"Sabah Ziyaretçisi" şimdiye dek okuduğumuz Aslı Erdoğan öyküleri arasında en çok beğendiğim, atmosferine en kolay girdiğim öykü oldu. Gecenin bir yük treni gibi ağır ağır ve zahmetle yol alması, odadan içeri giren adamın sırtının bütün odayı kaplaması, odaya saçılmış nesnelerin sokulganlığı, odanın anlatıcının bir parçası, daha doğrusu kendisi gibi betimlenmesi... Bütün bunlar bende öyküyü defalarca okuma isteği uyandırıyor. Yazarın kelimeleri birbirine eklerkenki ustalığına şapka çıkarıyorum.
Bir de "ciğer"in Aslı Erdoğan öykülerindeki yerini düşünüyorum.
eren tarafından Haz 30th, 2010 günü 21:51 sularında gönderildi.
Neden "gece ziyaretçisi" değil de sabah??
Sabah aydınlığında sadece ayışığı/gothik bir karanlık atmosfer hissediliyor.
Tadımlık... (amuse bush!?):
"...küçük bir ayna asılıydı. Aynanın sırları öylesine dökülmüştü ki, bütün bu hırpalanmış nesneler, kendi yansımalarını görmek istediler mi,bi türlü başaramaz, bulanık bir sisin içinde dağılıp giderlerdi."
Güçlü bir ifade diye düşünüyorum. Bir de "bulanık sis" yerine başka bir şey düşünseymiş. Sisler zaten bulanık değilmidir!?
orhant tarafından Tem 4th, 2010 günü 12:29 sularında gönderildi.
Aylardan ağustos, diyebiliriz ki mevsimlerden yaz... Güya yaz. Bu kuzey ülkesinin puslu kasvetine şimdiden yenik düştüm, ruhum denizin kuşattığı kentle, yağmurla, yosun kokusuyla dolu.
Güneşin yokluğuyla anlatıcının ruh hali arasında kurulan sıkı bağ öykü boyunca kendini hissettiriyor.
""
Her biri bir başka topraktan, bir başka geceden gelmiş göçmenler, şimdi cephe gerisinin kana aşina uykusundalar.
Mekânın bir göçmen yurdu olması, sakinlerinin (Bosnalı, Rus, Somalili, Romen, vs.) acılarla yoğrulmuş coğrafyaları arkalarında bırakıp gelmiş olmaları öyküyü birey ölçeğinden çıkarıyor. Sanki anlatıcının başından geçenler sadece onun değil bütün yurt sakinlerinin yaşından geçiyor. Daha doğrusu yazar böyle bir kapı açıyor. Oysa öykünün geri kalanında açılan bu kapıdan çok şey geömiyor. Öyle olsa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Bir de tabii anlatıcının neden o göçmenler yurdunda kaldığını merak ediyorum. Onun nereli olduğunu, neden orada kaldığını bilmiyoruz. Öykünün dili Türkçe olduğu için Türkiyeli olduğunu varsayabilir miyiz?
Ziyaretçinin betimlendiği şu satırlar çok etkileyici:
""
Alçıdan yapılmış gibi duran yüzü, sanatçı baştan savma işini bitiremeden kuruyup katılaşmış gibi. İrikıyım burnu sanki eriyip yanaklarından aşağı akmış, gözleri derin çukurlarında görünmez olmuş. Üzerinden dökülen buruşuk, koyu renkli takım elbisesi yıllardır çıkarılmamış gibi. Kravatsız, tıraş olma alışkanlığını epeydir boşlamış. Siyah, kalın telli seyrelmiş saçlarından serin ve karanlık gecenin kokusu yayılıyor.
Ziyaretçi gözlerini odanın içinde dolaştırırken anlatıcı da onunla birlikte gözlerini odanın içinde dolaştırıyor. Ya da bize odayı ziyaretçisinin gözleriyle tanıtıyor. Kendisinin artık alışmış olduğu, belki artık görmediği dağınıklığı belki de ancak onun gözleriyle, onun varlığı dolayısıyla fark ediyor. "Hepsi, elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi." "Bense nesnelerin zedelenmiş yüzeyinde kendimi görüyordum. Kendi zedelenmiş tenimi..." Bu cümleler, odadaki nesnelerle anlatıcının ne derece özdeşleşmiş olduğunu, o nesnelere bakarken bizim de aslında yazarın mahremiyetine göz diktiğimizi söylüyor bana. Ziyaretçinin -ve okurun- hijyen arayan gözleri bu dağınıklığı, pisliği için için yargılarken aslında anlatıcıya ilişkin yargılarda bulunuyor bu nedenle.
