UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

14 Ara 2010
Mehmet Sürücü

Son kitabı ‘Aslı Gibidir’in tanıtımı için İtalya’ya gelen orta yaşlı İngiliz bir yazar, Toskana’da sanat galerisi sahibi bir Fransız kadınla tanışır. Kadın yazarı Toscana’da dolaşmaya davet eder. Yazarla Elle adındaki kadın, sokaklarda dolaşıp, kafelere, müzelere, otellere girip, bir yandan da sanat, orijinal sanat objesi, kopya sanat eseri, insan ilişkileri, evlilik, gibi konularda sohbet ederler.

Film konusunda bu kadar açıklamayla yetinmek mümkün mü acaba? Sanırım hayır! Filmi özetlemeye fazla kapılmadan, öncelikle filmdeki kişiler ile ilgili neler söylenebilir, biraz bu konu üzerinde durmak istiyorum.

Kişiler-Olgular
Elle, Toscana’da çocuğuyla yalnız yaşayan, çeşitli ünlü sanatçının heykellerinin, tablolarının, antika objelerin kopyalarının yapıldığı bir sanat atölyesinin sahibidir. Bu işe istemeden, rastlantıyla girmiştir. Entelektüel anlamda sanat onun için çok fazla şeyler ifade etmemektedir. Kitabın yazarıyla ortak bir ilgi alanları vardır; sanat, daha doğrusu kopyası çıkartılmış sanat eserleri. Yazarın kitabını okumuş, ilgisini çekmiştir. Kitabın bazı bölümlerini anlamamış, yazarla konuşarak daha fazla bir şeyler öğrenmek istemektedir. Kitabın tanıtım programını yapan arkadaşına telefon numarasını vererek yazarın kendisini ararsa sevineceğini söyler.

Yazar, sanat eseri, sanat hakkında araştırmalar yapmış, kitap yazmış, sanatsal objelere hayranlık duymuş, ama tüm bunlara rağmen sanat eserine mesafeli durması gerektiğini düşünen birisidir. Yaşamında bu tür nesnelerin pratik olanlarını, parasal değeri olan tablolar gibi antika değeri olan nesneleri önemseyen bir yapısı vardır. Treni akşam kalkacaktır. Boş vakti vardır. Toscana’nın güzel görüntülerini görmek, zevkli, güzel bir öğleden sonra geçirmek istemektedir. Bu nedenle buluşma davetini kabul eder.

Elle’nin sanat atölyesinde buluşurlar. Güzel havada kapalı bir yerde oturup, konuşmaktansa, dışarı çıkmaya, açık havada dolaşıp, kitabı hakkında sohbet etmeye karar verirler.

Elle, kız kardeşi Marie için aldığı bir kitabı yazara imzalatırken, ondan uzun uzun söz eder. Kitabını ilk kez onunla beraberken görmüşlerdir. Kapağı ve alt başlığı ile ilk önce kardeşinin ilgisini çekmiştir. “Orijinali boş verin iyi bir kopya edinin.”

Marie çoğu kadın gibi alışverişten, takılardan hoşlanan, Elle’ye göre belli bir görüşü olmayan, kendi basit dünyasında yaşayan sıradan birisidir. Bir kadının pahallı takılar takamadığı için üzülmesine gerek olmadığı, alt tarafı bir takı olduğu, sahte takıların da gerçekleri kadar güzel olabilecekleri gibi ilginç görüşleri vardır. Yazar bu konuda kız kardeşiyle aynı görüşte olduklarını, orijinalle kopya arasında aslında çok fazla bir farkı olmadığına inanmak istediğini, aslında, kitabını da kendi fikrini kendisine kanıtlamak için yazdığını, kardeşininse buna imrenilecek, kıskanılacak kadar doğal ve basit bir şekilde inandığını, ne yazık ki basit olmanın hiç de kolay ve basit bir şey olmadığını söyler.

Sohbet, araba içerisinde Lucignano adlı bir yere giderlerken sürer.

Elle, yazara onun; basit olmanın hiç de kolay olmadığını, insanın basit olmayan, karmaşık canlılar olduğunu söylediğini anımsatarak, basit insanla, geri zekâlı insan arasındaki sınırın, çizginin neye göre belirlenebileceğini sorar. Bunun basit bir yanıtı yoktur. Aslında Elle’nin konuyu açmaktaki amacı, sözü kız kardeşine, getirmektir. O kavgaya gerek olmadığını, sadece aptalların hayatı zorlaştırdığını, sorun yaratan şeylerden uzak durmak gerektiğini düşünmektedir. Dünyadaki en basit adamla evlidir kız kardeşi. Ve sevdiği, hayatının erkeği kekemedir. “M.M. M.M. Marie.” Diye kesik kesik söyleyebilmektedir karısının adını. Bu ona göre bir aşk şarkısıdır. Kocasının kekeme oluşunu kabullenmiş, bununla yaşamayı öğrenmiş, bunu mutlu olduğu, ona zevk verici bir şeye dönüştürebilmiştir.

