UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Adnan Özyalçıner - Baskın

15 Oca 2012
Barış Acar

Eren'in açtığı Özyalçıner dosyasını biraz da ben eşeleyeyim dedim. Daha önce Yağma'da söz konusu edilen, karakterleri siyah-beyaz geliştirme, yalınkatlaştırma ve inandırıcılıktan uzaklaşma sorununa Özyalçıner'in bir öyküsü aracılığıyla bakayım istedim.

Adnan Özyalçıner'in "Baskın" öyküsü bu iş için Eren'in seçtiği örnekti ve gayet yerinde bir örnek oldu benim için de.

Öykü, bir apartmanda kapıcı olan Veysel Çavuş'un gözünden binadaki bir daireye yapılan baskını anlatıyor. Öykünün karakterlerini çok iyi tanımıyoruz. Çocukluğuyla ve yaşadığı olaya verdiği tepkiyle en çok tanıdığımız karakter Veysel Çavuş. Karısı, çocuğu, çocukken kendisini döven ve sağır kalmasına yol açan ağanın adamları, apartman sakinleri, baskına uğrayan evde yaşayanlar ve baskını yapanlara çok az değinilmiş. Dolayısıyla onlar hakkında yazarın ima ettiğinin dışında bir kanıya varabilmemiz çok olanaklı görünmüyor. Öykü, ana olay ekseninde satır aralarında daha çok köy-kent karşıtlığı, topraksız köylülük ve büyük şehre göç, kent insanının yalıtılmışlığı konularını işliyor. Karakterler derinleştirilmediği ve birer simge düzeyinde kaldıkları için karikatürleşiyorlar. (İleride ele alacağım nedenlerle bunun bilinçli bir tercih olduğunu da düşünüyorum.)

Bu karikatürleşmenin doruk noktası Çavuş'un sağır olmasına neden olan olay. Çocukken ağanın adamları tarafından yok yere ölesiye dövülmesi. Bu yüzden "Ben Olsam Nasıl Anlatırdım" çalışmamda temel kanıyı değiştirmeden aynı sahneyi yeniden yorumlamayı denedim. Aslında bütün öykü için bunu yaptığım da söylenebilir. Amacım kaynak öykünün başarı ya da başarısızlığını göstermek değil, karakter yaratmanın önündeki engelin ideolojik tutum ya da tutumlar değil yapısal farklılıklar ve biçimsel tercihler olduğunu gösterebilmek. Tabii ki, becerebildiğimce.

"Ben Olsam Nasıl Anlatırdım?" faslına geçmeden önce öykünün orijinalinin -Özyalçıner'e Sait Faik Ödülü kazandırdığını sandığım- başarılarına dikkat çekmem gerektiğini düşünüyorum.

Öykü, apartmanın temizlenmesi ile başlıyor. Keza öyküde gerilimin doruğa tırmandığı noktada her yerin çamura ve kana bulanacağını düşünürsek bu sembolik olarak çok önemli bir seçim. Veysel Çavuş'un köyden kente göçü, ancak burada kendine yaşam alanı olarak -küçücük de olsa- köye benzer bir bahçe bulması da aynı oranda önemli. Ki baskın sırasında ilk dağıtılan yer de burası. (Bu noktada biraz daha dikkatli bir dil tercih ettim ben. Orijinal öyküde bahçe özellikle dağıtılmış gibi görünürken ben dikkatsizce dağıtılmış ve hatta hafifçe fantastik bir hava katarak korkutulmuş gibi bir hava vermeye çalıştım. Öte yandan, bahçenin talanını Veysel Çavuş'un son yaşam olanağının da yok edilmesi olarak gördüğüm için gömütlüğe benzeterek aklı evvellik bile yaptım.) Bana kalırsa Özyalçıner isim seçerken de çok başarılı. Keza, köylü Veysel Çavuş’un şehirli “çavuşluğu” kapıyı beklemesi olmuş buraya göçünce.

