Aşk-ı Kıyamet
Hem varmış, hem yokmuş. Öfkeli saniyelerin suskun saatleri kovalamadığı, zamanın Prozac’lanıp da tatlı düşlere düştüğü vakit, zamansızlık mekanına yerleşmiş zümrüt gözlü, misk-i amber kokulu bir kız yaşarmış.
Çağlayan zaman ortadan kalkıverince tüm yasalar, yasaklar da ilan etmiş özgürlüğünü. Yer çekimi çekilmiş yavaşça yeryüzünden, kendini bile çekemez olmuş. Notalar sıralarından, şiirler dizelerinden fırlayıp dans etmiş gökte. Herkes, her şey yumuşacık hareketlerle uçup, süzülmeye başlamış.
Sadece hisleri terk edememiş insanları. Onlar incecik, sihirli, görünmez halatlarla kalplerine demir atmışlar insanların. Onların özgürlük arzularının mutmain olması için bu kadarı kâfiymiş.
Lâkin birden baş kaldırmış içlerinden biri. Çekip gitmek istemiş uzak diyarlara korku. İlk önce tutku engel olmuş ona. Tutmuş korkunun narin, ince bileklerinden, demiş: “Sen olmazsan nasıl farkına varacaklar benim varlığımın? Hem seninle ben formülün olmazsa olmazları değil miyiz? Önce seni katarlar, ardından ben gelir, yetişirim koşarak. Sen olmadan ben yaşayamam, ben olmadan da sen kalamazsın bakî.”
İkna olmuş korku, düşmüş iri göz kapakları utancından, ağır gelmiş uzun siyah kirpikleri. Tam o vakitte hüznün kancası çıkıvermiş kızın kalbinden. Tüm hisler seferber olup kimi kolundan, kimi uzun ve siyah saçlarından tutup getirmişler hüznü. “Hiç içinde hüzün olmayan aşk olur mu? Hüznün çökük elmacık kemikleri pespembe oluvermiş, gözleri nemli, dönmüş kızın kalbinin yakınlarına. Hüznün akıbetini gören acı, hiç sesini çıkaramamış bile.
Çoğunun tanışmadıkları, isimlerini bile bilmedikleri, hiç görmedikleri yüzlerce his, bir araya gelip kızın avuçlarına doluşmuş. Parmaklarının arasından sızıp havada erimeye başlayan çaresizliği de en üste koyup, hepsini kalbine doldurmuş kız. Tüm hisler birleşince kâinat-ı evren onların ebruli renkleriyle kavrulmuş.
Tutkunun kırmızısının üzerine, mutluluğun uçuk mavisi gelmiş. Eflâtun acı, kahverengi hüzünle yek vücut olmuş, pembeler, yeşilin tonları göğe hakimiyet kurmuşlar.
Derken daha önce kimsenin duymadığı bir koku çalmış kapısını kızın. Aşkın kokusuymuş bu. Arkasına gizlediği aşığın önünden çekiliverince birden göz göze gelmiş balık ile kız. Hani aşka düşer ya kalpler, onlarınki aşka uçmuş, yanmış kanatları, külden zerrelere dönmüş... Tüm bu karmaşa ve hareketliliğe felç inmiş birden. Hiç kimse nefes alamamış o an. Balığın cayır cayır yanan vücudunu kızın bakışlarının değdiği yerler tedavi etmiş. Semaya hakim olan sessizlik kulakları patlatacak kadar şiddetlenmiş. Göz göze geldikleri an tek gerçek, hayatlarının geriye kalan kısmı ise kıymetsiz bir sanrıdan ibaretmiş. Tercih yapmasına gerek yokmuş gerçekle balık arasında. Zaten gerçek oymuş, o da gerçek.
