baudelaire “Herkese Kendi Düşü” isimli düzyazı şiirinde, “külrengi, engin bir gök altında, yolsuz, çimensiz, dikensiz, ısırgansız, geniş, tozlu bir ovada” iki büklüm yürüyen insanlara rastladığını söyler. Bu insanların her biri sırtında, bir un ya da kömür çuvalı kadar büyük bir “Düş” taşımaktadır ve bu Düş cansız bir ağırlık değildir. Çevik ve güçlü kaslarıyla altındakini ezen bir hayvandır insanların sırtında taşıdığı. Şairin anlamaya çalışacağı, ama bir süre sonra üzerine çöken, “karşı konulmaz İlgisizlik”le düşünmekten vazgeçeceği kalabalık, “hep umutetmeye yargılı olanların boyun-eğmiş yüzleriyle” ilerler, gider.

Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” kitabını anlam boyutunda özetleyen bir şiirdir “Herkese Kendi Düşü”. Sıkıntı tüm ağırlığıyla gelip çöreklenmiştir üzerimize. Burada doğru soru şöyle sorulabilir: “Kimin nesidir bu sıkıntı? Nereden gelmiştir? Sıkıntı, nedir?” İşte, Baudelaire bu sorunun yanıtını arar gibidir tüm yazdıklarında. Şiirinin sonunda da taşı başkasının kafasına atacağına, kendi alnını yarmayı tercih etmiştir. Düşlerinin ağırlığı altında umut etmeye boyun eğmiş insanlar hiç değilse ilerlemektedirler. Şair ise, onların hayvanlarından daha ağır olan kendi “İlgisizlik”i altında ezili kalır.

""
“Bu yaşam bir hastanedir, her hastası yatak değiştirme isteğine kapılmış. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.” (s. 110)

Baudelaire’de yaşam, sıkıcı, hastalıklı, umutsuz olarak nitelenmesine karşı, sürekli bunun kişilerle ilişkisi üzerinde durulur. Yani yaşam sıkıcıdır derken şair; dağlar sıkıcıdır, gökyüzü sıkıcıdır, denizler ve göller sıkıcı... demez. Yaşamı sürekli sıkıcı olarak nitelendirmek, hadi en iyisinden, dipsiz bir melankoli olarak düşünülebilir. Yaşam sıkıcı değildir. Sürekli kendini tekrar eden düşler, bir türlü devinmek ve aşılmak bilmeyen sistemler, yerleşmiş ahlâk kuralları... sıkıcı olabilir; ama yaşam sıkıcı değildir. Tüm bu sayılanları yapan, eyleyen insan olduğu halde, insana sıkıcıdır demek bile yersiz bir serzenişin sularına yelken açmak olacaktır. İnsan bir olanaklar varlığıdır çünkü. Yapıp etmesini belirleyenlerin içinde daha önceden yapılıp edilmiş ne olursa olsun, o, ontolojik olarak yeniyi bulmaya muktedirdir.

“Yabancı” adlı şiirinde de, kendisine sorulan “Neyi seversin en çok?” sorusuna şöyle cevap vermesi bize bu tutumunu gösterir:

""
“Bulutları severim... işte şu... geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!” (s. 9)

İnsan ve Değerleri” adlı kitabında İoanna Kuçuradi, insanın sınırları olan bir varlık olduğunu belirtir. İnsanın “bütünü” anlamaya vakti ve araç-gereci yoktur. Ancak “bütünü” kendine dert edinen, bu anlamda soyut düşünebilen tek varlıktır insanoğlu. Bu özelliğiyle öteki varlıklardan ayrılır. Baudelaire’i dert sahibi yapan sıkıntıyı böyle anlamak gerekir:

""
“Dışarıdan, açık bir pencereden içeriye bakan kişi, kapalı bir pencereye bakanın gördüğü kadarını göremez hiçbir zaman.” (s.88)

Alıntıların yapıldığı kaynak: BAUDELAIRE, C. Paris Sıkıntısı, (Çev. Tahsin Yücel), İstanbul, Adam Yayınları, 1992.
İlgili Okuma: Baudelaire ve Modern Sıkıntı - Seda Esen

Kategori:

Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

“Yaşanan gün içindeki insan yaşadığı günden sonra gelmesini umut ettiği daha gelişkin bir yaşamı; insanın yaşadığı çağ ise, kendisini izleyecek olan çağı düşler.” (s.184)

Ünsal Oskay, Walter Benjamin’in Baudelaire üzerine yaptığı çalışmayı aktarıyor: “Fantazyaların ütopyaların doğumunu sağlayabilmesi ise, fantazyaların yaratıcısı olan insanın, yaşanan zamanın ‘nasılsa, hep öyle sürecek bir zaman’ olmadığını düşünebilmesine; zamanın getireceklerini kendi düşüncesinde tasarlamasına bağlıdır.” (s.185)

