UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Ara (Çadır 10)

30 Eyl 2013
Mehmet Sürücü

Eğridere; Ballıpınar ile Ormanlı arasında yemyeşil bir vadi. Yeşilliğinin kaynağı, doğusundaki Sığıryatağtepe ile gündeydeki Gamle tepesinin koyaklarından doğup, tepelerin arasında kıvrıla büküle denize kadar ulaşan dere. Vadi, Ballıpınar köyü sınırları içerisinde. Dere boyunca uzanan asırlık çınar ağaçları, vadinin konumu, burayı yazın yemyeşil, serin bir cennete çeviriyor. Issız güzelliği nedeniyle, burası sessizlik ve doğada yalnızlığı arayanların kaçış yeri.

Dikkatinizi çekmiştir, anlattıklarım bir sekizinci sınıf öğrencisi ödev notuna benzedi, daha da benzeyecek. Ama bu bilgilerin Çadır’ın ilerideki bölümleri için gerekli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle eskiden buranın köyün ekonomisindeki önemi üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Ballıpınar(Kocaburgaz) halkı 1924 Kavala göçmeni. Köyün dar vadisine sıkışıp kaldıklarını, birkaç kuşak sonra bölünen tarlaların bir çember kadar kalacağını, göçen kuşaktan bir kuşak sonra fark etti. Dedem (Babamın babası) 1899(1316) Kavala doğumlu. Babamlar, 3’ü erkek, 5 kardeş. Dedemin kuşağı genelde çoban ve büyükbaş hayvancılıkla geçiniyor. Tarımcılıkla fazla bir gelir elde edilmiyor. Hayvancılık da fazla çocuk sahibi olmayı özendiren, teşvik eden bir yaşam biçimi, bir uğraş. Üç erkek kardeş, sürü çoğaldıkça bölünüp birer parçasını bağımsız otlatmayı üstleniyor, kız kardaşlar evde yemek, süt, peynir, tarla sebze işleri yapıyorlar. Herkese iş var kısaca. Bu yaşam tarzı, çok çocukluğulu gerektiriyor bir bakıma.

Bu, sürülerin çok olduğu, dağ taş çoban keçi koyun kaynadığı zamanlarda (1925-1960) Eğridere sürü otlatmanın ve sınırlı bir tarımın merkeziydi. Serin bir vadinin bitmek bilmeyen bitki örtüsü, otlar, sular burayı sürekli bir meraya dönüştürmüştü. Bunun yanında dereye yakın tarlalara ekilen elma, erik, armut gibi meyva fidanları verimli hasatlarıyla yüz güldürüyordu.

Zamanla çıkan kanunlar ormanı koruma maskesi altında, ormanı sahiplenme, onu bir rant alanına dönüştürmenin ilk adımlarını atmaya dönüştü. Bunun için de ormanı önce köylüden(çobanlardan), keçilerden, koyunlardan temizlemek gerekiyordu. 1940 ile 1970 arasında köydeki sürü sahiplerinin, çobanların hemen hemen tümü en az bir, çoğunluğu birden fazla Orman Koruma Kanunu’na aykırı davranışlar nedeniyle mahkemelik durumdaydı. Yıllarca ormanın dar patikalarında, insanlardan uzak bir yaşam süren bu dağ adamlarına kasabaya inmek, sorgulanmak, yargılanmak zor geldi. Sürüler birer birer satıldı.