Öyküde niyet edilen etkinin verilmesi için gerçekleştirilmiş bir başka başarılı yaklaşım da baskın sahnesiyle Çavuş'un çocukken ağanın adamları tarafından dövülmesinin art arda gelmesi olmuş. Böylece okurun ister istemez iki farklı sistem (köy-ket, feodalizm-kapitalizm) arasında özdeşlik kurması sağlanmış. İki olay da tümüyle siyah-beyaz karşıtlığında seçilmişken bu ilişki hiç kör parmağım bir göstermeye gidilmeden yapılmış. Bana asıl parmak ısırtan kısım -ki aşağıdaki denememde tümüyle ıskaladığımı düşündüğüm usta öykücü tutumu ise- Veysel Çavuş'un bütün baskın sürecini duymadan yaşadığının okuyucuya dilsel olarak hissettirilmesi oldu. Olayların gelişimi hiçbir konuşmaya yer vermeden, tümüyle algıların birbirine girdiği bir düzlemde anlatılmış. Son olarak ise sembolik eylem olarak Çavuş'un yaralı gence su vermeye çalışması, Özyalçıner tarafından çiçeklerin sulanmasıyla, onlara can suyu verilmesiyle örtük de olsa özdeşleştirilmiş. Öyküde ustaca yerleştirilmiş bu detayı ben daha kör parmağım gözüne kullandım diyebilirim.

Uzun zaman sonra altını çize çize yeniden bir öykü okudum. Onun üzerine düşündüm. Notlar aldım. Ondan yeni bir öykü yaptım. Buna sebep olanlara minnettarım.

Sanırım önce de Adnan Özyalçıner'e.

Teşekkürler.

Barış Acar dedi ki:
Çiçek Baskını

Dile kolay, yirmi bir kat. Bir, iki, üç, dört değil; beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on, on bir değil; on iki, on üç, on dört, on beş, on altı, on yedi, on sekiz, on dokuz, yirmi de değil; tam yirmi ve bir kat. Aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı. Yirminin üstünde bir. Dip bucak, köşe kaçak… Bezi ıslat, sabunu vur, bir ileri bir geri; ıslat, vur, sık, ovala, tekrar sık. Yirmi bir kat… Dip bucak… Merdivenin tırabzanı, kapının eşiği, paspasın altı, köşelere yapışmış örümcek ağları, ampullerin tozları, yekpare camdan koca giriş kapısı. Hohla, sil, parlat…

Sıçrayıp kalktı pide gidi dürüldüğü yatağın içinden. “Avrat işi bana göre değil!” Eli yüzü ter içinde. Karısının yanaklarını şişire şişire lamba şişelerine hohlayışı gözünün önüne.

Köyde Veysel Çavuş derlerdi. Veysel’i gitti, Çavuş’u kaldı burada. Apartman kapısının çavuşu. Kim girer, kim çıkar, beton duvardan, çelik kapıdan değil de ondan sorulur. Kulakları ağır işittiğinden getire götüre karışmaz. Binanın arkasında duvarlar arasındaki adam gömecek kadar yere çekidüzen verir. Çiçek eker, biber diker, saksılar dizer, çimenlerle bezer.

Bir sigara yaktı. Karısı memesini zırlayan çocuğun ağzına tıktı. Rutubetle karışık küf kokusu üzerlerine yağarken uyuya kaldılar.

Köyde olsa böyle değil ya, köy dediğin yer de senin olmayan bir karış toprak. Böylesi daha makbul. Hem sağırlığının müsebbibi de köy değil mi? Ağanın pis adamları. Can sıkıntısından gebermemek için geberene kadar dövmüşlerdi onu. Çocuktu daha. Koyun otlatıp hayallere dalarken gürbüz atlarıyla tepesinde bittiler. Oyuk dişleriyle kahkahalar ata ata bir temiz dövdüler onu. Sağır kulak o günden yadigar oldu.

Derinlerden vızıltı gibi bir sesle uyandı Çavuş. Elmas'ı dürttü. Kısa bir an için yatakta yan yanan sokulup dışarıdan gelen garip seslere kulak kabarttılar. “Ne oluyor?” “Ne bileyim?”

Sahanlığa çıkar çıkmaz çamurlu ayak izleri karşıladı Çavuş’u. Birbirini iten, birikip dağılan, otlu, çamurlu, pis izler. Baktı, bahçe dedikleri gömütlüğün kapısı açık. Seğirtti o yana. Çiçekler darma duman. Fideler ezilmiş. Biberler saksılarından çıkıp duvar dibine sinmişler korkudan. Gerisin geri apartmana yöneldi.