Yönetmen film boyunca sorguladığı, düşünce ve sorular ürettiği konularını daha belirginleştirici kişilikler oluşturuyor. Yazar çağın post modern değişimleriyle dönüşüme uğrayan, değişen bazı temel yargı ve kavramların arasında sıkışmış, netleşmemiş doğruları yüzünden rahatsız, çağımızın (az veya çok) entelektüel kişiliğinin prototipi gibi. Galeri sahibi Elle, sanatsal önemi olan nesnelerin kopyalarını yaparak para kazanan, zamanımızın eğemen, kapitalist sanat yaklaşımını (tamamen değil tabi ki), kız kardeşi Marie, kendi basit dünyasında yaşayan sıradan ve mutlu insanı simgelemekte. Burada ideal doğru kişilik, önerilen bir ahlaki yaklaşım, yönetmenin karakterlerden birisine daha onaylayıcı, sıcak bakışı söz konusu değildir. Kişilerin bu tiplere, bu kişilere bakışları, bunlarla ilgili değer ve kişilik yargıları vardır. Elle, kız kardeşi Marie’yi sıradan, basit, değerli önemli şeylerden anlamayan birisi gibi, yazar Marie’yi onca çaba ve emek vererek ulaşmaya çalıştığı; bir nesnenin aslının ötesinde, kopyasının da kullanım değeri olarak ondan aşağı kalmadığı yargısını, doğal yöntemlerle, yaşayarak, iyimserlikle ve düşünmeden, bununla ilgili kendi yaptığı anlamda bir çaba sarf etmeden ulaşan birisi olarak görmekte, buna imrenmektedir.

Kirostami’nin yapmak istediğinin bazı konularda yanıtlar doğrular bildirmek, önermek değil, düşündüklerini, sorularını çoğaltıcı yollar aramak olduğunu düşünüyorum. Yazarla arasında olgusal bir benzerlik kurulabilir mi? Kendine bir fikrini kanıtlamak, kabul ettirmek için kitap yazan birisi gibi, bu filmi de kendisine bazı şeyleri kabul ettirebilmek, en azından daha ortada, daha, insanların, herkesin tartışmasına açık, düşünceleri çoğaltmak için yapmış olabileceğini düşünebilir miyiz? Bilemiyorum…

*Aslı Gibidir (Certified Copy)
Yönetmen: Abbas Kiarostami
Oyuncular: Juliette Binoche, William Shimell

Kategori:

Re: Aslı Gibidir

Gereksinim
Kasabaya gittikleri yolun kenarında sıralanmış servileri zevkle izleyen yazar; tüm canlılar arasında, hayatın amacının, var olmanın manasının zevk ve eğlence olduğunu unutan tek canlı türünün insan ırkı olduğunu, insanın yaşadıklarının onların seçimi olduğunu, iki insanın değer yargılarıyla eğer mutluluğu bulmuşlarsa, hayattan zevk alıyorlarsa onları eleştirmek yerine kutlamamız gerektiğini söyler.

Ona ıssız bir adadaki, kazazede ile ilgili bir fıkra anlatır. Adam, bir gün sahilde dolaşırken bir lamba bulur. Çıkartır, tozunu alırken ve birden bir cin belirir.
"Ben bu lambanın ciniyim. Senin üç dileğini gerçekleştireceğim." "İlk dileğin nedir?" diye sorar. Hava sıcak, adam bitkindir, der ki: "Buz gibi, hiç bitmeyen bir şişe Coca Cola istiyorum." Biraz sonra cin elinde bir şişeyle ortaya çıkar. Adam şişeyi alır, içer ve şişe yeniden dolar.

Cin tekrar dile gelir: "İki dileğin daha var." "Acele et!"

Adam cevap verir;

"İki şişe Coca Cola daha!"

Fıkrayı, sıradan önemsiz, basit bulan kadına yazar; Önemli nokta espri değil, alınacak ders. Adamın hayatı o kadar basit ki başka bir şeye ihtiyacı yok bir şişe kolayla tatmin oluyor. Sözleriyle karşı çıkar. Adamın hayattaki temel gereksinimleri o kadar basit ve azdır ki, doğal gereksinimlerinin dışında istediği, eksiği olduğunu düşündüğü bir şey bulamamaktadır.

