UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bar

03 Ağu 2011
gönenç kaytaz

Tahta ufak bir masa… Oldukça eski. Çay kaşığım, çay tabağına gelişi güzel yaslanmış halde. Akşam karanlığı çoktandır sardı kenti ve serinliğe bıraktı kendini hava. İki kolum da masada etrafı izliyorum. Hayatın akışını bu cam arkasından izlemek bana mutluluk veriyor. Tarkovski'nin pasifizmi sarıyor tüm ruhumu ve hiçliğin hafifliği. Pencereden vuran serin hava sokak ve dükkân ışıklarının aydınlattığı caddeyi daha bir çekici kılarken ben de oturduğum bu yerden umarsızca enstantanelere dalıyorum. Elimde bir kâğıt parçası katlamışım tekrar tekrar açarak. Etrafımda kısık insan sesleri… Bazen gülüşmeler yükseliyor sessizliği okşayarak. Uzun zamandır geldiğim bu mumlarla kaplı eski loş bar, yorgun gün sonrası akşamlarım için bir seremoni adeta. Tahta masadaki çiziklere takılıyor yine gözlerim. Aklıma yüzüm geliyor. Dalıyorum. Susadım. Çayım bitmiş. Çay istiyorum. Burada kimse kimseyi rahatsız etmez. Herkes daimi özel yaşam alanında gibidir. Masalara bakanlar da sanki iş amaçlı değil de sohbetleri arasında istenen siparişleri sohbetlerinden daha önemli değilmişçesine hareket ederler.

Ve işte çayım. Teşekkür ediyorum. Ufak bir tebessüm bırakıp gidiyor.

Dışarıyı izliyorum yine. İçerisinin yavaş dünyasına karşı hareketli bir yaşamı var Beyoğlu caddelerinin. Çelişkili yaşamının makyajlı güzelliğinde bebeğin ki kadar taze ve korku dolu tebessümlere rastlayabilirsiniz. Dokunsam, küllere dönecek sanki karanlığın içindeki mum tutan Tibetli küçük kız. İşte o zaman anlarım pencerelerin ardındaki yaşam sevgiliye yazılmış bir veda mektubudur. Veda mektuplarını önceden hazır tutan bu kalabalık, yalnızlıkların umutsuz dansıdır belki de her akşam çıkacak diye beklenen bir Wovoka düşü gibi. Her akşam beklenen ama gelmeyen ve sonunda da katledilen…

Akşamın ilerleyen saatlerin de gece, kendisine ait olanların doğal seçilimlerini gerçekleştirirken, dışarıda da yağmurun başladığını fark ediyorum. Pencereden caddeyi izlemeye koyuldum yine. Sokak lambaları ve dükkân ışıklarıyla bir şiire benziyor cadde. Dalıyorum akan şiir mısralarına.

Biraz zaman sonra yanı başımda birinin bana doğru seslendiğini duyuyorum. Dönüp ona doğru bakıyorum. Bir kız idi. Mumların ışığına ters açıda durduğundan detaylarını göremediğim siluet, tekrardan "Merhaba" diyor bana. "Merhaba" diye cevap veriyorum ben de. Öylece dikiliyor bir şey söylememi bekliyor gibi. Bir şey söylemedim. Bekledik öylece birkaç saniye. Ellerinin yerini değiştirirken, hafif sıkılganlıkla:

"Yanlış anlamazsanız oturabilir miyim masanıza?" dedi.

Şaşırmıştım. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak oturabilirsiniz dedim. Anlamaya çalışan gözlerimle netleşen yüz hatlarını seyrettim karşımdakinin. Daha önceden hatırlar gibiydim sanki. Su kadar dümdüz akan kısa küt saçlarına uygun çocuksu yüzü bir bebeğin ki kadar pürüzsüzdü mumların aydınlığı vuran hatlarında. Küçük burun, küçük dudaklar ve büyük bakan gözleri ile Fransızca bir şarkıya benziyordu adeta.

"Yorgun bir günün akşamı değil mi?" dedi gülümseyerek ve devam etti , "Uyku öncesi uyku hapı almak gibidir burası."

Hoş bir konuşma biçimi vardı. "Evet" dedim. "Ya da uykuya dalmadan önce okunan roman gibi…" güldük ardından. Pencereye döndü birden ve saçlarının kıvrak dansı ile sonra tekrar bana bakarak:

"Peki, yağmur?" dedi, "Yağmura ne demeli? Yağmur hep güzel olmak zorunda mı?"