Düşlerinin altında umut etmeye boyun eğmiş insanlar “nasılsa, hep öyle sürecek bir zaman”ı tüketmek yerine daha gelişkin bir yaşamı arzularlar. Ancak bu daha gelişkin yaşamın arzulanması sıkıntıyı azaltsa da yok etmez; çünkü arzular tatmin edilmediği sürece kişideki eksiklik duygusunun yerini bütünlük hissi almaz. “İlgisizlik” ise eksiklik duygusunun hiçbir zaman bütünüyle giderilemeyeceğini bilmekten kaynaklanır. Ne yaparsa yapsın, arzu tatmin edilemeyecektir. Ona en yakın olduğumuz zamanda dahi hep bir gedik kalacaktır. Bu gediğin sürekliliğini fark edince sıkıntı engellenemez. Arzu fantazya düzeyinde kalsa da veya fantazyadan ütopyaya ulaşsa da sıkıntı aşılamaz. Yaşamın sıkıcı, hastalıklı ve umutsuz olması bana kalırsa buradan kaynaklanır. Bizim arzularımızdan bağımsız olan doğa belki de tam olarak bu bağımsızlığından dolayı sevilmeye değerdir. İnsanın bütününü anlayamayan insan doğayı anlayamasa da sever; çünkü o arzularının ve taleplerinin dışındadır. Güneşin doğuşu, bulutların geçip gidişi, denizin dalgalanması insana bir odanın içerisinde olmasına rağmen dışındaymış hissi var. Yani büyük kapatılmayı engeller. İnsanın kendi arzularına tutsaklığının, diğer insanlar tarafından sıkıştırılmışlığının (ahlak vs.) karşısında açık bir pencere aralar. Aslında makadamın batağında aranan da bu pencere değil midir? Ama maalesef kişi orada da “öteki”ne yakalanır. Gözler ailesi her yerdedir. Ötekilerin bakışından kaçmak mümkün değildir.

Kaynak: Oskay, Ü (2000).Tek Kişilik Haçlı Seferleri. İstanbul: İnkilap.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

dioneo dedi ki:
Gözler ailesi her yerdedir.

Bu lafı çok sevdim. Felsefi bir kategori olarak ele alındığında "can sıkıntısı", "yalnızlık"la ilişkiliymiş gibi gelir bana. Özellikle de Baudelaire gibi, Lautremaunt gibi, Kafka gibi, modernizmin köşetaşı olmuş yazar ve şairlerde. Yalnızlık, diğer insanlar varken yaşanan bir duygudur. Birbaşınalık gibi tekil değildir. Bu yüzden birbaşına olan insanın canı sıkılmaz; o her daim yaşama uğraşında olacaktır. (Kentli insan ve kır yaşantısında insan olarak tanımlasak çok mu teknikleştirmiş oluruz bu ayrımı?)

Oysa yalnız kişi, diğerlerine karşı yalnızdır. "Gözler ailesi her yerdedir" ve yalnızlığı da can sıkıntısını da yaratan, modernitenin belirli bir anına özgü, bu her yerde oluştur.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Aslında kentli insan kır yaşantısındaki insan ayrımından ziyade modern şehirdeki sınıf bölünmeleri Baudelaire’de söz konusu olan. Kentsel mekânlar büyük çarpışma alanlarıdır ona göre. Baudelaire, Paris’in bulvarlarını, cafe’lerini gözlemlerken camekânın dışında kalanların yoksulluklarını ön plana çıkarır. Bir tarafta şehrin bütün olanaklarından yararlanan, bulvarlarında gezip cafe’lerinde oturan bir burjuva kesimi diğer tarafta ise hep “dışarıda” kalan bir yoksul kesim söz konusudur. Baudelaire’in yalnızları işte bu cafe’lerde oturup kahvesini içen, gazetesini okuyan, etrafı kalabalıklarla çevrili olmasına rağmen kendisini yapayalnız hisseden bazı burjuvalardır. 19.yüzyılın yeni kent ortamı ve geleneksel şehrin modernleşmesi bu iki kesimin arasındaki sınırları kaldırmış ve onları her an her yerde karşılaşır hale getirmiştir. Yeni kent bundan böyle burjuvayla yoksulun birleştiği bir mekân haline gelmiştir. İçe dönük ve kapalı kent tasarımının son bulmasıyla insanlar fiziki olarak birbirine yaklaşmış ama bu yaklaşma ruhsal birlikteliği de peşi sıra getirmemiştir. “Yalnızlık, diğer insanlar varken yaşanan bir duygu” olmuştur. Bununla beraber kırda çevresindeki kalabalığa rağmen içe dönük bir yaşam sürdüren insan da yalnızdır. Kentte sürekli olarak yaşama uğraşısındaki insanın yalnız değil ama birbaşına olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

dioneo dedi ki:
19.yüzyılın yeni kent ortamı ve geleneksel şehrin modernleşmesi bu iki kesimin arasındaki sınırları kaldırmış ve onları her an her yerde karşılaşır hale getirmiştir. Yeni kent bundan böyle burjuvayla yoksulun birleştiği bir mekân haline gelmiştir. İçe dönük ve kapalı kent tasarımının son bulmasıyla insanlar fiziki olarak birbirine yaklaşmış ama bu yaklaşma ruhsal birlikteliği de peşi sıra getirmemiştir. “Yalnızlık, diğer insanlar varken yaşanan bir duygu” olmuştur.