Üst katta, öğrencilerin dairesinin önünde ayaklar. Çamurlu izlerin ayakları… Aceleci, buyurgan, kaba ayaklar. Üst üste, alt alta, kahkaha atıyormuş gibi tepişen ayaklar. Çıktıkça apartman sakinlerinin bön yüzlerini seçti. Kaygılı görünen ama aslında bir an önce yarıda kesilen kahvaltılarına dönmek isteyen ya da Elmas’a seslenip "yağ bitmiş, bir koşu al gel" diyecek gibi duran yüzler. Seslerin dumanı üzerine çökmeden bir el gördü aradan. Kana bulanmış, genç bir el. Öğrencilerin dairesinden çıkarıp bir torbaya soktular. Bir adım geri attı Çavuş. Sonra ağzında edilmemiş birkaç sözü kalmış bir başka çocuk çıkardılar içeriden.

Hışımla döndü geriye Çavuş. Elmas’ı tutup eve çekti. Kapıyı kapadı. Kapının ardında karısının sorularına da cevap vermeden uzun süre bekledi. Neden sonra bahçeden sesinin geldiğini duydu Elmas Veysel’in. Sağlamlarını köşeye topladığı çiçeklere bir şeyler söylerken topraklarına usulca su veriyordu.

Orijinal öykü: ÖZYALÇINER, Adnan, "Baskın", Gözleri Bağlı Adam - Yağma, Toplu Öyküler 2, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2001, s. 53-68.

Re: Adnan Özyalçıner'in "Baskın"ı Üzerine

Barış'a öykünün gözden kaçırdığım kimi ayrıntılarına dikkatimi çektiği ve öyküyü okunur hale getirdiği için teşekkür ederim.

Kısa süre önce okuduğum ve beğenmediğim bu öyküyü şimdi yeniden okumayı pek istemiyorum açıkçası. Kıyısından, öyküyü neden beğenmediğimi örneklemeye çalışayım:

""
"Onun bildiği o dairede iki bekar delikanlı kalıyordu. İkisini de çok az görmüştü. Gündüzleri okuldaydılar. Gece gelirlerdi çoğunluk. Zile basmazlardı, dış kapıyı anahtarlarıyla açtıklarından gidiş gelişlerinden kimsenin haberi olmazdı. Sabahları da çoğunluk bir şey aldırdıkları yoktu. Son bir haftadır hiç dışarı çıkmamışlardı. Hep evdeydiler. Kimileri kız, kimileri de erkek bir iki genç geliyordu ziyaretlerine. Kitap getiriyorlardı. Paketle yiyecek getiriyorlardı. Hastalar mı, neden hiç dışarı çıkmıyorlar diye merak etmiş ama soramamıştı. Hoş çıksalar da çıkmasalar da başka öğrenciler gibi gürültücü patırtıcı olmadıklarından varlıklarıyla yoklukları belli olmazdı. Kimseye bir kötülükleri yoktu. Yönetici Firuz Bey bile bu çocuklardan memnun olduğunu söylemişti."

Bu paragrafı sıkıcı bi belgeselin özetini dinler gibi okuduğumu hatırlıyorum. Polisin baskında öldrüdüğü/ yaraladığı gençlerin "iyi" insanlar olduklarını bağıra bağıra söylüyor yazar. Kapıyı kendi anahtarlarıyla açmaları, evlerine kitap giriyor olması, gürültücü patırtıcı olmamaları, yöneticinin memnun olması... Bütün bunları, gençlerin ne kadar iyi olduklarını kanıtlamaya çalışan yazarın çırpınışları olarak okuyorum. Ve inandırıcılık itirazım da esas olarak bu noktada ortaya çıkıyor.

Barış "Amacım (...) karakter yaratmanın önündeki engelin ideolojik tutum ya da tutumlar değil yapısal farklılıklar ve biçimsel tercihler olduğunu gösterebilmek." derken benim daha önce söylediğim bir şeye mi atıfta bulunuyor, bilemiyorum; fakat benim itirazımın da ideolojiyle pek ilgisi yok. Falanca akımın takipçileri hep böyle öyküler yazdılar, demeye getirmiyorum (o ayrı bir tartışmadır). Ama yukarıda alıntıladığım paragrafın hangi ideolojik tutumla yazılmış olursa olsun beni öyküden uzaklaştırdığını açık yüreklilikle söyleyebilirim. Okura hızlıca belirli bir kanaati aşılama çabası sizi de rahatsız etmiyor mu?