Sürülerin satılması, tarıma yönelmeyi doğurdu. Vadideki tüm her yer ekildi. Tarihten beri, Rumlardan miras mor soğan, en önemli gelir kaynağında üst sıralara yükseldi. Tarıma yöneliş, tarlaların paylaşımı, çok çocuklu ailelerde iyice ekilecek alanın daralması olgusunu beraberinde getirdi. Babam kuşağının(1933 doğumlu) geneli iki çocuktan fazla yapmama kararına, bilincine erişti. Mutlaka bu uluorta alınmış bir karar değil, bir mantıksal zincirin sonuçları. Bununla da yetinilmedi, köyün yamaçlarındaki makilik alan, bodur çalılar, ağaçlar kesilip, koca koca kayalar kırılıp “yaka” dediğmiz bir tarla açma mücadelesine girişildi. Benim çocukluğumda (1965-70) başladı bu bitmez, zor, dağları parçalama, ufalama kavgası. On yıla yakın sürdü. Açılan her yamaca yapı ustalığı gerektiren duvarlar örüldü, kalın kazıklardan setler yapıldı. Aylarca, yıllarca kazmayla, balyozla, küsküyle kazanılan bir avuç toprağını suya sele kaptırmama mücadelesi. Bu açılan yakalar Eğridere’deki tarımı gözden düşürdü. Hem uzaktı, hem de her şey yetişmiyordu. Yakaların toprağı verimliydi. Her açılan yere zeytin eklidi. Bir anda tüm yamaçlar insan boyunda zeytin fidanlarıyla kaplandı. O zamanlar hazır zeytin fidanları yoktu. Günlerce dağ bayır, yabani zeytin(delice) fidanları aradık, güle oynaya. Bunlar ekildi. Aşılandı. Teneke teneke su taşındı yokuş yukarı. 15-20 kilometre ötelerden su getirilip, yakalar sulandı. Dile getirmesi bir ömür yetmeyecek uğraşılar, emekler verildi.

80’lerin sonrası, bir kez daha, bu kez hemen hemen köyün tümü yine mahkeme kapılarındaydı. Bu kez de gerekçe Orman Koruma Kanunu’na muhalefet. Ormanla bir yaşamı birleştiren insanların sanırım kaderi benzeş. Yıllar sürdü mahkemeler. Dünyanın parası, zamanı döküldü yollara, mahkeme kapılarına. Gariptir, bir kişinin avukat tuttuğunu işitmedim. Yaptıklarını o kadar doğal, bir hayatta kalma kavgasının gereği, bu nedenle de kendini haklı olarak görüyorlardı ki... Mahkemelerin çoğu sonuçlandı. Her tarafta kadastro çalışmaları tamamlandı. Yakalar sahiplerine verildi. En azından şimdilik.

Bu süreçte Eğridere sürekli olarak bir “kafa dinleme” alanı olarak kaldı.

****

Eğridere’de çobanlığın ve tarımın yaygın olduğu zamanlarda, tarlaların çoğunda tuğla veya kerpiç birer kulübe, mutlaka bir veya birden fazla çardak oluyordu. Buranın yaşlı müdavimleri, adları Eğirderenin sakinleri olarak anılan kişilerdi. Tarlalardan küfe küfe elma, armut, erik, karpuz, domates, mısır kıyıya taşınır, oradan da takalara, alamanalara doldurulup, köye veya Erdek’e, Avşa’ya Marmara Adası’na, kimi zaman da İstanbul’a satmak için götürülürdü.

Mısır, karpuz meyve ağaçları ekili tarlalara, geceleri domuz sürüleri girip zarar veriyordu. Bunu önlemenin tek yolu tarlayı beklemekti. Genelde tepe, bayır taraflarına yapılan çardaklarda bazen üç beş arkadaş, ottan yastıkların altında tek kırma tüfekler, sıkış tepiş yatarlardı. Çardaklar serindi. Üç beş sivrisinek dolanırdı arada bir ama onun da bir kan hukuku vardı, ilişilmezdi. Yukarıda yıldızlarla dolu gökyüzü, aşağıda upuzun mısır, kavun-karpuz, domates, tarlası. Akşam tarlaların kenarında gür, şen ateşler yanardı. Korlardaki közlenmiş mısırların vadiyi sarak kokusuna çakallar dayanamaz, tarlaların çatmaları dibine kadar sokulurlardı. Tarladan tarlaya, çardaktan çardağa, gecelerin bir vakitleri, keskin, işaret ıslıkları yayılırdı. Fiiiiyyuuuuuuvvv!... Fiiiiyyuuuuuuvvv!... Islığı duyan anlardı durumu, Bekliyoruz, şimdilik bir durum yok.