Aşkı olmasa boğulacak gibi olurmuş hiçliğin içinde. O kadar ulaşılmazlarmış ki birbiri için, dokunsa teninden geçer gidermiş kızın elleri. En yakınındayken bile ırakmış balığa. Hayatının iki uzak ucunun birleştiği yerdeymiş balık. O, büyük fırtınalardan dalgalardan gelmiş, kız ise lodostan bile ürkermiş. Tüm gerçekler kıyafetlerini çıkarıp çırılçıplak kalınca pembeyle turkuazın yalancı hayallerine bürünmüşler.
İkisi de çok iyi biliyormuş ki kavuşmaları sonları olacakmış. Bu son için neler feda edilmezmiş. Bu görkemli kıyamet, bu muhteşem keder için…
Ne balık emin olmak için kokuşmuş sevgi sözcükleri talep ederek kirletmiş o anı, ne de kız sormuş yok olmaya hazır olup olmadığını balığa.
Kainatı zangır zangır titreten bu güç sığmazmış varlıkların içine, taşarmış bedenden. Tenden girip tinden çıkarmış da özgür bırakırmış ruhları her zerresine işlenmek için.
Yağmurla bulutun, güneşle ayın, yeryüzüyle gökyüzünün, hatta masallardan apar topar, koşa koşa gelen gül ile bülbülün aşkı bile sararıp solmuş balıkla kızı görünce. Kıskançlıklarından deliye dönmüşler.
Semaya hakim olan katatoni çözülüvermiş birden. Yer çekimi öç alırcasına ağırlığının kat be kat fazlasıyla yere çekmiş gördüğü ne varsa. Kız aşkını tutmuş hemen sıkı sıkıya, gözyaşları demirden birer yuvarlak olup düştükçe derin yarıklar açıyormuş toprağa. Onlar yere düşerken saniyeler boşanmış, yanlarından akıp gitmişler. Asırlarca öfkesini biriktirmiş yanardağlar patlayıp inletmiş yeri göğü, kusmuş içinde ne varsa. Sakin buzullar kırılmış, dökülmüş paramparça olmuş kızın minik yüreği gibi.
Demek aşık olmak fiilinin öznesi olmakmış kıyamet denen şey…
ELİF YEMENİCİ
Ocak 2010
Re: Aşk-ı Kıyamet
Elif Yemenici bir öyküyle merhaba demiş bize. Ne iyi etmiş.
"Aşk-ı Kıyamet" yazarının dilin inceliklerine vâkıf olduğunu duyumsattı bana. "Aşk" konusu da, özellikle sembolik düzeyde ele alınacaksa, böyle bir vukfu zorunlu kılıyor bir yerde. "Aşk-ı Kıyamet" aşkı doğulu bir gözle, doğulu bir dille, doğulu bir lûgatten kelimelerle anlatıyor bize. Zamanın durması, anın, o ilk göz göze gelme anının çoğalarak sozsuzca çoğalması, kıyamete dönüşmesi oldukça çarpıcı biçimde anlatılmış. Tema ve işleniş biçimi öykünün biçiminin çok ön plana çıkmasını da zorunlu kılmış. Aşkın "biçimci" bir tutumla anlatımı Divân şiirinden bize kalan bir miras herhalde. Bu mirasla ne yapıp ne yapmayacağımız da bizim meselemiz olmalı doğal olarak. Ne yazık ki, bu miras tartışması bana oldukça uzak, hakkında söz almadan önce duraksamam gereken bir tartışma. O nedenle işin o kısmını pas geçmek istiyorum izninizle.
İsmet Özel, İskender Pala gibi yazarlar, çok okuduğum yazarlar arasında değildir, o nedenle bu benzetme yersiz olabilir, ama "Aşk-ı Kıyamet"te "o türden" bir edebiyatın kokusunu alır gibi oldum. Elif Yemenici'nin söz konusu yazarlarla ne denli tanışık olduğunu o nedenle bilmek isterdim.
Elif Yemenici'nin eline sağlık demeden önce, öyküyü okurken gözüme takılan birkaç noktayı daha buraya not etmek istiyorum:
Elif Yemenici'nin ellerine sağlık.