Modern yaşamdaki yalnızlık duygusunun sınıfsal altyapısını ve bunun ürettiği "sıkıntı"yı güzel özetlemiş yukarıdaki satırlar.

19. yy. sonunun getirdiği hız ve yabancılaşmayla gelişme eğrisi yükselen bu duygu elbette kentleşmeyle ilgili. Baudelaire de kesinlikle bunun üstünde duruyor.

Yine de kırsal yaşantıyla bir kıyas bana verimliymiş gibi geliyor. Keza kırda toprağı işledikten sonra tarladaki tek ağacın altına oturup dinlenen adamın yaşadığı yalnızlık duygusu ile cafe'de vakit öldüren adamın yaşadığı yalnızlık duygusu temelden farklıymış gibi geliyor bana. "Birbaşınalık"ı buradan yola çıkarak, doğaya karşı bir öznelik durumu olarak konumlandırıyorum (Sözcüğün olumsuz çağrışımlarını bir kenara bırakarak). Birbaşına olanın derdi -bu derece güçlenmesinden modernitenin sorumlu olduğu- toplum ya da toplumsallık değil, "doğa" olduğundan o can sıkıntısını tanımıyor ya da tanıdığı can sıkıntısı kentlininkiyle özdeş değil. Yalnız adam ise gözler ormanından bir türlü kurtulamayan, özneleşmek için ötekine muhtaç olan, dolayısıyla tepkiselliğin kahrıyla sıkıntılar içinde boğulan bir karakter olarak canlanıyor benim gözümde.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Bugün, kitapçıda, Husserl'in Bunalım'ına gitti gitti geldi elim. Çevirmen Levent Özşar'ın güzel emeğinin ürünü olan bu kitap belki konuya yeni bir pencereden bakmamı sağlayabilir.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Kırsal yaşantıyla kent yaşantısı arasında yalnızlık duygusu açısından belirttiğiniz farklılıklara katılıyorum. Sadece keskin sınırlar çizmemek gerektiğini düşünüyorum. Kente atfedilen yalnızlık duygusu veya köyde yaşanan birbaşınalığın zaman zaman yer değiştirebilirliğine dikkat çekmek istedim. Çünkü 19.yüzyılın modernizmiyle günümüzün koşulları çok farklı. Köy eski köy değil. Telefonuyla, internetiyle, uydusuyla vs. farklı bir yapı kazanmaya başladı. Sadece kentte değil ama köyde de bizim burada bahsettiğimiz yalnızlık tanımlamasının dışına çıkan yalnızlıklar türedi. Köy açısından özellikle yeni kuşaklar için durum böyle. Köylerde internet kafeler inanılmaz bir hızla çoğalıyor. Yalnızlık ve yabancılaşma beraber yürür. Sanal dünyanın girdiği her ev yabancılaşmaya ve yalnızlığa biraz mahkûmdur. Öte yandan kentler de eski kentler değil. Büyük göç dalgaları kentli yoksullara göçle gelen yoksulları ekledi. Kentlerin çok kültürlü bir yapıya bürünmesi (Ya da Türkiye açısından arabeskleşmesi diyelim) yalnızları da birbaşınaları da çoğalttı. Dolayısıyla yalnızlığın nerde başlayıp nerde bittiğini veya kimin birbaşına kimin yalnız olduğunu ayırt etmek eskisi kadar kolay değil.
Bu arada Bunalım’ı okumadım. Ben de göz atmak isterim.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Günümüzde bir "köy"den söz edip edilemeyeceğinden ben de çok emin değilim; artık hiçbir köylü sadece köyde yaşamıyor. Sanırım bu, Althusser'in dikkat çektiği üstyapı örüntüsü olarak "ideolojik aygıt"ın sanıldığından çok daha güçlü olduğunun bir göstergesi olarak okunmalı. Benim kastım daha çok 19. yy. üzerinden. Öte yandan şu düşüncenize katılıyorum:

""
Kente atfedilen yalnızlık duygusu veya köyde yaşanan birbaşınalığın zaman zaman yer değiştirebilirliğine dikkat çekmek istedim.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Cogito’nun Heidegger Özel Sayısı’nda filozofun “sıkıntı” kavramı üzerine düşüncelerini ele alan bir yazı yayımlanmış (EJDER, Özge. “Heidegger Düşüncesinde Sıkıntı Kavramı Üzerinden Modernite Eleştirisi”, Cogito, Güz 2010).

Yazıda Heidegger “sıkıntı”yı, sözcüğün Almanca kökenine giderek, “uzun zaman” ve “ev özlemi” anlamlarının çağrışımlarıyla yorumluyor. Can sıkıntısıyla zamanın subjektif olarak uzamasını ve bunun da kişinin kendi evine (yurduna desek anlamı fazla mı zorlamış oluruz) duyduğu özlemi arttırmasını konu edinmiş. Sıkıntının olumlanabileceği yegâne mekân olarak, kişinin kendini yersiz-yurtsuz hissettiği modern dünyayı işaret etmiş.