Sonra çok şey değişti. Kapıdağ Yarımadası’na çepeçevre yollar, dağ aralarına yollar yapıldı. İnsan doldu ortalık. İstanbul’dan, Bursa’dan, uzak yakın civar yerlerden insanlar gitti geldi. Deredeki alabalıklara, sazanlara olta attılar, ilaç verdiler, kuytu kısıklarına kiraç döküp, jeneratörlerle elektrik verdiler. Balıkların kökünü kazıdılar. Her yan çöp, pislik, cürümüş insan artıntısı doldu. Bir gün kasabanın belediyesi yukarılarda koca, beton bir duvar yaptı. Aylarca derenin suyunu burada biriktirdi. Turistik bir beldede insanlar su sıkıntısı çekiyorlarmış. Derenin yatağındaki su kesildi, kurudu. Her yan ölüm kesti. Ölen öldü. Sonra suyu bıraktılar. Yeteceğini düşündükleri kadar bıraktılar. Ama olan olmuştu.

Bugün Eğridere’de iki keçi sürüsüyle ormandan kesim yapan oduncuların ekibi dışında günübirlik gelenlerle, çadırcılar konaklıyor. Bölge tenhalığı ve doğal güzelliği nedeniyle tutucu, dinci kesimlerin ilgi alanı. Zaman zaman köylülerle, çobanlarla vadiyi bencilce kullnabilecekleri bir nesne olarak görenler arasında sürtüşmeler yaşanıyor.

Ballıpınar köylülerinin pek de bu tür, piknik yapma, derede kırda mangal yakma, denize girip, plajda keyip çatma gibi alışkanlıkları, gelenekleri yok. En iyi bildikleri çalışma, dursuz duraksız bir çalışma. Kısa dinlenme zamanlarında da kahvede okey taşı dizip, maça kızı, pis yedili, pişti oynama. Halkı tutucu. Bu “tutucu” daha farklı bir anlama geliyor. Politik yönelim neredeyse yüzde doksanları bulan sol düşüncenin paralelinde. (Bu nedele de batının uçlarında olduğu halde, en son elektriği bağlanan, yolu hiçbir zaman asvaltlanmayan, hep delik deşik toprak, çukur, taş kalan bir köy) Turizme tamamen kapalı. Turistin kalabileceği hiçbir yer, hiçbir pansiyon yok. Ne bir lokanta ne de benzeri bir şey. Toprak satışı neredeyse yok gibi. Halkı-özellikle belli bir yaş üstü- hala Pomakça denilen dili konuşuyor. Kadınlar kırmızı şalvar, beyaz çember, siyah ferece giyiyor.

Bakıyorum da sekizinci sınıf öğrencisi ödev notu gidişi, ufak ufak turistik gezi rehberine, Kocaburgaz(Ballıpınar adı nedense bana hep itici geldi) köyünün doğal güzelliklerini tanıtım broşürüne dönüşmeye başladı. İleride ÖYS sınavına evrilirse şaşırmam.

Kaldığım sürede oduncularla, birkaç arıcıyla ve çobanlarla zaman zaman sohbet etme olanağı buldum. Her mecliste söz döndü dolandı Eğridere’nin bir zamanların tutkulu aşıkları, eski müdavimlerine geldi. Herkes onlarla ilgili bir şeyler anlattı. Ben de zaten bir kısmını yıllardır duyup biliyordum. Derenin müdavimleri çok. Özgün, renkli kişiler. Hepsini anlatmak olanaksız. Bu nedenle, bundan sonraki bölümlerde en çok bilinenleri, “Derenin Müdavimleri” ve “Çoban Öyküleri” başlıkları altına toplayıp, yaşam felsefeleriyle, özgün karakterleriyle, herkesten farklı olduklarını düşündüğüm Eğridere’nin eskilerden söz edeceğim. Aliloto Başe, bir münzevi, çağdaş bir Oblomov ve tuhaf bir mucit olduğu için, Amiral, maceracı ruhu ve olaylı deniz seferi için, Asankya ise öncelikle dedem olduğu, sonra da köyün bir tür Nasreddin Hocası, uleması, çok şey bilen ama susanı olduğu için, Kırıkçıyı, Şuto’yu, Şairi, Ramço’yu yine benzeri nedenlerle anlatmaya çalıştım.

Kişiler ve olayların büyük kısmı uydurmadır. Sadece yaşamın bu yüzü bir zamanlar biraz farklı bir şekilde yaşanıp geçti gitti. Bu yazılanlar geçmişe bir özlem, ululama da değildir. İleride bunları daha ayrıntılarıyla açıklayacağım nedenlerle eğri bir dereye bir gönül borcunu ifa, ölmüş bir değeri yâd etme dürtüsü olarak yazıldı.

Kategori: