UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Aytabağı - Fular

10 Mar 2011
aykutdalyan

“Offf! Başım ağrıyor. Çok şarap içmişim. Kaç şişe bitirdim bilmiyorum.” “Geceyi, şarap gibi çarpıp geçtin yani.” “Şarap olsaydım çarpar geçerdim belki oysa çarptım ve darmadağınız oldum.” Sözlerini tamamladığında cebinden bir mendil çıkardı. İpek ebru desenli bir mendildi. İçine derin bir nefes çekerek kokladı. Sonra tekrar düzgünce cebine koydu. “Mendilin anısı var sanırım.” “Mendil değil fular. Uzun ve güzel boynunun kokusu, teninin izleri var bu fularda.” “Sen deli gibi aşıksın!” Uzun bir sessizlik oldu. Arada bir başını sağa sola çeviriyor, boynunu eliyle sıkıştırıyor, bir nevi masaj yapıyordu. “Ağrı kesici aldın mı?” “Hayır, almayacağım. Ağrılarım kesilecek gibi değil.” Dedikten sonra tekrar mendili, hayır, fuları cebinden çıkarıp kokladı. “Sen ona çok bağlanmışsın.” “Bağımlısı oldum.” “Nasıl?”
Kendimle uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Nereye gideceğimi ve ne olacağımı bilmediğim bir yolculuğa. Bu yolculukta ne bir otobüs koltuğu vardı ne de bir otel rezervasyonu. Günlük telaşın içinde görmediğim ancak beni benden edenlerden kurtulmak için çıktığım bir yolculuktu. Bu yolculukta başıma gelecek her olaya her sonuca razıydım. Yolculuğum bir gece vakti, Ankara’ya geldiğim yerden yani gardan başladı. Ankara garının yolcu bekleme salonunda oturmuş gelen ilk treni bekliyordum. Bir süre sonra avaz avaz çığlığı ile bir tren, yolcu indirme peronuna geldiğini haber verdi. Yolcular, yavaş yavaş trenin açılan kapılarından inmeye başlamışlardı. İnen her yolcu önce bir iki saniye kapının önünde duruyor ve sağa sola bakıyordu. Bir bekleyenleri mi vardı? Sanmıyorum. Ya da belki de sürpriz bir elin onlara “Burdayım, burdayım!” diye seslenmesini bekliyorlardı. Ben Ankara’ya ilk geldiğimde bir ses duymayı beklemiştim. O sesin hiç gelmeyeceğini bildiğim halde! Garda oturduğum banktan kalktım. Tıpkı yeni inen yolcular gibi davranacak ve Ankara’ya yeniden giriş yapacaktım. Trene doğru yaklaştım. Bir kapıdan içeri attım kendimi. Bir sonraki vagonun kapısından da aşağı inmek niyetindeydim. Havasız bir vagondan geçtim. Yorgun ve uykusuz bir koltuğa dokundum. Bana çok benziyordu bu haliyle. Biraz oturmak istedim ama bir ses, “özür dilerim yardım edebilir misiniz?” dedi. Sese yöneldim. Düzgün fizikli, kısa saçlı, uzun boylu bir bayandı seslenen. Ağır bir bavulu vardı ve merdivenlerden indireceğini gözü kesmemişti. O, önden indi. Ben elimde bavulla arkadan indim. Hayallerimin ötesinde, artık elimde bir bavul da olduğu halde, Ankara’ya yeniden merhaba dedim. Nazik ve hatta kırılgan bir ses tonuyla “Teşekkür ederim” dedi. Ayakkabısını göstererek “Aslında ben de hallederdim ama topuklulara güvenemedim.” dedi. Gülümseyerek, “Bavulum tekerlekli geri kalanını ben hallederim.” Önemli değil anlamında başımı salladım. Etkileyici hoş bir kadındı. Hiç etrafa bakınmadan nereye gideceğinden emin gardan ayrıldı. Garda sadece treni kontrol eden, unutulmuş eşyaları emanete bırakan görevlilerden başka kimse kalmamıştı. Gardan ayırıldım. Bir otobüse binip Kızılay’a gidecektim