Ziyaretçi anlatıcıyı karamsarlığa, ölüme davet ediyor adeta. "Artık karar vermelisin." diyor. Anlatıcı ilk kez konuştuğunda öyküde taşlar biraz daha yerli yerine oturuyor:
""
Oradan hiç çıkmamadığımı hatırlatmak için geliyorsun. O karanlık hücre, nereye gitsem peşim sıra beni izliyor. Aslında içimde taşıyorum onu. Bir ağacın kökleri gibi geceleri büyüyor. Büyüyor, büyüyor, tenimi parçalayarak dışarı çıkıyor.
Anlatıcının bir zamanlar bir hücrede kapalı kaldığını, muhtemelen tutuklu olduğunu anlıyorum bu konuşmadan. O hücrenin -ve belki işkencenin- yarattığı yıkımdan sonra bir türlü toparlanamadığını... "Hayatım tek bir resmin sayısız taş baskısı." Bu da anlatıcının göçmenler yurdunda ne işi olduğu hakkında bir ipucu veriyor.
eren tarafından Tem 4th, 2010 günü 19:22 sularında gönderildi.
"Taş Bina" öyküsünü de içine alan bu kitaptaki öykülerin hepsinde sanırım bu tutukluluk/ mahkûmluk izleği ortak olarak işleniyor. Bir zamanlar bir sevgilinin tutuklanışı (belki ölümü) üzerinden hareket eden; ama aslında dışarıda kalanın (kadının) esareti üzerinden işleyen bir atmosfer yaratımı var. Detayların seçimi ve tasvirler gerçekten çok başarılı.
""
uykulu bir güneş
Bu tanım bile kuzey ülkeleri için kanımı dondurmaya yetti.
Ziyaretçinin mektuplar üzerinden aktarılan diyaloglarını okurken epey yoruldum. Aslı Erdoğan öykülerinde diyalog büyük bir sorun. Genellikle monolog şeklinde ilerleyen öyküler hepsi de. Bu anlamda diyalog üzerinden işlemesi gereken her noktada sıkıntı yaşıyorum; ağdalı cümleler, şiirsel deyişler, karanlık bir atmosferi aktaran dil.
Öykünün girişi çok güçlüyken sonuna doğru gücünden çok şey yitiriyor bu yüzden. Ben de Eren gibi, odada kalan diğer göçmenlerin hikâyesini takip edebilmeyi çok istedim. Tahta Kuşlar'da başarıyla yansıtılmış bu konu burada öykünün açık ucu olmuş.
"Ne... ne de" kullanımında çift olumsuzlama yapılması gibi basit dil hataları da öyküyü okumamı güçleştirdi.
Barış Acar tarafından Tem 9th, 2010 günü 12:55 sularında gönderildi.
Re: Sabah Ziyaretçisi
Yeni öykü...
Re: Aslı Erdoğan - Sabah Ziyaretçisi
"Sabah Ziyaretçisi" şimdiye dek okuduğumuz Aslı Erdoğan öyküleri arasında en çok beğendiğim, atmosferine en kolay girdiğim öykü oldu. Gecenin bir yük treni gibi ağır ağır ve zahmetle yol alması, odadan içeri giren adamın sırtının bütün odayı kaplaması, odaya saçılmış nesnelerin sokulganlığı, odanın anlatıcının bir parçası, daha doğrusu kendisi gibi betimlenmesi... Bütün bunlar bende öyküyü defalarca okuma isteği uyandırıyor. Yazarın kelimeleri birbirine eklerkenki ustalığına şapka çıkarıyorum.
Bir de "ciğer"in Aslı Erdoğan öykülerindeki yerini düşünüyorum.
Re: Aslı Erdoğan - Sabah Ziyaretçisi
Neden "gece ziyaretçisi" değil de sabah??
Sabah aydınlığında sadece ayışığı/gothik bir karanlık atmosfer hissediliyor.
Tadımlık... (amuse bush!?):
"...küçük bir ayna asılıydı. Aynanın sırları öylesine dökülmüştü ki, bütün bu hırpalanmış nesneler, kendi yansımalarını görmek istediler mi,bi türlü başaramaz, bulanık bir sisin içinde dağılıp giderlerdi."