Makalenin tamamını okumak için kendimde yeterli itkiyi bulamadım; ama sözcük anlamları üzerinden kurulan ilgi hoşuma da gitmedi değil.

Acaba Türkçe’de düşünecek olsaydık, sözcüğün kökeni hangi anlam katmanlarına götürürdü bizi? TDK’daki anlamıyla hem “sıkıntı” hem “can sıkıntısı” bizi “işsizlik”e götürüyor. “Bunalım, tekdüzelik, ruhsal yorgunluk” diğer anlamları. Sözcüğün kökenine indiğimizde ise “sık-ma”, “sık-ıl-ma” üzerinden, “daralmak, kasılmak, yoğunluk” karşılıyor bizi, Nişanyan’a göre. Özellikle “kesafet” anlamından “kesif” (yoğun) ilgimi çekti benim. “İşsizlik”le başlayıp “yoğunluk”la biten bu zincir hoşuma gitti: İşsiz adamın yaşadığı yoğun çaresizlik duygusu. Modern yaşantının her an her yerde sürmekte olan onlarca olayının arasında, yapacak hiçbir şeyi olmadığı halde kendini bir şeylerin arasında kalmış, daralmış, kasılmış hisseden şairi düşünüyorum.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

""
İşsiz adamın yaşadığı yoğun çaresizlik duygusu.

Çaresizlik duygusundan öte harekete geçecek gücü kendinde bulamama ve isteksizlik olarak mı tanımlasak acaba? Depresyonun bir alt basamağı ya da depresyona ön hazırlık da olabilir.
""
Modern yaşantının her an her yerde sürmekte olan onlarca olayının arasında, yapacak hiçbir şeyi olmadığı halde kendini bir şeylerin arasında kalmış, daralmış, kasılmış hisseden şairi düşünüyorum

Böyle de olabilir veya yapacak birşeyleri olduğu halde onları yapacak gücü kendinde bulamama, harekete geçememe hali de olabilir. Her iki durumda da daralma, kasılma sözkonusu tabi.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın anlamsızlık duygusuyla ilişkili sanki.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

""
Hele şükür! yalnızım! Gecikmiş, yorgunluktan bitmiş birkaç arabanın uğultusundan başka bir şey duyulmuyor artık. Dinlemişe ermesek de sessizliğe ereceğiz birkaç saat boyunca. Hele şükür! İnsan yüzünün zulmünden kurtuldum, yalnız kendi kendimden çekeceğim artık.

Alıntı: BAUDELAIRE, C., "Saat Sabahın Birinde", Paris Sıkıntısı, (Çev. Tahsin Yücel), 4. basım, İstanbul: Adam Yayınları, 1996, s. 22.

Yukarıdaki satırlar şairin "sıkıntı"yı temellendirdiği yerin kendi konumuyla ilişkili olduğunu çok güzel vurguluyor. Ahmet Oktay İmkânsız Poetika kitabında şöyle demiş:

""
Baudelaire'in toplumsal çözümleme düzeyindeki tüm düşünsel sınırlılıklarına hatta yetersizliklerine, kişisel saplantı ve sapkınlıklarına rağmen yaşadığı dönemi çelişkileriyle yansıtmayı başardığı, ezilen kesim insanının söylemiyle bütünleşebilen bir şiir ürettiği pek çok araştırmacının belirttiği bir olgu. Baudelaire bir seçkin olduğunu hep bilmiş ama bu kimlikle sınıfının içinden değil egemen sınıflar ve iktidar erkince dıştalanmış toplumsal katmanlar arasında yaşamayı tercih etmiştir. (s. 277 - kaynak için yukarıdaki bağlantıya tıklayın)

Bir yandan Baudelaire şiirinde sıkıntı temasını gözden geçirmeye çalışırken bir yandan da farklı çeviri örneklerine ulaşmaya çabalıyorum. Ancak korkarım Paris Sıkıntısı'nı Tahsin Yücel'den başka bir çevirmenden bulamayacağım.

Örneğin aşağıdaki cümlelerin Baudelaire'e ait olup olmadığını anlayabilmek bir yana anlamına ulaşmak bile epey uğraştırıcı benim için.

""
Hayır! dakikalar yok artık, saniyeler yok! Zaman silindi. Durasızlık egemen her şeye, bir hazlar durasızlığı! (s.14)

İnternette bir hayli bakındım. Frankofonilerde epey yazı yayımlanmış Baudelaire üzerine. Ama kitaplarının çevirileri hakkında çok detaylı bir şeye rastlayamadım. Kitaplığımdan uzak olduğum için Erdoğan Alkan'ın incelemeleri gibi çalışmalardan da uzağım. Belki oradan farklı örneklerin izi sürülebilirdi.