İki noktaya daha değinmek istiyorum... İlki şu: siyah-beyaz anlatım başarıyla yapıldığında benim de hoşuma gider. Yaşar Kemal bunun pek çok parlak örneğini vermiştir. Tek başına bu tür bir anlatıma itirazda bulunmak için bir neden göremiyorum.

İkincisi, yine yukarıda alıntıladığım paragrafa ilişkin: bu gençler, gürültücü patırtıcı olsalar, apartman kapısını kendi anahtarlarıyla açmasalar, yönetici de şikâyetçi olsa öldürülmelerinin yerinde olduğuna mı karar vereceğiz? Bu ahlâkçı tutuma da takılasım geliyor. Ama oraya gelene kadar...

Barış'ın şu cümlelerini, Özyalçıner'in anlatımına göre daha şematik/ teatral oldukları halde keyifle okudum:

""
Üst katta, öğrencilerin dairesinin önünde ayaklar. Çamurlu izlerin ayakları... Aceleci, buyurgan, kaba ayaklar. Üst üste, alt alta, kahkaha atıyormuş gibi tepişen ayaklar. Çıktıkça apartman sakinlerinin bön yüzlerini seçti. Kaygılı görünen ama aslında bir an önce yarıda kesilen kahvaltılarına dönmek isteyen ya da Elmas’a seslenip "yağ bitmiş, bir koşu al gel" diyecek gibi duran yüzler.

Veysel'in içinde bulunduğu duygu durumunu bilmişlik yapmadan, ahlâk dersi vermeden başarıyla aktarıyorlar çünkü. Özyalçıner'in aksine, "vurdumduymaz" demeden aparman sakinlerinin vurdumduymazlıklarını iyi anlatıyorlar.

Not: Barış'ın "mesned" kelimesini kullanımının yanlış olduğunu sanıyorum. "Müsebbib" cümleye daha uygun göründü, ama belki yanlış anladım...


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

Aradığım kelime "müsebbib"di; düzelttim. Smile


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

Eren dedi ki:
Barış "Amacım (...) karakter yaratmanın önündeki engelin ideolojik tutum ya da tutumlar değil yapısal farklılıklar ve biçimsel tercihler olduğunu gösterebilmek." derken benim daha önce söylediğim bir şeye mi atıfta bulunuyor, bilemiyorum; fakat benim itirazımın da ideolojiyle pek ilgisi yok. Falanca akımın takipçileri hep böyle öyküler yazdılar, demeye getirmiyorum (o ayrı bir tartışmadır). Ama yukarıda alıntıladığım paragrafın hangi ideolojik tutumla yazılmış olursa olsun beni öyküden uzaklaştırdığını açık yüreklilikle söyleyebilirim. Okura hızlıca belirli bir kanaati aşılama çabası sizi de rahatsız etmiyor mu?

Tartışmanın kırılma noktasını böylece yakaladığımızı sanıyorum. "Okura hızlıca bir kanaati aşılama çabası" böyle yapıldığında beni de rahatsız ediyor. Ancak aşağıdaki paragrafın da "okura hızlıca bir kanaati aşılama çabası" olmadığını kim iddia edebilir?

""
Hem sağırlığının müsebbibi de köy değil mi? Ağanın pis adamları. Can sıkıntısından gebermemek için geberene kadar dövmüşlerdi onu. Çocuktu daha. Koyun otlatıp hayallere dalarken gürbüz atlarıyla tepesinde bittiler. Oyuk dişleriyle kahkahalar ata ata bir temiz dövdüler onu. Sağır kulak o günden yadigar oldu.

Amacımı anlatırken tam da bu iki örnek arasındaki farklılığa vurgu yapmak istedim. İki örnekte de "ağalık düzeninin fenalığı"na vurgu yapılıyor, iki örnek de kısacık ve yalınkat; iki örnek de doğrudan ne diyecekse onu diyor. O zaman aradaki fark ne? Tabii eğer bir fark varsa.