Güçlü bir ifade diye düşünüyorum. Bir de "bulanık sis" yerine başka bir şey düşünseymiş. Sisler zaten bulanık değilmidir!?
Re: Aslı Erdoğan - Sabah Ziyaretçisi
Güneşin yokluğuyla anlatıcının ruh hali arasında kurulan sıkı bağ öykü boyunca kendini hissettiriyor.
Mekânın bir göçmen yurdu olması, sakinlerinin (Bosnalı, Rus, Somalili, Romen, vs.) acılarla yoğrulmuş coğrafyaları arkalarında bırakıp gelmiş olmaları öyküyü birey ölçeğinden çıkarıyor. Sanki anlatıcının başından geçenler sadece onun değil bütün yurt sakinlerinin yaşından geçiyor. Daha doğrusu yazar böyle bir kapı açıyor. Oysa öykünün geri kalanında açılan bu kapıdan çok şey geömiyor. Öyle olsa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Bir de tabii anlatıcının neden o göçmenler yurdunda kaldığını merak ediyorum. Onun nereli olduğunu, neden orada kaldığını bilmiyoruz. Öykünün dili Türkçe olduğu için Türkiyeli olduğunu varsayabilir miyiz?
Ziyaretçinin betimlendiği şu satırlar çok etkileyici:
Ziyaretçi gözlerini odanın içinde dolaştırırken anlatıcı da onunla birlikte gözlerini odanın içinde dolaştırıyor. Ya da bize odayı ziyaretçisinin gözleriyle tanıtıyor. Kendisinin artık alışmış olduğu, belki artık görmediği dağınıklığı belki de ancak onun gözleriyle, onun varlığı dolayısıyla fark ediyor. "Hepsi, elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi." "Bense nesnelerin zedelenmiş yüzeyinde kendimi görüyordum. Kendi zedelenmiş tenimi..." Bu cümleler, odadaki nesnelerle anlatıcının ne derece özdeşleşmiş olduğunu, o nesnelere bakarken bizim de aslında yazarın mahremiyetine göz diktiğimizi söylüyor bana. Ziyaretçinin -ve okurun- hijyen arayan gözleri bu dağınıklığı, pisliği için için yargılarken aslında anlatıcıya ilişkin yargılarda bulunuyor bu nedenle.
Ziyaretçi anlatıcıyı karamsarlığa, ölüme davet ediyor adeta. "Artık karar vermelisin." diyor. Anlatıcı ilk kez konuştuğunda öyküde taşlar biraz daha yerli yerine oturuyor:
Anlatıcının bir zamanlar bir hücrede kapalı kaldığını, muhtemelen tutuklu olduğunu anlıyorum bu konuşmadan. O hücrenin -ve belki işkencenin- yarattığı yıkımdan sonra bir türlü toparlanamadığını... "Hayatım tek bir resmin sayısız taş baskısı." Bu da anlatıcının göçmenler yurdunda ne işi olduğu hakkında bir ipucu veriyor.
Re: Aslı Erdoğan - Sabah Ziyaretçisi
"Taş Bina" öyküsünü de içine alan bu kitaptaki öykülerin hepsinde sanırım bu tutukluluk/ mahkûmluk izleği ortak olarak işleniyor. Bir zamanlar bir sevgilinin tutuklanışı (belki ölümü) üzerinden hareket eden; ama aslında dışarıda kalanın (kadının) esareti üzerinden işleyen bir atmosfer yaratımı var. Detayların seçimi ve tasvirler gerçekten çok başarılı.
Bu tanım bile kuzey ülkeleri için kanımı dondurmaya yetti.
Ziyaretçinin mektuplar üzerinden aktarılan diyaloglarını okurken epey yoruldum. Aslı Erdoğan öykülerinde diyalog büyük bir sorun. Genellikle monolog şeklinde ilerleyen öyküler hepsi de. Bu anlamda diyalog üzerinden işlemesi gereken her noktada sıkıntı yaşıyorum; ağdalı cümleler, şiirsel deyişler, karanlık bir atmosferi aktaran dil.
Öykünün girişi çok güçlüyken sonuna doğru gücünden çok şey yitiriyor bu yüzden. Ben de Eren gibi, odada kalan diğer göçmenlerin hikâyesini takip edebilmeyi çok istedim. Tahta Kuşlar'da başarıyla yansıtılmış bu konu burada öykünün açık ucu olmuş.
"Ne... ne de" kullanımında çift olumsuzlama yapılması gibi basit dil hataları da öyküyü okumamı güçleştirdi.