Doğa ve Sanatın Anlamı
Yazar, insanların bir objeyi alıp, onu bir müzeye koyarak, insanların ona karşı süregelen bakış açılarını ve değer yargılarını değiştirdiklerini belirtir. Aslında önemli olan, değişen objenin kendisi değil, ona kapalı, düzenlenmiş, kurgusal bir mekân oluşturarak, farklı bir anlam ve değer yüklememiz sağlanmıştır. Nesnenin bu yeni sunumu bizim algılayışımızı değiştirir. Bunu günlük yaşantımızda da uygularız. Elle’nin kız kardeşi Marie’nin, kocasına bakışı da aynı şekilde onun değerini etkiler ve değiştirmesi, bunun yaşamdan bir örneğidir.

Yazar; doğadaki her şeyin, güzel ve eşsiz olduğunu, birbirinin aynısı iki çiçek, ağaç veya nesnenin olmadığını, bazısının yüzyıllarla ifade edilebilecek bir varlığının bulunduğunu, bu yönleriyle doğadaki tüm varlıkların aslında kendi orijinali olduğunu belirtir. Orijinallik, yaş, güzellik ve işlevsellik söz konusu olduğunda, doğadaki varlıklarda bunun her zaman olduğunu bile bile, sanat eseri kavramını tanımlarken, yaşamı, doğayı, var olanı taklit etme, öykünmeyle ortaya çıkmış bir nesneyi sanat eseri olarak görüyoruz. Böylesi bir yaklaşımın, bakış açılarını değiştirmesi, dönüştürmesi sonucunda da nesneyi, dağ başında sıradan bir taşken, müzede, camlı bir bölmenin ardında bambaşka anlamlar yüklenen sanat eserine dönüştürüyoruz.

Sanat zaten icadı, var oluşu itibarıyla, doğanın, (en azından bir döneme kadar) var olanın bir kopyası, taklidiyken, zamanla doğadaki güzellik ve estetik değerler önemini yitirmiş, yok sayılmış, metasal, alınır-satılabilirliği, kapitalist sömürülebilirliği ölçüsünde önemsenmiştir. Bir yağlıboya peyzaj tablosunu galeride insanlara satabilirsiniz, insanlar ona akıl almaz paralar ödeyerek toplumsal, sınıfsal statülerine katkılar sağlayabilirler, tüm bunları, o tablonun esinlenerek yapıldığı vadiye, başı karlı, bulutlu dağa uygulayarak, onu bu anlamlarda dönüşümlerde kullanamazsınız. Doğanın sanatsal değer yargılarıyla görülmemesinin nedenlerinde birisi de bu gibi geliyor bana.

Neden günlük yaşantımızda gördüğümüz bazı şeylere bu gözlerle, estetik güzelliği olan, sanatsal bir varlık olarak bakamıyoruz? Tabi ki burada “sanatsal obje”, “sanat” gibi kavramların da zamanımızda ne kadar uçucu, bulanık tanımlamalara indirgendiğini unutmamak gerekir.

“Sanatsal nesne” kavramının, ne olduğunun, ne işe yaradığının belirlenmesi her zaman elit, yetkili, küçük bir kesimin olanak ve sınırları içerisinde kalmıştır. Serviler, bin yıllık çınar ağaçları ve günlük yaşamımızda fark edip, görüp, yaşayıp, tüketip, bizleri mutlu etmesi, yaşamımıza değer ve anlam katması gereken güzellik, orijinallik, nasıl bir sanatsal anlamı ifade edebiliyor. Sıradan günlük yaşamımızdaki orijinallik kavramı, doğada birbirinin aynısı hiçbir şeyin olmaması, tüm bunların, sanat eserini tanımlarken kullandıklarımızla aynı oluşu, tek farkın doğanın dışarıda, gözümüzün önünde, çok, herkesin tüketimine kısmen de olsa açık, yalıtılmamış, günlük yaşamla iç içe oluşu, sanat eseri olarak kabul edilen nesneninse içeride, yalıtılmış, bir yanıyla düzenlenmiş, kurgulanmış bir ortamda sunulması olabilir mi acaba?


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

Doğrular
Toscana’daki göz alabildiğine geniş ve güzel ovaların ortasında bir kilisede dururlar. Burada bir evlenme töreni yapılmaktadır. Kilise o bölgedeki halk için kutsal ve uğurlu sayılmakta, orada evlenmenin de evliliklerini daha uzun ve mutlu kıldığına inanmaktadır.