Ben olduğunu düşünüyorum ve şöyle diyorum: Özyalçıner'in öyküsünde kullanılan "yapısal kalıp" toplumcu-gerçekçi edebiyat türü tarafından Türk edebiyat tarihinde uzunca bir süre kullanılmış ve büyük oranda tüketilmiş bir kalıptır. Bu kalıbı besleyen dilsel, biçimsel tercihler eskimiş, yer yer yıkılmış ve kendi olası gelişim dinamiklerinden ayrı kalmıştır. (Burada özellikle "ideolojik gerekçeler" demiyorum; açıklamamı "biçimsel yapılar"la sınırlı tutuyorum.) Dolayısıyla okur aynı ideolojik yapıya farklı öykülerde farklı tepkiler göstermektedir.

Kıssadan hissesi şu: Günümüz öyküsü için konuşacak olursak, alımlayıcı olarak bizim odaklanmamız gereken, geçmişin kavramsal şemasını tümüyle terk ederek yeni alımlama mekanizmaları üretmek olmalıdır.


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

Barış'la büyük ölçüde anlaşıyoruz. Yine de ben sorular üretmeye devam edeyim:

""
Ancak aşağıdaki paragrafın da "okura hızlıca bir kanaati aşılama çabası" olmadığını kim iddia edebilir?

Bence bu bölüm zaten öyküye çok şey katmıyor. Veysel'in neden sağır olduğunu bilmemiz şart mı? Ağanın adamlarının çok kötü insanlar olması şart mı? Sadece şunu söylemek yeterli değil mi:
""
Köyde olsa böyle değil ya, köy dediğin yer de senin olmayan bir karış toprak. Böylesi daha makbul.

Kulaklarının ağır işitmesinin nedenine değil de Veysel'in psikolojisinde, kişiliğinde yarattığı değişime odaklanılsa öykü daha güçlü olur diye düşünüyorum.

Bir de, öyküyle doğrudan ilgili olmasa da şu soruyu sormadan edemiyorum:

""
Özyalçıner'in öyküsünde kullanılan "yapısal kalıp" toplumcu-gerçekçi edebiyat türü tarafından Türk edebiyat tarihinde uzunca bir süre kullanılmış ve büyük oranda tüketilmiş bir kalıptır. Bu kalıbı besleyen dilsel, biçimsel tercihler eskimiş, yer yer yıkılmış ve kendi olası gelişim dinamiklerinden ayrı kalmıştır.

Bu kalıbı besleyen dilsel, biçimsel tercihler o dönemde geçerli miydi acaba?


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

eren dedi ki:

""
Özyalçıner'in öyküsünde kullanılan "yapısal kalıp" toplumcu-gerçekçi edebiyat türü tarafından Türk edebiyat tarihinde uzunca bir süre kullanılmış ve büyük oranda tüketilmiş bir kalıptır. Bu kalıbı besleyen dilsel, biçimsel tercihler eskimiş, yer yer yıkılmış ve kendi olası gelişim dinamiklerinden ayrı kalmıştır.

Bu kalıbı besleyen dilsel, biçimsel tercihler o dönemde geçerli miydi acaba?

Güzel soru. Bir yönüyle öyküye yazıldığı dönemden mi, içinde olduğumuz dönemden mi bakmalıyız sorusunu da içinde taşıyor. Forum kullanıcılarının düşüncelerini almayı dört gözle bekliyorum.


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

"Toplumcu-gerçekçi edebiyat" bir anlamda sanatsal kaygısı güden, siyasi bir söylem türü müdür?

Gürsel Korat'ın "Dil, Edebiyat ve Eleştiri adlı kitabında, "Edebitay, Siyaset ve "Öteki"" adlı makalesinde şöyle bir gruplama var;

EDEBİYAT
-Duygu ve duygu ağırlıklıdır
-Biçim ön plandadır. Ancak biçimin bilgisini üretmek sorunda değildir.
-“Doğru” ve “Yanlış” gibi kavramlarla açıklanamaz.
-Yöntembilimsel bir düşünce toplamı değildir.
-Sınıf mücadelesinin aracı olamaz.
-Gerçekliği yeniden üretir, dönüştürür, İmgelem kurar.
-İnsanlık var oldukça var olacaktır.
-Amacı insanın var oluşu ile İlgili hallerin dönüştürülmesidir.