Gaston Bachelard'ın Uzamın Poetikası'nda şairin kullandığı engin (fr. vaste) sözcüğünün anlamına ilişkin güçlü bir bölüm mevcut (özellikle 278-286 arası), bir de Hacettepe Eğitim Fakültesi Dergisi'nde Hamit Sunel'in Baudelaire'den örnekler verdiği bir yazısı var. Keşke böyle tek tük çalışmalar BOPS'un yaptığı Balcony çevirileri örneğindeki gibi çalışmalarla genişlese.

Can sıkıntısıyla başlayıp çeviri sıkıntılarıyla uzayıp giden bu iletiyi şairin "Can Sıkıntısı" şiirinden bir bölümün Suut Kemal Yetkin çevirisiyle sonlandırayım. Burada Baudelaire, sıkıntının -Heidegger'in üzerinde durduğu- zaman uzatıcı yönünü ve bunun insanda yarattığı dehşeti ne güzel belirtmiş.

""
Bıkkınlığın yemişi, dinmez can sıkıntısı,
Ölümsüzlüğün sonsuz ölçüsünü aldı mı?
Karlı yılların ağır yumakları altında,
Topal günleri geçmez hiçbir şey uzunlukta.
-Artık ey canlı madde! belirsiz bir dehşetin
Sardığı bir kayadan başka bir şey değilsin. (kaynak)


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Husserl'in Bunalım'ını nihayet edindim. İlerledikçe, konuyla ilgisi bağlamında, Husserl yorumlarını buradan aktarmaya çalışacağım.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Husserl'in Bunalım kitabında odak noktasına aldığı sorun Avrupa'nın, bilimlerin ve felsefenin bunalımı.

Metinlerin sunulduğu tarih, 1935. Hal böyle olunca Baudelaire'in sözünü ettiği "sıkıntı"nın/ bunalımın sularından hayli uzakmış gibi görünüyor. Oysa daha yakından bakıldığında İki Dünya Savaşı arasında yazılmış olan bu metin, bir yandan akılla temellendirilmiş (rasyonel) dünyanın "çöküşünü", bir yandan da Baudelaire'in ilk ipuçlarını verdiği "gündelik yaşam" kültürün egemenliğinin ilk ipuçlarını veriyor. Bu yüzden üzerinde durmaya değer.

Aşağıdaki notlar bu üzerinde durmanın sonuçlarıdır:

Okuduğum kitap, Husserl'in "Avrupa'nın bunalım"ı konusunda verdiği farklı iki konferansın/ dersin metninden oluşuyor. Anladığım kadarıyla bu metinler daha sonra Bunalım adlı bir kitapta aynı tema üzerine bir dizi metinle bir arada yayımlanmışlar.

Husserl'in yaşamöyküsüne baktığımızda 1935 epey geç bir tarih. Dilthey'la tanışıklığının üzerinden epey zaman geçtiği, Heidegger'le dostluğunun geliştiği ve Nazi iktidarı sonrasında Amerika'ya göç ettiği yıllar. Ben metinleri okurken bu unsurları göz ardı edemedim nedense. Tabii bir de, filozofun transandantal fenomenoloji düşüncesinin egemenliğindeki yıllar olduğunu untumamalı.

Husserl metinlerde, özellikle Avrupa'nın bunalımı tanımıyla, son yıllarda gerçekten var olup olmadığı çokça tartışılan, bir Avrupa tahayyülü çiziyor. Daha sonra özellikle pozitif bilimlerin "nesnelliği"nin tartışma konusu edildiği "bunalım"ı merkezine alıyor. Bunlara karşı, tin bilimlerinin ve felsefenin konumunu araştırıyor.

Husserl, tin bilimlerini tanımlarken tin kavramı için ayrıcalık taşıyan vurgusunu burada da yapıyor:

""
Doğa alanındaki gibi tin bilimlerine ait olan görüngüler için de gerçekten sağın bir açıklama, bunun sonucunda da kapsamlı bir bilimsel uygulama olanaklı olacaksa, tin bilimlerini uygulayanların tini tin olarak göz önüne almakla kalmamaları, onun gövdesel temellerine geri gitmelerini, açıklamalarını fizik ile kimyanın sağın bilimlerini uygulayarak gerçekleştirmeleri gerekir. (s. 15)

Burada Husserl, günümüzde de "tin" kavramının özünü oluşturan cisimsellikten ayrılamayacak "dirimsel tinsellik" tanımını ortaya atıyor. (s. 16)

Filozofun tin bilimleriyle doğa bilimleri arasında var olduğu düşünülen ayrım ve hiyerarşiye karşı konumu hoşuma gitti:

""
Doğa bilimin (bu niteliği ile bütün bilimler gibi) birbiri ile iş birliği içindeki doğa bilimcilerin tinsel etkinliklerinin adı olduğu unutuluyor besbelli. (s. 18)

Düşünür bu noktadan sonra Avrupa ortak adının temeli olduğunu düşündüğü geleneği tanımlama ve temellendirme çabasına girişiyor. Elbetteki bunu M.Ö. 8. yy.'dan başlayan Antik Yunan toplumuna ve felsefeye bağlıyor. "Bütün varolanların evrensel birliğinin bilimi" olarak tanımladığı felsefeden (s. 24) sonra, bu çabanın iletişimsellik sonucunda geliştiğini de vurguluyor (s. 25). Daha da önemlisi ise felsefenin neredeyse tözsel olduğunu düşündüğü yapısını, sonsuzlukla ilişkilendirmesi. Bilimselliğin de bunun olmazsa olmaz koşulu olduğunu söylemesi (s. 27).