Kiliseyi gezerlerken Elle’nin telefonu çalar. Arayan oğludur. Dersi biraz daha geç başlayacaktır, paten kaymaya gideceğini annesine söylemek için aramıştır. Ders saatini evde beklemektense, derse geç kalmayı bile göze alabilen, kendisine göre hiçbir şekilde zaman kavramı olmayan çocuğuna sinirlenir. Yazar çocuğun bundan daha çok hoşlandığını belirttiğinde de, Elle; sadece eğlenmek ve hayatın tadını çıkarmanın onun için önemli oluşundan, hayatı, ölümü hafife alışından yakınır. Yazar aslında çocuğun bir bakıma haklı olduğunu, sonuçta hepimizin öleceğini, hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmeyeceğini, yaşamın döngüsünün içinde daha fazla önemli hiçbir canlının olmadığını, yaşamın ölüm karşısındaki güçsüzlüğünü, mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla dolu olduğunu belirtir.

Yaşamın anlamsız ve boş olduğunu bir filozof, ünlü bir düşünür söylediğinde bize daha gerçek ve anlamlı gibi gelirken, kendi yakınımızdaki birisinin, çocuğumuzun söylemesi bu sözü bize göre anlamsız ve boş kılabiliyor. Daha fazla anı yaşamak, mutlu anlardan olabildiğince ve o anda yararlanmak felsefesinde, yaşama bile bir oyun gözüyle bakmakta olan çocukların hayata yaklaşımları biz büyüklere uymuyor, beğenilmiyor ve onaylanmıyor çoğunlukla.

Aslında çocuğun hayat felsefesinin de doğru olabileceğini belirten yazara karşı çıkıyor Elle. Bütün bu söylediklerinin kitaplar için geçerli, hoş ve zekice şeyler olduğunu ama yaşama uygulanamayacaklarını söylüyor.

Bazı gerçeklerin, doğruların sadece kitaplarda, kavramlarda, teorilerde var olmasını istiyoruz. Bedelini ödeyemeye hazır olmadığımız, istemediğimiz düşünceleri, yaklaşımları yok sayıp, yaşamın çocukların gördüğü gibi, daha büyük bir oyun olduğunu, sonuçlarıyla fazla ilgili olup bunu göz ardı ettiğimizi kabullenemiyor, yadsıyoruz. Kitaplara, kavramlara göre gerçeklerle, yaşamın gerçeklerinin hiçbir zaman örtüşemeyeceklerini, yaşamın kitaplarda belirlenmiş doğrularla, teorik, felsefi yaklaşımlarla yönlendirilemeyeceğini, sürdürülemeyeceğini düşünüyoruz.

Orijinal Kopya
Bir müzenin kapısından içeri giriyor, yaklaşık on beş-on altı tahta basamaklı bir merdiveni çıkıyoruz. Geçmiş dönemlerden kalma tarihi objelerden kimisinin, ayrılmış, düzenlenmiş, uyarıcı şeritlerle sınırlandırılmış köşelerde, camlı bölmelerde, vitrinlerde, duvarlarda sergilendiği, görevlinin bilgilendirici bir ses tonuyla ziyaretçilere bir oradaki bir tarihi objeye ait şeyler anlattığı bir yerdeyiz. Binoche nereye gittiğini bilen adımlarla, insanların arasından, başka bir odadaki bir duvarın karşısında duruyor.

“İşte bu resim!” diyor. “Adı Orijinal Kopya. Duymuş muydun?”…Hayır! Duymamıştık.

Elle’nin bazen kameraya uzun uzun gözlerini dikerek, kimi konuların sanki altını çizer gibi konuşmaları, yazara sorduğu sorular iki farklı düşünce uyandırdı bende. Her ne kadar konuşmasının, sorusunun hedefi yazar olarak görünse de aslında izleyici olarak bu tarzda söylediği her şeyin, sorduğu her sorunun aslında bana sorulmuş olabileceğini, diğer bir anlamla, benim yazara sorduğum bir sorunun veya yanıtın onun tarafından dillendirilmesi, sözcüklere dökülmesi şeklinde bir izlenimler, duygular uyandırmak için yapıldığını düşündürttü.

Bu Toscana’lı Le Gioconda gibi nitelenebilecek, çok güzel bir kadın resmidir. Resim yüz yıllarca orijinal sanılmış, 50yıl kadar önce de kopya olduğu anlaşılmıştır. Sonrasında, bir, kopya, gerçek kopya sorgulaması başlar.