Dudaklarının birleştiği iki kıvrımın ufak tebessümünü gördüm. Tekrar gözlerine döndüm. "Yalnızlığın hüznüdür yağmur, belki de bu yüzden hep güzel gelir insanlara." dedim aynı tonda gülümseyerek.

Konuşmaya devam ettik. Buraya uzun zamandır geldiğini ve akşamları bu aynı masada hep beni gördüğünü bu yüzden de gözünün takıldığını beni izlediğini anlattı. Farkında olmadığımı, burasını içten bulduğumu her akşam gelir çay ya da bir kaç bardak içki içip sonra da evimin yolunu tuttuğumdan bahsettim. Tekrar dışarıya döndü gözleri. Ben de yağmurdan pek az insanın kaldığı caddeye bakmaya başladım aynı pencereden.

"Bir şey içer misin?" dedim. Bira istediğini söyledi. Masalara bakanlardan birini çağırdım. İki tane bira istediğimizi söyledim. Kafamı masaya çevirdiğim de bana baktığını gördüm küt saçlı ince çocuksu yüzün. Gülümsedim. Dudak kıvrımları tebessüme dönüştü.

"Buraya gelmenin dışında ne yaparsın?" dedim. Aynı ifadesini bir iki saniye daha tuttu ve sonra cümlesine girdi:

"Yazı yazarım ben” dedi.

"Ne güzel! yazarsın yani?"

"Yok, tam yazar denemez kendi kendime işte... " dedi.

“Olsun yinede değerli bir uğraşı bence. Peki neler yazarsın? Yani ne üzerine yazı yazarsın?”

Yüzüme bakıyordu öylece, başka bir şey düşünür gibi. Birkaç saniye sonra cümlesine girdi:

“Öyküler” dedi.

“Umarım bir gün okurum” diye cevap verdim.

O ise bakışını sürdürdü, sonra pencereden dışarı uzandı gözleri.

Masalara bakan kişi elinde iki bardak soğuk birayla geri döndüğünde susamış olduğumu fark ettim. Bardaklarımızı kaldırdık, "Ne ye içelim?" dedi. Düşündüm, "Yağmura..." dedim. Gülümsedi "Yağmura..." dedi.

Dışarıda yağmur hala devam ediyor. Bar sakinleri, kimi kendi sohbetlerinde kimi suskun ve düşünceli kimi de uyuklamalı... Bir arya çalıyor bar da süzülüp inceden her masaya fısıldayarak. Çalan arya ufacık yaşamın dışına çıkan, anın merkezinde, geçmişi ve geleceği soyutlayan bir resim eserine dönüştürüyor biz insanları. Kaybolur gibiyim. Yağmur sesini duyuyorum. Dinlemeye çalışıyorum yere ve cama vuranları. Pencereye bakıyorum. Uzaklarda gizlice şimşek çakıyor. Sonrasında sesi geliyor kızgınca...

Aradan geçen birkaç saat sonrasında üçüncü içkilerimizi içerken gündüzü örten bu gecede her şey siyah beyaz fotoğraflar gibi sessizce birikiyordu eski albümde. Yağmur ise aynı şiddetiyle devam ediyor ve gelen şimşeklere karşı uyarı çanlarını çalıyordu adeta. Rüzgâr da çoktan yağmura eşlik etmeye başlamıştı.

Camlarını kapatmaya başladı herkes. Biz de yakınımızdaki hafif aralık olan dışarıya baktığımız camı kapatıyoruz.

Yüzüne bakıyorum, gözlerinde yaşların parladığını fark ediyorum sarı mum ışığın aydınlığında. Bana bakıyor titreyen ıslak gözleriyle şimdi. Sessizliğe ve soğuğa dönüşüyor her şey içimde. Dışarıda da hızlanan yağmur ve rüzgâr şimşeğin gelişinin dansını yapmaya başladı, çılgınca koşuşuyorlar. Ardından aydınlandı hava birden bire maviyle. Şimşek çakıyor. Ürküntü verici. Ne diyeceğimi bilemiyorum. "Ne oldu?" diyorum. Öylece duruyor soğuyan yüzüyle. Kısık bir ses çıkıyor dudaklarının arasından:

"Neden… ? Neden böyle oldu?" Anlamıyorum sözlerini. Tekrarlıyor: "Neden böyle? Neden böyle oldu? Neden söyle?"