(Devamı gelecek.)

İlgili Okumalar:
FENOMENOLOJİ VE EDMUND HUSSERL'DE APAÇIKLIK (EVIDENZ)PROBLEMİ - Ülker Öktem
"Tin" kavramı için: Tarihte Akıl'dan - Hegel

Alıntılar ve referanslar için kullanılan kaynak: HUSSERL, E. Bunalım, (Çev. Levent Özşar), Bursa: Biblos Kitabevi Yayınları, 2009.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Baudelaire’e biraz daha baktım. Paris Sıkıntısı’nda, sıkıntıyla yaşama arzusu/tutkusu bir madalyonun iki yüzü gibi duruyor. İki Kişilik Oda’da “ağzına kadar tiksintiyle dolmuş” bir dünya tasviri çizilirken Deli ile Venüs (çok güzel bir metin) evrensel sevinci coşkuyla anlatıyor. Paris Sıkıntısı, genellikle kalabalıkların içinde yaşanan yalnızlık duygusu veya sıkıntıyla ilişkilendiriliyor doğal olarak ama metinlerde yalnızlığın ve sıkıntının çok uzağında gerçek veya düşsel başka yaşam olanakları da sıklıkla ortaya koyuluyor.

Yolculuğa Çağrı’da “yemeklerin bile hem şiirsel, hem yağlı, hem kışkırtıcı olduğu bir ülke,” özleniyor ve “gidip orada yaşamalı, orda ölmeli işte,” deniliyor.(s.37)

Tasarılar’da üç farklı ev düşleniyor ve metnin sonu şöyle:

""
“Bugün düşümde üç evim oldu… Üçünde de aynı hazzı buldum. Ruhum böyle rahatça dolaştıktan sonra, yer değiştirsin diye neden zorlayayım bedenimi? Tasarı da tek başına yeterli bir ergi nasıl olsa, tasarıları gerçekleştirmeye ne gerek var?” (s.54)

Gerçek yaşamda sıkıntıyı azaltan bu tasarılar belki de.

Paris Sıkıntısı’nın Yoksulların Gözleri ve Kaybolan Hale kadar ön plana çıkarılmayan ama üzerinde mutlaka durulması gereken çok önemli bir başka metni de Yoksulları Gebertelim. Baudelaire’in iyi meleği kulağına fısıldıyor:

""
“Ancak eşit olduğunu kanıtlayan kişi eşittir bir başkasına, özgürlüğü ancak onu kazanan hak eder.” (s. 111)
Kitabın sondan bir önceki bu metni yoksullarla burjuvalar arasındaki çatışmaya bir çözüm olarak sunuluyor sanki. Ben öyle algıladım. Tabi, yoksulların kendilerini burjuvalar karşısında kanıtlamak zorunda olmaları mücadeleye bir sıfır yenik başlamaları demek. Bugün de değişen fazlaca bir durum yok.

Bu arada Bunalım’a henüz bakamadım ama bu aralar sıkıntıyı dert edinen bir başka yazar (Yusuf Atılgan) üzerine düşünüyorum. Tabi, onun sıkıntısı biraz daha farklı. Daha çok merkez-taşra ekseninde dönen ve içe dönük, birey merkezli olarak tanımlanabilecek bir sıkıntıdan söz etmek mümkün.

Kaynak: Baudelaire, C (2009). Paris Sıkıntısı. (Çev: Tahsin Yücel), İstanbul: İş Bankası Yayınları.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

""
Ancak eşit olduğunu kanıtlayan kişi eşittir bir başkasına, özgürlüğü ancak onu kazanan hak eder. (s. 111)

Bu kısmı unutmuşum nedense. Kitabı ilk okuduğum yıllarda, altını kalın kalın çizdiğim bir bölümdü. Zaman içinde o kalınlık inceldi ve görünmez oldu demek ki.

dioneo dedi ki:
Kitabın sondan bir önceki bu metni yoksullarla burjuvalar arasındaki çatışmaya bir çözüm olarak sunuluyor sanki.

Buradaki ifade bir çözümden çok, eşitlik söyleminin arkasındaki kendiliğindenliğe bir tepki gibi geliyor. Çatışmanın çatışma olarak onaylanması sanki.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Husserl'in metinlerinde Baudelaire'in sözünü ettiği türden sıkıntının ilk görünür olduğu yer, Antik Yunan'da gelişmiş bir üstdüşünüm biçimi olan felsefenin günümüzdeki karşılığının bulunması noktasında.