Re: Aşk-ı Kıyamet
Elif Yemenici diliyle, anlatımıyla, yer yer şiire yaklaşan özel bir, “Aşk”ı anlatan bir öykü yazmış.
bana “ilahi” ortamda bir aşkı düşündürdü, veya Calvino’nun, Kozmokomik Öyküler’inde anlattığı mekanlar türü bir şeyleri…
Kelimelerdeki betimlemeler çok hoşuma gitti. İnsanların yerlerine kendi seçimlerini, kendi renklerini de koyabilecekleri, öyleyken de doğru olabilecek tanımlamalar bence.
“Zaman- hareket” kelimeleri bana, zaman olmadan nasıl bir “hareket söz konusu olabileceğini düşündürdü. Uykudaki gibi, dolaylı, kendine özgü gerçekliği olan bir mekanda zaman gibi mi? Uykudaki zaman konusunda ne biliyoruz? Bir yerlerde rüyalardaki olayların eş zamanlı görüldüğünü okumuştum. Benzeri nedenlerle hareketin zamana bağlı olduğu gerçeğini, bağlı olmadığı nasıl bir mekan sorusuna doğru kaydırdı düşüncelerimi.
Derken daha önce kimsenin duymadığı bir koku çalmış kapısını kızın.
Arkasına gizlediği ışığın önünden çekiliverince birden göz göze gelmiş balık ile kız.
Hiç kimse nefes alamamış o an.
Eren'in eklediği birkaç cümlenin dışında benim sorun olduğunu düşündüğüm cümleler bunlar.
Teşekkürler Elif hanım. Aşk, mekan, zaman konusunda zaten hiç dinmeyen sorularımızı farklı bir güzellikle betimlediğiniz için.
Sağlıcakla.
Re: Aşk-ı Kıyamet
Yeni denemelerinizi de merakla bekliyoruz.
Re: Aşk-ı Kıyamet
Öyküde duyguların kişileştirilmesi hoşuma gitti.
Öyküde şiirsel bir dil değil de masalsı bir anlatım buldum ben. İmgeden çok gerçek dışı bir anlatım...
Bu cümlede "turkuaz" sözcüğünü okurken masalsı anlatımın bozulduğunu düşündüm ve cümlenin anlattığı şeyin ne olduğunu kestiremedim. Gerçekler önce çırılçıplak kalıp sonra neden bürünüyorlar anlam veremedim.
Elif Yemenici'ye öyküsünü forumla paylaştığı için teşekkürler...
Re: Aşk-ı Kıyamet
Aşk-ı Kıyamet'te duyguların konuştuğu bölümü merakla okudum, konu nereye nasıl gidecek diye düşünürken hiç ummadığım biçimde "kız" ve "balık"a bağlandı.
Duyguların birbirleri ile ilşkilendirilme biçimi hoş gelmişti, belki biraz daha geliştirilebilirdi bu bölüm; ve buradan, konu daha güçlü bağlanabilirdi aşk'a.
Kurgu masalsı ama dil için çok karar veremedim, bence Elif'de kullandığı dil konusunda karasız.
Farklı betimlemeler dikkatimi çekti, özellikle Mehmet Sürücü'nün de alıntıladığı renklerle betimlemler farklı bir aşkı anlatmak açısından öyküye güç katmış.Bazı cümleleri anlamakta güçlük çektim,bazı anlatımlarda anlamsal çelişkiler var diye düşünüyorum,örneğin:"Semaya hakim olan katotoni çözülüvermiş birden. Yer çekimi öç alırcasına ağırlığının kat be kat fazlasıyla yere çekmiş gördüğü ne varsa." Eğer yer çekimi kalkmışsa gökyüzü uçan nesnelerle dolu olmalı.
Mekân,lâkin gibi sözcüklerdeki şapkalar gözden kaçmış.
"Kâinat-ı evren" iki sözcük de aynı anlamda değil mi?
Elif Yemenici'nin eline sağlık.