Gözlerin de parlayan yaşlar ince yüzünü ele geçirirken, çaresizce şiddetlenen sesindeki yankısı ise benim ellerimi sesimi bedenimi bağlıyordu adeta. Gittikçe şiddetleniyor, üzgünlüğü nefrete dönüşüyordu. Benim ise adeta düğümlenmişti sesim ve tek bir cümle dahi çıkmıyordu ağzımdan. Sesi, gittikçe yükselmiş canı yanan bir canlı gibi çırpınma nöbeti içerisindeydi sanki. Bir an için bardaki insanlar gözüme çarptı. Bir kaç kişinin bize doğru bakması dışın da diğer herkes aynı normalliğinde devam ediyorlardı yaşamlarına.

Bütün yüzü gözyaşıyla dolmuştu. Bağırıyordu artık ayağa kalkmıştı. "Neden? Neden?"

Öylece duruyordum karşısında hiç bir şey söylemeden. Elleriyle yüzünü kapamış çığlıklarını tutmaya çalışıyordu. Yükselen sesi şimdi hıçkırıklara bırakmıştı ellerinin ardında kendini.

Elimi kaldırdım yavaşça. Birisi yönlendiriyor gibiydi. Uzandım ve dokundum yüzünü kapattığı ince parmaklı ellerine. Hıçkırıkların yavaşladığını fark ettim. Öylece duruyorduk. Gözlerim dolmuştu. Ellerini indirmeye başladı şimdi ıslak yüzünden. Gözlerini görüyorum bana bakıyor. Buz gibi bir mezardan çıkmış ölü bir ağaç gibi hissediyorum. Gözlerime akıyor. Susmuştu artık. Her yer kararmış yalnız onu görüyorum. Şimşek çakıyor dışarıda çok uzaklarda, yüzüne mavilik vuruyor. Ellerini kaldırıyor bana doğru. Uzanıyor. Gözleri yaşlar içinde özür diler gibi bakıyor. Yaklaşıyor yavaşça. Boğazımda buz gibi serinlik hissediyorum. Elleriyle sıkıyor. Kıpırdayamıyorum ve seslenemiyorum. Acı hissediyorum. Gittikçe daraltıyor ellerini. Nefes alamıyorum. Sonun da bağırmaya başlıyorum. Şaşkınlıkla bana baktığını görüyorum. Hiç konuşmuyor. Elleri yumuşuyor sonrasında. Uzaklaşıyor benden. Etrafım kapkaranlık. Ve o karanlığa karışıyor benden uzaklaştıkça. Uzaklaşıyor. Artık göremiyorum. Öylece kala kalıyorum karanlığın ortasında. Sessizliği dinliyorum. Hafif bir esinti vuruyor önce yüzüme ve sonra su damlacıklarını hissediyorum. Yavaş yavaş artıyor. Yağmurun rüzgârla dansını hissediyorum yüzümde. Maviyle aydınlanıyor yeryüzü biranda. Karşımda bir pencere görüyorum o an. Bir bar penceresi buğulanmış. Birini görüyorum içeride oturan. Daha dikkatli bakıyorum. Tek başına ellerini çenesine dayamış dışarısını izler halde biri. Yaklaşıyorum. İnanamıyorum gördüğüme.

Kategori:

Re: Bar

Öykünün genel olarak sadeleşmesi gerektiğini düşünüyorum;anlatılacaklar daha kısa anlatılmalı;cümleler daha özenli kurulmalı. Kısa bir öyküden ziyade uzun bir romanın ortasından bir bölüm okumuşum gibi geldi.
Uzun bir romanın parçası olsa bile bölümler çıkarılmalı diye düşünüyorum.
Örn:"Bir şey içer misin?" dedim. Bira istediğini söyledi. Masalara bakanlardan birini çağırdım. İki tane bira istediğimizi söyledim. Kafamı masaya çevirdiğim de bana baktığını gördüm küt saçlı ince çocuksu yüzün. Gülümsedim. Dudak kıvrımları tebessüme dönüştü.

Öyküde ilgimi çeken kısım son kısım oldu. Kız neden ağlıyor, nereye kayboluyor? Görülüp inanılamayan şey ne acaba?


Re: Bar

""
Öykünün genel olarak sadeleşmesi gerektiğini düşünüyorum;anlatılacaklar daha kısa anlatılmalı

Dikkate alıyorum nurten öztürk teşekkür

Örneğide inceledim


Re: Bar

Evet, bir romanın güzel bir bölümü gibi


Re: Bar

Belki de ilerde yazılacak bir romanın güzel bir bölümü olur.