""
Bu topluluklar kendi içlerinde az ya da çok özel toplumsal birimlere bölünmüştür. İmdi, doğal yaşam, dünyada, düperdüz toyca, günü gününe yaşamak diye tanımlanır. Bu bir anlamda sürekli genel bir çevren olarak bilincinde olunan bir dünyadır, ne var ki salt bu yüzden o, konu edinilmez. (s. 32)

Husserl, felsefenin varolabilmesi ya da yaşayabilmesi için gündelik ilgiler içindeki insanın aynı zamanda bir bütünlük olarak dünyayı konu edinecek ilgisinin varolması gerektiğini belirtiyor. Buradaki bütünlük Husserl'in kafasında şöyle bir şey:

""
Bütün yaşamın, onun bütün amaçlarının, insanlığın yaşamı içinde daha önceden gelişmiş bütün kültür biçimlerinin, dizgelerinin evrensel eleştirisi. (s. 35)

Sonucunda da,

""
...insanlığı salt kuramsal içgörüler temelinde saltık bir sorumluluğa yeterli kılmayı amaçlar. (s. 35)

Bu doğrultuda Antik Yunan'ın yaptığı şey, söylensel bilginin yerine felsefi bilgiyi geçirmektir. Bunu da iki farklı yolla yapmıştır; filozofların artan sayısı ve onların verdiği eğitim çevreninin genişlemesi. (s. 40)

Husserl, felsefeyi (ve daha sonra kimi yerlerde belirttiği gibi Aydınlanma idealinin rasyonel dünyasını) yaygınlaştırmayı (hatta "önderlik" etmeyi) Avrupa'nın dünyaya karşı sorumluluğu olarak tanımlıyor. (s. 45)

Buraya kadar Husserl, "bunalım"a dair bir tanım yapmak ya da çözüm getirmek yerine soykütüksel olarak bunalımın hem nedeni hem de çaresi olduğunu düşündüğü aydınlanma ideallerinin tanımını yapıyor gibidir. Bundan sonra da, açıkçası, sorunun özüne dokunan yerlere pek değinmiyor. Sadece, felsefenin bilgi dünyasının günümüze taşıdığı problemi şu cümle içinde değerlendiriyor:

""
Burada söz konusu olan şey, çağımızda pek az gerçekleştirilen şey, açıkçası usçuluğun onurunun korunması değil mi? Aydınlanmanın, kuram içinde yitip dünyadan kopan,
bir entellektüalizmin onurunun korunması değil mi? (s. 45)

Husserl'e dönüp, "Felsefenin işi onur korumak mıdır?" sorusunu yöneltme isteğimi yutarak okumaya devam ediyorum.

""
Bence Avrupa bunalımının kökleri kesinlikle yanlış anlaşılan usçuluktadır. (s. 46)

Aydınlanma dönemi usçuluğunu "anlaşılır bir yanlış gelişim" olarak tanımlayan Husserl'in şu sözleri, bu yanlış gelişimin nasıl vahim sonuçlar doğurabileceği konusunda da ipuçları vermiyor değil:

""
Eski, iyi bir tanıma göre insan, uslu, diri bir varlıktır. Bu anlamda bir Papualı da bir hayvan değil insandır. (s. 46)

""
Kendisi de sonsuz ödevin bir dalı olan felsefe, kendini, böylece gerçek insanlığı yola getirmeyi ancak kendi yüce bilinciyle başarabilir. (s. 48)

Bundan sonra geniş bir bölümü bilimlerdeki bunalıma, özellikle de psikolojinin yol açtığı sıkıntılara ayıran Husserl, "kendi Ben'inden başlayarak felsefe yapan", "dünyayı ve kendini tinsel bir sonuç olarak algılayan insan"ın yönelimsel görüngübilim aracılığıyla bu sorunların üstesinden gelebileceğini belirtiyor. (s. 58)

""
Ussal kültürün başarısızlığının gerekçesi -dedikleri gibi- usçuluğun özünde değildir, olsa olsa onun yüzeyselleşmesindedir, "doğalcılık" ile "nesnelcilik"te değiştirilerek tüketilmiş olmasındadır. (s. 59)

İlk metnin sonu böyle geliyor. Bana göre, tam da konunun özüne dokunan, bu yüzden açıklanmaya muhtaç olan yerde bitiyor bu konuşma. Daha sonra da Husserl "doğalcılık", "nesnelcilik" ve "olguculuk"un nasıl olup da usçuluğu yüzeyselleştirdiğine, başka bir çıkar yol olup olmadığına vb. girmiyor. İkinci metin gelen olarak bilimlerin bunalımına ve, daha önce de söylediğim gibi, psikolojiye odaklanıyor.

