UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Baba Ocağı

28 Eki 2012
Mehmet Sürücü

Kurban Bayramında köye gittim. Annem babam seksenlerine yaklaştı. Kelimenin anlamıyla baba ocağını tüttürüyorlar. O; “Baba Ocağı” denilenin sınırları öylesine tanımsız ki. Bir evden, bir haneden, duvarlardan, kapılardan, pencerelerden çok ötelerde bir şey.

En korunaklı, yazın en serin, kışın en kolay ısınan odada, maşinga içindeki iki meşe kütüğüyle, ıslık sesine benzer bir mırıltıyla uyukluyor. Üzerinde kapakları kapalı bir kaç tencere. Evin içerisine bir kuru fasulye, bulgur pilavı kokusu belli belirsiz yayılmış.

Analar, babalar çocuklarını, torunlarını gördüklerinde bir başka seviniyor. Bu sevinmeler ne sözlerde ne yüzlerde, en çok nereye konacağı belli olmayan nasırlı, kuru, damarlı ellere yansıyor. Parmak uçlarıyla avuç ortası kınalı ellere.

Tavana baktım hala yerindeydi. Beşiğimin ipinin kırk dokuz yıl önce bağlı olduğu halka. O bana her zaman tanımı kolay olmayan bir güven, güç, karmaşık duygular verdi. Değişime, değişmek gerektiğine inanırım, ama her şey değişirken, yanı başımda, üzerindeki pasla, çürükle de olsa hep kalan, orada olan bir şey de ararım içten içe. Neden bilmem. Ama o halka odur. Onu tamamlar.

Bayram namazından sonra, en gencinden en yaşlısına, iskele meydanında toplandı herkes. Uzun zaman ayakta duramayacaklara, oturmaları için birer sandalye çıkarıldı. Büyük bir halkanın, genç tarafı, yaşlılara doğru, el öperek kapandı. Sıra bize geldiğinde biz de uyduk halkaya.

Tuhaf şeyler duydum içimde bu bayram. Bayram dediğim bir “deme”, bir tarafıyla neresi, ne bayram ayrı bir laflar zinciri.

Soğan çardaklarının en kalın merteklerine kuvvetli urganlar bağlandı. Günler önceden bilenmiş bıçaklar, pamuk peşkirlerle örtüldü. Kesilmeden önce, kurbanlıkların önüne adetten olduğu üzre, susuz ve aç, canını vermesin diye, dibinde bir avuç mısır olan yarısına kadar su dolu, çinko kaplar kondu. Kanlar döktü erkekler. Buruk bir sıkıntıyla. Üç yıl beslenen kınalıların son soluklarının hırıltıları duyulurken, yüzler bir yana dönülüp, bembeyaz gül oya çember ucuna göze sığmayan bir damlalar iliştirildi.

Dayılarıma, halalarıma, amcalarıma gittim. Ellerini öptüm. Onların da kiminin evinde ellilerine gelmiş bebelerinin sökülmemiş beşlik halkaları duruyordu tavanlarda. Hatırlarını, hallerini sordum. “Şükür! Ayaktayız dediler, söz birliği etmişçesine. Kadınların belleri ağrıyor, bir ayakları aksıyor. Erkekler kireçlenmiş dizlerini nerelerinden kıracaklarını, romatizmalı kemiklerinin acılarını nasıl saklayacaklarını bilemeden, derin, kırışık yüzlerine bir sevinci, bir mutluluğu örtmeye çalıştılar. Sofralar kuruldu. Kavrulmuş cigerli, ekşili pomak çorbası içip, bulgur pilavı yedim. Tok karnımla. Hatır için, kiminden birkaç kaşık, kimine sofra kenarına ilişik.

Teyzemin kapısının önünde irili küçüklü ayakkabılar. Bir tek, “gelenlerine engel olmasın” diye biraz kenardaki çalıların üzerine çektiği, teyzemin ayakkabıları karalastik. Pence aralığında, kırmızı açmış, bir saksı karanfil. Acıtmayan kırmızıdan. Birkaç dalın üzerinden “en bir şeyler anlatan” o geldi bana. Üst kata tahtaları bimbir dil, bir merdivenden çıktık. Duvarda asılı bir demet kurudkuça daha kırmızılaşmış biber. Maşinganın üzerinde tencerelikten uzak, kazana özenen iki kocaman kabın içerisinde çorba ile etli buldur pilavı.

Sokaklara et kokuları yayılmış. Üst üste yığılı odunların üzerinde, püskülleri kanlı havlular, dibinde bir avuç mırsır tanesiyle, yarısına kadar su dolu çinko taslar unutulmuş, kalmış. Saçaktaki merteğin arasına kelleden usta bir satır vuruşuyla ayrılan kıvrımlı boynuzlar sıkıştırılmış. Üzerinden avuç içi kadar, kırmızı bir deri parçası sallanıyor. Toprakla yeni örtülmüş çukurun kenarında kurumuş kan pıhtıları.

Et yemeyi bildim bileli seviyor köylü. Kurbanlık olarak kesilen hayvanların neredeyse tümü keçi, oğlak. Hiçbir yerde koyun veya dana kesildiğini görmedim. Bunun nedeni Balkanlara uzanan, muhacirlik ve çobanlık.

İnsanın birkaç saat dolaşıp, ellerini öpeceği yaşlılarının olması güzel bir şey. Bir parça daha var olduğuna inandırıyor insanı.

Dönerken “baba ocağı”na baktım uzaktan. Çatıdaki baca; sıvası çatlamış dökülmüş, birkaç tuğlası yağmurdan, fırtınadan oynayıp, düşmüş. Ama hala tütüyor. O eski, Rum evinden bozma binanın tepesindeki dumanı izledim bir zaman. Her şey geçici. Duman gibi. O ateşe gün geliyor, atılan odunun harı gidiyor. Koru sönüyor. Kül kalıyor geri. Onu da bir yel alıp savuruyor. Zaman, sorgusuz sualsiz geçen zaman hepimizin sıkıntısı. Ama bir daha gidene kadar o halkanın orada olacağını bilmek…

28.10.2012/Kocaburgaz

Kategori:

Re: Baba Ocağı

Dün, Baba Ocağı'nı büyük bir mutlulukla okudum. Dönüp tekrar tekrar fotoğrafa baktım. Okurken mutlu olduğumu hissettiğim için ağır ağır okudum. Öykü tadında denemeler de yazıyor Mehmet Sürücü. Öykü olması gerekmeyen, deneme olduğunda öykülüğünden bir şey yitirmeyen denemeler.

Tavandaki halka aklıma asılı kaldı. Sanki onun gözünden ocağı tüten baba evine ben de baktım.