UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Yerdeki Para

19 Ağu 2010
Erhan Çolak

Mart ayının açık, soğuk ve lodoslu günlerinden biriydi. Ritmik olarak yükselen sesiyle “Çekirdekciniz geldi beyleeer, çekirdekciniz geldiiii!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu Naci. Her hafta benzer şeyleri yaşar, açık otopazarına ilk girişindeki çekingenliğini atması bir iki tur dolanana kadar sürer, ayıp bir şey yapıyormuş gibi ilk başlarda çekinir, sıkılır, bağırdığını zanneder ancak kendinden başka kimseye sesini duyuramaz, duyurmak da istemezdi. Onu fark edecek herkesin kendisini kınayacağını zanneder, birçok kere hemen mahallesine geri dönmeyi düşünürdü. Arkadaşlarıyla kuka, çelik çomak, futbol ve misket oynamak varken, burada olması zoruna gidiyordu. Babası, onun üzerinden para kazanabileceği her fırsatı değerlendirirdi. Babasının azarlamalarından ve akşam atacağı dayaktan korkusu olmasa çoktan dönerdi de. Pazarda, ilk birkaç satışın ardından kendine güveni artar, cebine giren her fazla milyondan sonra da arkadaşları ve onlarla oynayacakları oyunlar daha da az aklına gelirdi. Mahallesi, açık otopazarına en yakın mahalle olmasına rağmen, buraya varmak için yaklaşık yarım saat yürümek zorunda kalıyordu. “Şu üst geçiti bu kadar uzağa yapmamış olsalardı keşke, o zaman on dakika daha az yürümek zorunda kalırdım” diye söylenirdi birçok kez. Burası, E-5 karayolunun hemen kenarında hafta sonları kurulan, İstanbul’un en büyük açık otopazarıydı ve oldukça büyük bir düzlükte yer alırdı. Sıra sıra araçların arasından, pazarın bir başından bir başını dolanmak eve gitmek kadar sürerdi. Yakınlarda ne bakkal, ne market vardı. Bu yüzden otopazarında her şey karaborsa olur, fiyatlar yükselir ve pazar seyyar satıcıların akınına uğrardı. İkindiye yakın bu saatlerde, cebindeki hasılatın kendisine getirdiği mutluluk ve özgüvenle tüm kaygılarını atmış, günün ilk anlarının Naci’sinden eser kalmamış, pazarın en iyi satıcısı olduğu düşüncesine çoktan kapılmıştı.
“Hey çekirdekçi, bak bakayım buraya!”
“Buyur amca!”
Adam, elindeki külahları kaşlarıyla işaret edip:
“Ne kadara veriyon külahını?” diye sordu.
“Külahla değil amca! Çay bardağıyla satıyorum. Bardağı yirmi beş bin lira. Beş bardak alırsan yüz bin”.
“Kim çitecek oğlum o kadar çekirdeği?” dedikten sonra adam, sevecen bir tavırla ve belli belirsiz bir tebessümle Naci’yi süzerek: “Neyse ver bakalım, çitebildiğimizi çiteriz artık” dedi.
“Yine avladım” diye düşündü. Bu kendi bulduğu bir kandırmacaydı. Böylelikle bir iki bardak alacak kişilere beş bardak satıyor, her bardağın üzerinden birazcık az doldurunca beş bardak yerine dört bardak çekirdek vermiş oluyordu zaten. Aldığının üç katı fiyatına satıyor olması da cabasıydı. Neyse ki geçen haftadan kalan bayatlamış çekirdekleri karıştırdığı ilk torba bitmiş, gönül rahatlığıyla satabileceği ikinci torbayı da yarı etmişti. Bu konuda azar işittiği zamanlarda “Ben ne yapayım abi? Kuruyemişçinin şerefsizliği, bayatlamış çekirdekleri bana kakalamış, beni de kandırdı” deyip sıyırırdı. Kendini film kahramanları gibi hissediyordu. Gerçek adı Necati olmasına rağmen, kendisine “Naci” denmesi daha çok hoşuna gider; kendini, kimliğini saklayan bir ajan gibi hissederdi. Yaşıtlarına göre çok daha kısa bir boyu ve zayıf bir vücudu, küçükçe bir burnu; kızıl saçları, vücuduna göre çok büyük ve kemikli bir kafası vardı. Elmacık kemikleri neredeyse alnıyla simetri oluşturmuştu.