Bu kısımda benim ilgimi çeken yalnızca iki nokta oldu. İlki, Husserl'in savaş sonrası gençliği üzerinde durduğu bir bölümden:

""
Bilim yalnızca böyle nesnel olarak temellendirileni doğru diye tanırsa; tarihin bize tinsel dünyanın biçimlerinden başka, yaşamın, ülkülerin, insanın dayandığı düzgülerin bütün koşullarının gel geç dalgalar gibi oluşup dağıldığından, her zaman olanın, hep olacak olanın bu olduğundan, usun durmadan anlamsızlığa, esenliğin durmadan sefalete dönüşmek zorunda olduğundan başka öğretecek hiçbir şey yoksa, dünyanın, onun içindeki insan varoluşunun gerçekten bir anlamı olabilir mi? Bununla avunabilir miyiz? Tarihsel olagelmenin, aldatıcı bir ilerlemenin sonsuz bir art arda gelişi ile acı bir umut kırıklığından başka bir şey olmadığı bu dünyada yaşayabilir miyiz? (s. 69)

Burada Husserl, anlamsızlığa vurgu yaparken Faust'tan alıntı yapıyor ve gelip geçici olanın ürettiği anlam yutucu tavrı vurguluyor. Açıkçası bütün metin içinde Baudelaire'in imza atabileceği tek bölümün burası, yani filozofun iğneleme yaparak konuştuğu yer olduğunu söyleyebilirim.

Bunun sorumlusu olarak gösterdiği en önemli nokta ise (benim fenomenoloji içinde kritik değerde bulduğum saptama da budur), 19. ve 20. yüzyıllar boyunca, pozitif bilimlerin artan oranda başarısına karşın, "metafiziğin yinelenen başarısızlıkları"dır. Metafiziğin olanağı probleminin felsefenin olanağı şekline dönüşmüş olmasında buluyor problemi Husserl. (s. 75-76)

Bütün bu temellendirme ve saptamalar Baudelaire'in yaşadığı anlamsızlık duygusuna, sıkıntıya, bunalıma bir çare oluyorlar mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor. Ancak özellikle Alman Romantikleri ile başlayan ve Nietzsche ile doruk noktalarından birini bulan Aydınlanma eleştirisine karşı yönden bir bakış olarak Husserl'in kimi saptamalarının "Avrupa'nın bunalımı" konusunda önemli olabileceğini düşünüyorum. Ancak bunun için "tin", "tinsellik" ve "tin bilimleri" konularının daha çok açılmaya muhtaç olduğunu söyleyebiliriz.

Alıntılar ve referanslar için kullanılan kaynak: HUSSERL, E. Bunalım, (Çev. Levent Özşar), Bursa: Biblos Kitabevi Yayınları, 2009.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Sabah sabah Rimbaud.

Can Yücel 1952'de söylemiş Cehennemde Bir Mevsim'i:

""
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.

Kaynak: RIMBAUD, A. "Cehennemde Bir Mevsim", Ofelya, (Yay. Haz.: Faruk Sur; Çev:. Can Yücel), Ankara: Opus Yayınları, 1997, s. 57.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Can sıkıntısı: sıkıntının "can"a bulaşma hali. İngilizcesi, Almancası, Latincesi bunu karşılar mı; ne kadar karşılar bilmem.

Sanki bir kuşu avcunun içine almışsın da git gide sıkarmışsın gibi...


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Paris değişir! değişmez bendeki acılar,
Ve her şey, her zaman o eski haliyle kalır:
Yeni saraylar, eski mahalleler, yapılar...
Sevgili anılarım kayalardan da ağır.

Baudelaire'in sıkıntısına bir açıklama belki.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

"Paris değişir! değişmez bendeki acılar,"

""

Ben bunu çevirdim nedense. "Paris değişmez, değişir bendeki acılar." a.

Sorun şu; nerenin, neyin, kimin değişebileceğini bilebilmek pek kolay bir şey değil. gerekli de değil bence.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Bir gereklilikten çok tanıklık var sanki. Şiirin öncesinden bir kaç dize daha:

""
Baktım, eski Paris yok (yazık! Bir kentin şekli
Daha çok değişiyor ölümlünün kalbinden);

Canlanıyor zihnimde eski kent: barakalar,
Sirkler, sirk çadırları, ağaçlar ve bataklık
Sularıyla yeşermiş o küme küme otlar,
Eski eşyalar, bitpazarı karmakarışık...

Geleceğe ilişkin çıkarımlar değil de an'ın tanıklığı var dizilerde.
Acıların değişip değişmeyeceğine gelince, acıları soyutlarsak değişen pek de bir şey yok aslında.


Re: Baudelaire'in "Sıkıntı"sına Avuntu

Barış Acar dedi ki:
Keşke böyle tek tük çalışmalar BOPS'un yaptığı Balcony çevirileri örneğindeki gibi çalışmalarla genişlese.

Bu çalışmadan haberdar değildim. En kısa zamanda inceleyeceğim. Bir dönem ben de Baudelaire ve Rimbaud çevirilerini derleyip toplama çalışmasına başlamıştım. Tek bir çevirmenin (örn. Özdemir İnce) metninde dahi zaman içinde büyük değişiklikler var idi.

O çalışmayı tamamlayıp burada paylaşmak mümkün olur umuyorum bir gün...

Suut Kemal Yetkin'in Varlık/Faydalı Kitaplar Serisi'nden çıkan Kötülük Çiçekleri çevirisi hoştur ayrıca. Değinmenize sevindim.