SİYASET
-Kavram ve mantık ağırlıklıdır.
-İçerik önemlidir. İçeriğin bilgisini de üretmek durumundadır.
-Doğru olduğu ya da yanlışlığı öne sürülebilir.
-Yöntembilimi vardır.
-Doğrudan sınıfların çıkarını temsil edebilir.
-Gerçekliğin temsilini bulmaya çalışır. İmgesel değil, kavramsaldır.
-Sınıfsız bir dünyanın geleceğinde işi yoktur.
-Amacı toplumun dönüştürülmesidir.
s.173
Dil, Edebiyat ve Eleştiri.Gürsel Korat.İletişim.İstanbul.2010


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

Gürsel Korat'ın ayrımları ilginçmiş. Ancak ben, daha çok, söz konusu öykü ve hazırladığım sunuş üzerinden konuyla ilgili sizin düşüncelerinizi almak isterim.


Re: Adnan Özyalçıner - Baskın

Bir metinden beklentilerimi sorgulamam gerektiğini biliyordum, Barış’ın benden düşüncelerimi öğrenmek istediğinde. Uzun yıllara yayılmış bir “okur” luğum var. Bu seyir düz bir çizgide değil, döne dolaşa, bazen de eski geçtiği yer(ler)den tekrar geçerek oldu, oluyor.

Kitaplığıma baktığımda, kazayla aldığım kitapları bir yana bırakırsam, yıllar önce alıp okuduğum, şimdi; bunlara neden para verdiğim, zaman ayırdığım sorusunu sorduğum bir sürü kitabın da içlerinde olduğunu görüyorum.

“Okur olmak” bir yol alma. Çok fazla, çok yoğun etkilerin içinde bırakan, değiştiren bir yol alma. Bir zamanlar okuyup da etkilendiğim kitaplar artık beni o kadar fazla etkilemiyor. Yıllar yılı süren beraberlik, beni, dolayısıyla benim onlardan beklentilerimi değiştirdi. Şimdi, yıllar sonra kendime baktığımda, o zamanlardan bende değişmeyen (veya değişmediğini sandığım) pek çok yanım olduğunu düşünüyorum. Politik yönüm, inanc(sızlığ)ım (inandığım-inanmadığım ayırımı) çok fazla keskin değişimlere uğramadı örneğin. Bunda kuru bir inadın etkisi var mı bilmiyorum. Yıllar, yaşlar sonra, artık bazı sorular sizin için sorulsa da bir şey ifade etmeyebiliyor. Onları yok sayıyorsunuz. Bunlar genelde kişiliğinizin kemikleşmiş, bir yanı tutucu, değişime direnen yanıyla ilgili oluyor.

Dönelim bir metinden değişen beklentilerime, arayışıma. Reşat Nuri, Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Stephen King okuyarak başlayan bu serüven, şimdi bambaşka yerlere geldi. Bir metni beğenme(me)nin çok katmanlı etkiler içerdiğini biliyorum. En baştan, bu etkilerin, kuralların bile yeri geldiğinde okuyucu tarafından her zaman bir yana bırakılabildiğini, ne kadar kesin dayanakları, kuralları olsa da bazen bir “mola”, bir; “bir nefeslik ara” verdiğini de biliyorum.

O halde; Bu konudaki (tabi ki her konudaki) genellemeler eksik kalacaktır.

Burada belki şu benzetme, meramımı daha iyi anlatacaktır; bir körebe oyunu gibidir bu biraz da. Gözlerimi kapatmışım, (Bir kitabı seçim, diğerlerine bir sürelik de olsa kör olmadır diye düşünüyorum.) bir oyun oynuyoruz onunla. O eğer gözlerimi araladığım, açtığım anda birkaç adım ötemdeyse, oyundan hiçbir tat alamıyorum. Beni içine katmıyor, benim arayışlarıma, köşe-bucak bakmalarıma yanıt veremiyor çünkü. Onun bir yere kadar ele avuca sığmaz, kolayca bulunmayan, bukalemun kadar olmasa da, şekil, renk değiştirebilen bir şey olmasını istiyorum. Ama sonuçta oyundan olabildiğince tat alabilmem için, onu kısmen de olsa, geç de; bulmak da istiyorum. Burada bir oyunbozan çıkıyor bazen; “o, şurada saklanıyor, o bu tarafta.” Diyor bana. O zaman benim değişken ilkelerini oluşturmam yıllar alan oyunum basitleşiyor, tek katmanlı, görünür, sıradan oluyor.

Sözü uzattığımı, bu kadar uzayan sözün içerisinde, Barış Acar’ın değinmemi istediği konunun daha yanından bile geçmediğimi biliyorum. Bu konuda düşüneceğim.