Bugün çok bereketli geçiyordu. Pazara getirdiği ikinci torba da bitmek üzereydi. Dolanmaya devam ederken gördüğü şeyle birlikte bu günün bereketli olmasından ziyade, çok şanslı bir gün olduğuna kanaat getirdi. Otuz adım ilerde, sağda mavi arabanın yanında, yirmi milyonluk banknot kümesi, bir adamın elini pantolonunun cebinden çıkarmasının ardından yere doğru düşüyordu. Yere hızlı düşmesi kümede bir kaç banknot olduğunun göstergesiydi. Arabanın direksiyon tarafına, hemen ön lastikle ön kapının arasına ve lastiğe bir adım uzaklıkta bir mesafeye düşmüştü “güzeller”.
Düşüren adama baktı önce, henüz bir şey fark etmemişti. İçinden “Allah’ım fark etmesin diye dua etmeye başladı. Bir süre izledi. Adam fark etmemişti. Parayla neler yapabileceği hızla aklından geçmeye başladı.
“Önce evde kimsenin bulamayacağı bir yere saklarım. Bizim gecekondunun tavan arasında kimse bulamaz” diye düşündü. Sonra özlemini duyduğu her şey, hızla aklından geçmeye başladı. Bisiklet, meşin futbol topu, forma, şort, krampon, atari, sürüsüyle çikolata, kola, şekerleme...
Cahit, kaşınan sırtına erişmeye çalışırken koca göbeğinin basıncına dayanamayan oduncu gömleği iyice gerginleşmiş,gömlek düğmelerinden birini koparmıştı. “Hay sıçtığımın gömleği” dedi Cahit sırtına uzanmaya devam ederken. Nihayet sırtına ulaşmayı başarmıştı. Hiddetli bir kaşımanın ardından, tırnaklarının arasını tamamen dolduran gres yağı görünümündeki ölmüş deri ve kir parçalarını diğer elinin başparmağındaki tırnağıyla tahliye etmeye başladı. Sonra ne zaman aldığını hatırlamadığı montunun, gittikçe büyüyen göbeği yüzünden kapanmayan fermuarı arasından gömleğine çeki düzen vermeye çalıştı. Başını öne eğdi, ancak göbeğinin büyüklüğü gömlekten taşan kısmını görmesini engelliyordu. Bulunduğu pazar sırasındaki yolun her iki tarafında karşılıklı dizilmiş araçlardan birine yaslandı. Görebilmek için iri cüssesini öne eğdi ve kaşlarının üzerine doğru bakakaldı. Gördüğünün hayal mi yoksa gerçek mi olduğuna emin olamadı. Bulunduğu sıranın hemen arka tarafındaki sırada, lüks mavi arazi aracının ön lastiğinin altında, iç içe yirmi milyonluk banknotlar duruyordu. Seçebildiği kadarıyla en az dört taneydi, belki de daha fazla. “Vay be! Orada benim yarı maaşım var en az” diye düşündü. Az önceki zorlanması ve şimdiki heyecanıyla oluşan terini, tepesi tamamen kelleşmiş kafasından yüzüne doğru elleriyle sıvadı. Sonra arabanın içinde oturan adama baktı. “Ulan yaşlı moruk! Paralarını düşürdün hala fark edemedin ha! Bu paralar senin gibiler için cep harçlığıdır belki; ama bu kadar parayı benim gibiler bir arada ancak ay başlarında görebilir. Gömleğimin düğmesinin kopmasındaki kerameti şimdi anladım” diye düşündü. “En kötü seksen milyon var orda” diyerek hemen hayal kurmaya başladı. Rus karılarını çok anlatıyordu arkadaşları. “Yarısı ile bir rus karısı beceririm, kalan yarısıyla da Nazmi’yi, Haşim’i , Duran’ı içmeye götürürüm, böylelikle rus karıyla hikayemi ballandıra ballandıra anlatırım. Arkadaşlarım da eşşek değil ya, bu güzelliğim karşısında onlar da beni içmeye götürür, böylelikle bir kaç eğlenceyi de bedavaya getirmiş olurum” diye düşündü. Sonra evinin gecikmiş faturaları, tam takır kuru bakır buzdolabı gözünün önünden geçti. “Bizim karıya mı versem acaba?” diye düşündü. Sonra vazgeçti. “Ben, karımın ve çocuklarımın boğazından haram lokma geçirmem” diye böbürlendi kendi kendine. “En iyisi maaşımdan kestiğim aylık harçlığımı kesmeden karıma verip, aylık harçlığımı bu paradan ayırıp, kalanını kullanayım” diye düşündü. Buraya, mahalle kahvesine çıkacak parası kalmadığında gelir, araba satıcılarına alıcı gibi gözükür, arabaları inceler, içine biner, çalıştırır, bir iki ara gazı verip yorumunu yapar, satıcıların satmayacağı teklifler sunarak pazarlığını yapardı. Kendini kaptırır, gerçekten alıcı olduğu hayaline bazen kendi bile inanırdı. Satıcıların ona verdiği değer ve onun adam yerine koyulması da cabası. Kendini bu zamana kadar böylesine değerli başka hiçbir yerde hissedememişti.