ki, Gençlik parkında biraz yürümek geldi aklıma. Çocukken Ankara’ya her gelişimizde bu parkta gezerdik. Cumhuriyetin Gençlik Bahçesi’ne girdim. Ankara Denizi dedikleri gölün kenarında biraz yürüdüm. Bir banka oturup düşüncelerimle kalmak istedim. Az ileride bir iki serserinin gülüşmeleri yükseldi. “oooo, şşşşt, yavruuuu! Evin yoksa bizim ev müsait” “Defolun be it soyları!” sesin geldiği yönden elinde bavulunu çeke çeke yürümeye çalışan kadın trendekinden başkası değildi. Ayağa kalkıp yanına gittim. Gülümseyerek elimi uzattım. Bavulun çekme kolunu sorgusuz bana verdi. Birlikte yürümeye başladık. “Nereye gideceksiniz? “Bilmiyorum.” Şok bir sessizlik sardı kol gezdi. Her hareketinde kendinden emin ve ne yaptığını bilen bir kadın edasından bu yanıtı hiç beklemiyordum. Parkın, Ulus’a açılan giriş kapısında çıktık. Park arkamızda kalmıştı ve Ankara’nın meşhur anacaddesi olan Mustafa Kemal Paşa Bulvarı tam karşımızdaydı. “Sol tarafımız Ulus, sağ tarafımız Kızılay ve sonrası” dedim. “Ulus’tan sonrası yok mu?” dedi. “Var elbette.” “Kızılay ismini çok duydum ben o tarafa gitmek istiyorum” dedi. Bir otobüse binip Kızılay’a gittik. Bana dönüp, “Teşekkür ederim. Sizi tutmak istemem. Yeteri kadar yolunuzdan ettim. Herşey için çok sağolun. İşiniz gücünüz vardır sizin.” “işim yok” dedim. “Ancak size de yapışan bir adam gibi görünmek istemem. Yemek yiyeceğim, açıktım! Siz de bana eşlik ederseniz sevinirim.” Gülümsedi ve başını hafif sola kıvırarak kabul etti. İlk sohbetimiz gittiğimiz lokantada başladı. O an ile ilgili tüm detayları anımsıyorum. Sandalyeye nasıl oturduğunu, yemeğini nasıl yediğini, yüzüğünü, ojelerini, herşeyi... ilk sorum “İş için mi geldiniz?” oldu. “Hayır, yeni bir başlangıç yapmak istedim. Gara gittim ve trene bindim. İlk tren Ankara’ya geliyordu. Ben de ona bindim. Siz ne için geldiniz?” “Ben Ankara’da yaşıyorum. Sadece tekrar Ankara’ya gelmek istedim.” “Ne demek bu?” “Hikaye biraz uzun” “İşim yok benim dinleyebilirim.” “Ben anlatabilir miyim, emin değilim. O yüzden bunu konuşmasak.” “Olur anlamında başını salladı.” Akşam olmak üzereydi. Biraz Kızılay civarında gezindik. Tüm cesaretimi toplayıp, “Lütfen yanlış anlamayın. Gidecek yeriniz yok. İsterseniz sizi misafir edebilirim.” Son derece kendinden emin “Olur, memnun olurum.” Birlikte eve geldik.
Evde çok fazla konuşmadık. İki oda ve bir salondan oluşan evimdeki bir odamı misafirime vermiştim. Gece yarılarına doğru odalarımıza çekildik. Uyku bir yandan göz kapaklarımı esir almaya çalışıyor bir yandan da içimde bir kıpırtı beni uykusuz bırakmak için elinden geleni yaptı ve başardı. Kalkıp salona gittim. Pencereyi açıp temiz hava almak istedim. Gece, pırıl pırıldı. Birazdan oda kapısına iki defa vurulduğunu duydum. Arkamı döndüğümde onun geldiğini gördüm. “Gelebilir miyim?” “Elbette. Hava alıyordum.” Yanıma geldi. Pencereden artık ikimiz bakıyorduk. “Aya bak” dedi. “Tabak gibi.” “Evet, aytabağında bakalım ne gelecek bize?” “Ne demek istedin?” “Öyle. Bir anlamı yok.” “Boş konuşmayı hiç sevmem. Boş konuşanları da.” “Belki de dolu konuşmuşumdur.” “İyi geceler.” “Sana da”
Sabah olduğunda kahvaltıyı hazır buldum. O yoktu. Kahvaltı masasında bir küçük not vardı. Notta “Kahvaltı tabağı bakalım güne ne getirecek?” yazılıydı. Gün ne getirdi ne götürdü bilmiyorum. Bildiğim: Kendimle çıktığım yolculukta kalbime o sabah çok büyük bir çivinin çakıldığıydı. Hemen odasına baktım. Eşyalarını almıştı. Bavulu yoktu. Ondan ne bir iz ne de bir telefon numarası kalmıştı. Sadece çalışma masasının altına düşen bir fular vardı odada. Onun fuları. Eğilip aldım. Sonra bileğime bağladım. Bütün gün benimleydi. Sonra o fuları hep yanımda taşıdım.
“Sonra hiç görmedin mi?” “O kendinden emin tavrı, sinirlenince burnunu havaya kaldırışı, hesapsızlığı mı desem bilmiyorum ama hayallerimi süsledi hep. Okuduğum kitaplarda, dinlediğim müziklerde hep o vardı. Onu görene kadar aradım. Ve gördüm.” Şarabın etkisi geçiyor gibiydi. Adeta çıktığı yolculukta bir masal arıyormuş, bulmuş ve yaşıyordu. “Nasıl gördün? Yine Ankara’da mı?” “Hayır, sahnede! Bir dans pistinde başında melon şapkası olan bıyıklı bir adamla tango yapıyordu. Mor, etekleri geniş ve her hareketinden dalga dalga sahneden seyirciye inen bir elbise vardı üzerinde. Müziğe o kadar çok kaptırmıştı ki kendini her nota adeta bedeninde can buluyor, adamın kollarında eriyor, dudağına çarpıp geri dönüyor, sert hareketlerle boynuna sarılıp gözlerinin içine bakıyordu. Her dönüşünde etekleri gözlerimin dalga kıranında sönüyordu. Dansın sonlarına doğru sert adımlarla adama yürüdü. Zarif bir dönüşle adamın arkasına dolanıp ceketini çıkardı. Adam onu sol elinden tuttu ve önüne gelecek şekilde çevirdi. Bu esnada sahneye bir bez parçası düştü. Bendekinin aynısından. Deseni, rengi aynı. Yanında aynı fulardan iki tane taşıması çok garipti. Belki kaybettiği ikiz fularları bulan bir adama aşık olacağı ya da o adamın ona deli gibi tutulacağı kaderinde yazılıydı. Dans etmeye devam ediyorlardı. Adam onun üzerine eğilmiş, o zarif bacağını adamın sol bacağının yanında uzatmış, bir yandan sağ ayağıdaki ince uzun topuklu ayakkabıdan bir yandan adamın beline doladığı elinden destek alıyordu. Yavaşça doğruldular. Adamın kravatından tutup sert bir hareketle çekti. Adam boynundaki kravatı çıkarıp seyirciye doğru fırlattı. Dans iyice gerilmişti. Sonra hızla birbilerine sarılıp dansa devam ettiler. Son nota ile birlikte adam arkası dönük ayakta, o ise yerde boylu boyunca uzanmış, terk edilen bir kadın gibi acı çekiyordu. Seyircilerden istisnasız herkese bu hissi yaşattı. Ya gerçekten yaşamış, hayatını ömrünü bir adama vermişti ya da benimsediği en iyi rol bu idi. Seyirciler, elleri patlarcasına alkışlıyorlardı. Alkış susana kadar öylece beklediler ve bir gitar telinden çıkan ses ile hareket ettiler. Adama ona doğru döndü. O ayağa kalktı. Adama doğru yöneldi. Adam ona elini uzattı. O ise eteğinden tutup öyle bir döndü ki, eteğinin rüzgarından adam sahnenin en ucuna kadar gitti. Böylece dansı tamamladılar. O eteğindeki dalga ile hayatından savurduğu adamlara inat gelmişti belki Ankara’ya. Belki o gece beni de eteğinde dans ettirmiş ve bir yerlere savurmuştu. Sahnenin perdesi kapandığında yerimden hızla kalkıp sahneye koştum. Kapanan perdeden içeri girdim. Yerden şimdi bileğimde sarılı olan fuları aldım. Diğeri zaten hep cebimdeydi. Kulise girdim. Dansçı adam ordaydı. “Nerde dedim? O nerde?” “Kim?” “Dans ettiğin kadın?” Arkasını döndü ve kapıyı gösterdi. Az önce çıktı. “Ne çabuk?” “Acelesi vardı. Gösteri sonrası havaalanına gidecekti.” “Nereye gidecek peki?” “Bilmiyorum, söylemedi.” Koşarak dışarı çıktım. Bir taksiye binip havaalanına gittim. Her tarafa baktım. Yetişemedim. Belki yetiştim o benden saklandı bilmiyorum. Dedim ya belkide eteğinden beni savurmuş ve gitmişti.
Etresi gün dans gösterisinde benimle birlikte giden arkadaşlarımdan bir tanesi ile görüştüm. Gösteriden sonra nereye kaybolduğumu sordu. “Uzun hikaye dedim. Takip etmek istermesin her anlatacağımı?” Anlamsız bir mimik yaptı. “Bak, dansçı adamın fırlattığı kravatı buldum. Sana vermek istedim” Kravatı aldım. Onun elleri değmişti. Belki de onun ellerinden bana gelen bir hediyeydi. Daldığımı gören arkadaşım, “Biz lunaparka gideceğiz dedi. Kızımı balerine bindirmeye söz verdim. Bir etekte sallanmadan ne zevk alıyorsa artık. Bizimle gelmek ister misin?” Saatime baktım. “Olur, hadi gidelim!”
Şehrin unutulmuş bir parkına gittik. Zaten bir balerin, bir atlı karında bir de çarpışan arabalar vardı. Arkadaşımın kızının balerini sevmesi çok doğaldı. Kız çocuğu lunaparka girdiğimizde babasının elini bırakıp koşarak bir ihtiyarın yanına gitti. İhtiyar kızın yanağından bir makas aldı ve öptü.”Bıyıklarım da batıyor ama öpmeden de yapamıyorum” dedi gülerek. Bıyıklarının ucu sigara içmekten sararmıştı. Arkadaşım bir gişeye gidip pembe bir jeton aldı. Kızına verirken, “Haydi, Hamdi Amca’na ver bakalım.” dedi. Hamdi Amca balerinin eteğindeki bir koltuğa oturttu. Balerini çalıştırdıktan sonra iskemlesine yan oturup bir sigara yaktı. Bir süre sonra arkadaşım, “Ne zaman bitecek?” diye Hamdi Amca’ya sordu. “Kız sıkılınca!” Kız çocuğu “Heyoooo” diye bağırıyor ve çok eğleniyordu. Hamdi Amca arkadaşıma bakıp: “Kim bilir kendi eteğinde kimleri dönderecek” dedi. İçimde bir yangın hissettim. Bu kadar çok eteğin dalgalanması beni alt üst etmişti. Saatime baktım. “Doktoruma gitmem gerekiyor” deyip izin istedim. Ve işte buradayım.
“Çok teşekkür ederim. Güzel bir seansı. Yalnız sizden ricam haftaya gelirken daha az şarap içmeniz olacak”
09.03.2011 ANKARA

Kategori:

Re: Aytabağı - Fular

"Yorgun ve uykusuz bir koltuğa dokundum" hoş bir dönüm noktası kanımca.Biraz sonra yorgunluğun içinden çıkacak bir umut ışığı gibi.Yada dinlenme anı gibi.Ama hep öye kalmasını isterdim.
Öykünüz hoş olmuş bence yorgun bir yaşamın uzaktan gelen küçük renk kırıntıları gibi.Eleştrim,iki yazım hatası var ve kadını fazla tanıyamadım.Ve olaylar çok çabuk gelişmiş gibi.Gerçi öykü olması dolayısı ile ağır işlenmeside ayrı tartışma tabi.


Re: Aytabağı - Fular

""
Yorgun ve uykusuz bir koltuğa dokundum.

Bazen anlatı inanılmaz ağırlaşıyor (yazar gözüne takılan detayları sokmaya çalıştığında) bazen de çarçabuk olup bitiyor her şey. Yazım yanlışları ve diyalogların metne gömülmesi ise okuyucuyu kendinden geçiriyor.

Keşke Aykut öyküye daha çok zaman ayırsa.

Yukarıdaki cümle için kutlarım. Smile