Aslında farklı bir açıdan bakıldığında orijinallikle kopya kavramları bir anlamda göreceli kavramlardır. “Orijinal kopya” haline dönüşebilir mi bir eser? Zaman mı bir kopyayı orijinal hale getiriyor? Zamanın sanatsal bir nesneye, bırakalım sanatı, bir nesneye farklı anlamlar kattığını yadsıyabilir miyiz? Bundan 40 yıl önceki bir bozuk paranın sıradan, günlük yaşamdaki kullanım değeri kadar bir önemi varken, bugün farklı bir nostaljiyle, bir koleksiyoncu için yeri doldurulmaz bir önemle değerlendirilmiyor mu? Günümüz postmodern yaklaşımın, Marilyn Monroe’nun portresini farklı düzenlemelerle, renklerle, defalarca çoğaltarak sağladığı, çokluğun da bir tür orjinallik kadar farklı, derinlemesine anlamlar içerebileceğini öne sürmüyor mu?

Şüphesiz bir sanatsal objenin orijinalliğini, değerli oluşunu belirleyen bir sürü bileşeni var. Bunların yanında; modelin, esinlendiği konunun, nesnenin güzelliği, eserin teması, başarılı işlenişi, yapımının zanaatsal uygulanışı, yansıtabildiği güzellik onu değerli, bu kadar sevilir, beğenilir ve her şeyden ötesi orijinal kılmıyor mu? Mona Lisa, La Gioconda’nın reprodüksiyonu değil midir? 1500’lerde yaşayıp, kim olduğunu bugün hiç kimsenin bilmediği, belki de böyle birisinin olmadığına, ressamın kendi kadınsı yanının bir yansıması olarak yapıldığı görüşüne kadar hakkında bir sürü varsayımlar üretildiği bir fenomen haline gelişi ne şekilde açıklanabilir?

Yazar bir tane orijinal olabileceğini söyler. Kız kardeşi Marie’nin evindeki kocasında. Daha farklı bir yanıt bekleyen Elle bu değerlendirmeye pek inanmaz.

Yazarın kitabını yazmaya yönlendiren, fikri Signora meydanında gördüğü bir olay sonucunda oluşmuştur. Parkta bir anne oğluna, altında oturdukları, aslında bir kopya olduğunu bilmedikleri Davut heykelini göstererek, hakkında yazarın anlamını bilmediği, Fransızca bir şeyler söylemektedir. Yazar aslında ana-oğulu daha önce Floransa’da bir otel odasının penceresinden defalarca görmüştür. İlgisini çekenin ise ikisinin hiç yan yana yürümemesi, hep kadının elli metre kadar önden gidişidir. Onları daha sonra meydanda, heykelin altında görür. Çocuk heykele, gerçek, orijinal bir sanat eseriymiş gibi hayranlıkla bakmaktadır. Ona bazı şeylerin tanıdık geldiğini söylerken Elle’nin gözünden bir damla yaş yuvarlanır. Kocasız, oğluyla yaşayan, sorunlarının olduğu o dönemlerde her şeye, çocuğuna bile uzak kalan o kadın kendisidir.

"...Devam edecek"


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

“Aslı Gibidir” Koca
Kafedeki görevli, yaşı biraz geçkince olan kadın onları evli sanarak, yazarın telefonla konuşmak için ayrıldığı bir sırada Elle’ye; “Onun iyi bir koca olduğunu”, bundan nasıl bu kadar emin olduğunu sorduğundaysa, bunu görebildiğini söyler. Kadının kendilerini evli sanmasını bir oyun gibi, belki de bir özlemin kırıntıları olarak bozmak istemez. Daha sonra aralarındaki farklı bir karı-koca oyununa dönüşecek sürecin ilk duygularıdır bunlar. Daha sonra da, muhtemelen gözlerinden akan yaş damlasını gördüğünden, aralarında bir sorun olduğunu düşünüp, aslında çok iyi bir koca olduğunu düşündüğü adamdan kadının aslında gereksiz beklentilerle evliliklerini tatsızlıklara dönüştürdüğüne hükmeder. Ona birkaç nasihat vermeye çalışır. Erkeklerin çalışması iyidir, onları oyalar. Kadınlar günlük hayatta kendi hallerinde, kendi başının çaresine bakmalıdırlar, çok çalışan bir kocayı dert edinmektense, onun başka bir kadınla olmadığından mutluluk duymak gerekir. İlişkilerde doğal bir ihtiyaç olanın çok iyi bilinmesi, nefes almak gibi bir gereksinimle özdeşleştirilebilecek kişisel özelliklerin, yönelimlerin engellenmemesi gerekir. Kadın erkek ilişkilerinde, beraberliklerde kadının hep verici, ezilen taraf olduğuna inanan Elle, kadına, her şeyde aslında biraz da ölçü olması gerekip gerekmediğini sorar. Kadın, o sokakta zaman zaman rastladığımız “yaşamış insanın” bilgeliğiyle; Bunun ideal olduğunu, ama ideal denilen şeyin hiçbir zaman olmadığını, ideal bir şey için kendini kötü hissetmek aptallık olduğunu söyler.

Tüm bunlar bana; kaçımızın, ideallerimizdeki, hayallerimizdeki, akşamları yüzlerce dizide, Tv programında, filmlerde izleyip inandığımız, özlemini duyduğumuz sahte iyiler için, her günümüzü mutsuzluklarla doldurduğunu düşündürtüyor.

Elle; kadının söyledikleriyle bu oyuna kendini iyice kaptırmıştır. On beş yıldır evlidirler, kocası kendisiyle yeteri kadar, istediği gibi ilgilenmiyordur, genelde yalnızdır, bir çocukları vardır, sadece işini düşünmekten oğlunun doğum gününü bile unutur. Yavaş yavaş filmin akışı varsayılan, gerçek olmayan (kopya) bir evliliğe doğru kaymaktadır. Elle; Yazar geldiğinde, kafedeki görevli kadının kendilerini evli sandığını, bu sanısını bozmak istemediğini, evlilikten, aralarındaki uydurma, hayali ilişkiden söz edip, oynadığı evli çift oyunu bozamadığını anlatır. Bu oyuna, “Aslında iyi bir çift olabileceklerini” söyleyen, kendine özen göstermeyen, gün aşırı tıraş olan, düğün günlerinde bile tıraş olma gereği duymayan “aslı gibidir yazar-koca” da katılır.

Kadınla yazar arasındaki karı koca rolü, oyun olmaktan çıkıp, bir “kopya ilişki” sonrasında da gerçeğiyle oyunun-eşler arasındaki anlaşmazlığın mutsuz, saldırgan veya kırılgan sözcüklere, davranışlara dönüştürüldüğü bir evlilik sorgulamasına dönüşür. Bu kopya, taklit yakınlık, beraberlik, evlilikte, gerçekle oyun artık iyice içi içe geçmiştir. Kadın ve erkeğin kendisine biçtiği rol ve bunun dayatmaları, her zaman karşılaştığımız, çiftlerden birisinin kendini fazlasıyla buna kaptırabilmesi tehlikesini de içinde taşıyor.

Âşık olan çiftler, masum duygularla evlenen çiftlerin bir süre sonra hissettiklerinin ve gördüklerinin bir yanılsama olduğu duygusuna nasıl ulaşıyor?

""
“Başta tatlı gelir ama sonra gerçeğin acı tadını alırlar.”

Burada kopya-taklit-sahte olan, aşkın kör ettiği gözü ile karşısındakinin gerçek duygularını ve kişiliğini görememesi söz konusu değil midir? Gerçeğini, gerçeği kabullenmemiz için kopyalarını oluşturduğumuz duyguları mı daha kolay sağlıyor bize. (Gençlik kendine özgü yanılsamalarıyla bir “ara-taklit-yapay bir gerçeklik” midir?) Gençliğimizde bolca salgılanan hormonların işlevi, insan soyunun, dolayısıyla “bencil gen”lerin doğal var olma yaptırımları ile ne kadar ilgilidir? Sonra bu hormonların yavaş yavaş seviyesinin azalması. Aşk ne kadar gerçek duyguların “aslı gibidir”i

Evliliği, bir ağacın dallarına yapışarak söz vermek olmadığını, bir evliliği ayakta tutan şeyin özen, emek, çaba ve farkındalık olduğunu belirtiyor yazar. Değişimin, değişebilirliğin farkında olup, her şeyin değişebileceğini kabullenmek gerektiğini vurguluyor.

İnsan yaşamı mevsimsel döngülere benzetilebilir. Kimse bir ağaçtan bahar bitince çiçeklerini korumasını bekleyemez. Çünkü sonunda çiçekler meyveye dönüşür. Ve sonra ağaç meyvesini kaybeder. Sonra yapraksız bir bahçe. İnsanın varoluşsal, görmezlikten gelemeyeceğimiz birgerçeği varsa, o da bedensel varlığının garip bir çember gibi kendi üzerine kapanmasıdır. Çocukluğumuzun bedensel özellikleri, yapısı, gereksinimleri, yaşanmayla beraber tekrar başta gelip geçtiğimiz bir durak gibidir. Yaşlılık, bükülen bir belle, emeklemeye, oradan, yataktaki çocuklar gibi dişsiz bir ağza, oradan, altının bağlanmasına, katı yiyecekleri yiyemeyip biberonla beslenmeye kadar uzanmıyor mu? Yanılsamalar üzerine kurulmuş, gerçeğin yerine kopyalarıyla değiştirilmiş gerçeklerle sürdürülmeye çalışılan beraberlikler, evlikikler…

Sanırım bu anlatımı daha fazla uzatmamam gerek. Sözü uzattıkça, filmden alacağınız tadı bozacağım korkusuna kapılmaya başladım. Devamında sorgulanacak o kadar çok kavramlar var ki, kadınların neden makyaj yaptıkları, bir şarabın tadılmasından, toplum karşısında takınmak zorunda kaldığımız kopya nezakete uzanan yollar, ritüellerin yaşamımızdaki zorunlu varlıkları, toplumsal rollerimizin bizi şekilleyip dönüştürmesi,
“-mış gibi” yaşamlar, kadınların her şeyi neden hatırlayıp, erkeklerin hiçbir şey hatırlamadıkları …

Yazımı, Elle’nin, filmin sonundaki söylediği bir sözle noktalamak istiyorum;

""
“Hatalarımız konusunda daha hoş görülü olabilseydik daha az yalnız olurduk.”

certified_copy-3.jpg

Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

Yazının henüz "Kişiler ve Olgular" başlığını okuyabildim.

""
Orijinali boş verin iyi bir kopya edinin.

Yukarıdaki soru bu bölüme damgasını vurmuş.

Kopya sorunu modern dönemle postmodern olarak adlandırılan dönemin en kritik ayırt edicilerinden. Açıktır ki, modernizm sanat tarihinde orijinalin en önemli olduğu dönemi yarattı. Özgünlük, özerklik ve "aura"yı yeniden tanımlayarak karizmatik bir sanatçı mitosu içinde orijinal olanı kutsadı. Oysa antik dönemde de, bütün ortaçağ boyunca da -hem Doğu'da hem Batı'da- "güzel"in tanımı ilkörneğe (prototip) uygunluk olarak oluşturulduğundan orijinallik büyük problem değildi. Roma İmparatorluğu'nda sanatçılar yıllar boyunca Antik Yunan heykellerinin repliklarını yaptılar, minyatür geleneği tümüyle doğru yineleme problematiği üzerine kurulmuştu vb.

Walter Benjamin'in Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı (alternatif bağlantı) makalesinde itinayla üzerinde durduğu bu süreçte, günümüze yaklaştıkça "kopya"nın eşitleyiciliği düşüncesi baskınlık kazanır.

Film, bu temayla sanat yapıtının neliği sorununa sert bir giriş yapıyor.


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

Sinemayı, dolayısıyla montajın meydana getirdiği katmanlı yapıyı, senaryo düzeyinde çözümleyebilmiş ve bunu kameranın saptadığı görüntüyle birleştirebilmiş yönetmenler bir şeyi çok ustaca beceriyorlar: Kurmacayı alt metinlerle örgülemek ya da ana hikâyeyi yan hikâyelerle beslemek.


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

Bir süredir düşündüğüm bir şey var; bir filmi bu kadar yüklemek doğru mu acaba? tabi ki sonuçta her sanat yapıtı, bir anlatım riskini taşır. Bu sinemada daha farklı bir şekle bürünür. Çoğunlukla sanat dallarının anlatabileceği, veya daha "legal" gezinebileceği bazı alanlar, kıstaslar belirleriz. Bir felsefe kitabının bizde yüzeye çıkarmasını beklediğimiz soruları, bir filmin başarabilmesinden söz ediyorum. Bu konda düşünüyorum.


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

""
Kasabaya gittikleri yolun kenarında sıralanmış servileri zevkle izleyen yazar; tüm canlılar arasında, hayatın amacının, var olmanın manasının zevk ve eğlence olduğunu unutan tek canlı türünün insan ırkı olduğunu, insanın yaşadıklarının onların seçimi olduğunu, iki insanın değer yargılarıyla eğer mutluluğu bulmuşlarsa, hayattan zevk alıyorlarsa onları eleştirmek yerine kutlamamız gerektiğini söyler.

Kopya ve orijinal meselesini şöyle de düşünebiliriz: Platon'un dilinden "gölgeler ve idealar" onlar. Orijinal bir tamlığı, bitmişliği simgelerken dünyada olamayacağı da açıktır. O dünyanın üstünde bir arketip, tanrısal bir öz olacaktır. Kopya ise mağara duvarında oynaşan, şımarık, arsız bir gölge olarak yaşamla doludur. Yol boyuna dizilmiş tek tek ağaçlar ne birbirlerine ne de "ağaç" imgesine tıpatıp benzerler; onun yerine her biri, "isteme" olarak yaşamla dopdoludur.


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

""
“Sanatsal nesne” kavramının, ne olduğunun, ne işe yaradığının belirlenmesi her zaman elit, yetkili, küçük bir kesimin olanak ve sınırları içerisinde kalmıştır. Serviler, bin yıllık çınar ağaçları ve günlük yaşamımızda fark edip, görüp, yaşayıp, tüketip, bizleri mutlu etmesi, yaşamımıza değer ve anlam katması gereken güzellik, orijinallik, nasıl bir sanatsal anlamı ifade edebiliyor. Sıradan günlük oyaşamımızdaki orijinallik kavramı, doğada birbirinin aynısı hiçbir şeyin olmaması, tüm bunların, sanat eserini tanımlarken kullandıklarımızla aynı oluşu, tek farkın doğanın dışarıda, gözümüzün önünde, çok, herkesin tüketimine kısmen de olsa açık, yalıtılmamış, günlük yaşamla iç içe oluşu, sanat eseri olarak kabul edilen nesneninse içeride, yalıtılmış, bir yanıyla düzenlenmiş, kurgulanmış bir ortamda sunulması olabilir mi acaba?

Bu noktada iki tartışma var. Biri -ve önemlisi- sanatsal etkinliğin doğanın taklidi olarak görülmesi yanılgısı -ki kökeni yine Platoncu idealar evrenine yaslanır-. Diğeri ise O'Doherty'nin Beyaz Küpün İçinde kitabında söz ettiği galeri mekânının dönüştürücü etkisidir. Kurumsallığın baskısı anlamında bu ikinciye karşı çıkmak neredeyse tüm modern sanatın mottosu olmuştur. Buna karşın yine de onu sıkıntısını duyduğu bu dertten kurtaramamıştır başkaldırısı.


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

Filmin ilk yarısı yukarıda üzerinde durduğum sanat yapıtı teması üzerine dönerken, ikinci yarıda film kritik bir dönemeçten geçerek kadın-erkek ilişkisindeki sahiciliğe dönüyor.

Burada da en az iki sorun tanımlanabilir.

Kadın-erkek ilişkisi bir arketipe göre doğru ya da yanlış olarak mı kabul edilmelidir; yoksa ilişkinin daha içine girerek taraflar arasında mı aramak gerekir sahiciliği? Filmin iki karakteri kendi yaşamlarından hareketle bu iki sorunun da cevabını arıyorlar bana kalırsa. Karı-koca taklidi olarak başladıkları oyun gerçek bir kadın erkek ilişkisine dönüşüyor. Sahicisinden daha gerçek olabilecek bir ilişki kopyasıdır yaşadıkları. Yolculukları boyunca karşılarına çıkmış/ çıkan insanlar da bu ilişkinin bir parçası haline gelirler. Sadece kendileri değil, bütün kadın ve erkeklerin temsilidirler artık bu noktadan sonra.

İkinci bir okumayla kadın, adam ve çocukları bir arabada giderken bir kaza geçirirler. Kadın ve çocuk yaşamlarını kaybeder. Adam kendi içinde orijinal-kopya tartışmasını düşünerek aslında ölmüş karısı ve çocuğunun anısıyla başbaşa kalmıştır. Filmin sonundaki sahnede adam, kadınla evlendikleri kilisenin karşısında balayında tuttukları odaya kapanır. Yaşantısının biricikliğine inanması, orijinallik peşinde koşarken kendi yaşamını kaçırmış olması bütün ağırlığıyla üstüne çökmüştür. Elle'in sözü böylece yeniden anlam kazanır:

""
Hatalarımız konusunda daha hoş görülü olabilseydik daha az yalnız olurduk.

Erkek bir dünyanın yarattığı "idea"lar sonunda yaşamın ıskalanmasını beraberinde getirmiştir. Kültürelleştirilmemiş doğada "M..m..m..m.. marie"nin gerçekliği, dişil bir manifesto olarak kaybedilmiş olarak kalır.

Bir kez daha tersinleme yaparak şuna da ulaşabiliriz: Kadının sözünü ettiği doğrular adamın gerçekliği, adamın savunduğu yaşam ise kadının gerçekliğidir. Kopyayla asıl bir kez daha yer değiştirmiştir.


Re: Aslı Gibidir* ya da Mona Lisa’nın Bıyıkları

Film bu hafta vizyona girdi. İzlemek isteyenler için kaçırılmayacak bir fırsat.