“Tak tak ti tak ta tak tak tak” diye vuruyordu Mesut boya fırçasıyla boya sandığına. Bu o an ayakkabısını boyatan kişiye ayağını değiştir demekti. Değiştirmeyen olursa, “adam ayakkabısını boyatıyor ve ilgilenmiyor” diye sinirlenir, oturduğu boş katı yağ tenekesinden bilmiş tavırlarıyla yukarı doğru bakar, “abi değiştirsene” diye kendince “nacizane” sitemini de belirtirdi. Orta ikiye gidiyordu Mesut. Bu yıla kadar hep takdirle geçmiş ve okulunda ilk üçe girmişti. Bu yıl da öyle olacaktı. “Ola ki annemin hastalığı geçmez, üç kardeşime de ben bakmak durumunda kalır ve okumaya devam edemezsem, dünyanın en iyi boyacısı olacağım” diye söylerdi kendi kendine. “Aldığım paranın hakkını vermezsem, o parayı hak etmiş olmam” diye düşünüp boyacılığa başlayışından bugüne “Parlamazsa para yok abi” teminatını vermiş ve ilk zamanlar hariç parasını alamadığı hiçbir an olmamıştı. Birçok boyacının yaptığı gibi, boya ve cilayı daha kalitesiz kullanarak ayakkabıları yine çok iyi parlatabilir, çok daha fazla kazançlı çıkabilirdi. Ancak ayakkabılarını boyatanlar bunu anlamasa da; Mesut’un, ayakkabılara zarar verdiğini biliyor olması bundan sakınması için yeterliydi. Yine bir sanat eserinin son rötuşlarını yaparmışçasına, parlamış ayakkabılara ince kadifesini çekerek iyiden iyiye parlamasını sağlıyordu bu ayakkabının da. Nihayet bitirme melodisini de çalmıştı fırçasıyla. Ayakkabısını boyatan adam da, ona ayakkabısını boyatmış birçok adam gibi, dudaklarını, yüzünün simetrisini hafifçe bozacak şekilde bir tarafa büzmüş, gevrek bir tebessümle: “Aferim oğlum iyi parlatmışsın al sana iki yüz bin lira. Üstü kalsın” dedi.
“Olmaz amca! Ben zaten bunun için alıyorum yüz elli bin lirayı. Buyur elli bin liranı”
dedikten sonra Mesut, elli bin lirayı uzatır uzatmaz, yanında bulunduğu arabanın hemen yedi-sekiz araba uzağında mavi büyük arabanın altındaki paraları gördü. Arabanın içindeki tonton, kır saçlı, yaşlı amca da her şeyden habersiz gazetesini okuyordu. “Parayı bir başkası almadan hemen haber vermeliyim” diye düşündü.
Kir içinde, içinden taraklı ayaklarının şekli belli olacak kadar bozulmuş, rengi belli olmayacak kadar da grileşmiş kundura ayakkabılarına bakıp “Keşke bağcıklı bir ayakkabı giymiş olsaydım. Paraların yanına gelir gelmez hemen eğilir, parayı hızlıca avuçlar, sonra da ayakkabımı bağlıyor gibi yapardım. Böylece kimse de bir şeyden şüphelenmezdi” diye düşündü Cahit. Ardından gömleğinin kopan düğmesi geldi aklına. Yaşlı moruğa fark ettirmeden arabanın yanına gelecek, hemen eğilip paraları alacak, birinin fark etmesi durumunda da gömleğinin düğmesi koptuğunu ve onu aradığını söyleyip sonrasında da aramaktan vazgeçmiş gibi yaparak oradan uzaklaşacaktı. Arabaların arasından bulunduğu sırayı geçerek paralarla arasındaki mesafeyi hızla adımlamaya başladı. Yolun yarısını geçmiş, iyice yaklaşmıştı arazi aracına. Önünden koşarak geçen boyacı çocuğa çarpmamak için bir an durdu. Sonrasında göreceklerinin ardından “Keşke iyice çarpıp yere serseydim piçi” diye geçirecekti aklından.
Mesut ayakkabısını boyadığı adama, paranın üstünü ısrarlı şekilde verdikten sonra mavi arabaya doğru koşmaya başladı. Az daha iri yarı, koca göbekli bir adama çarpıyordu. Neyse ki adam son anda durmuş, önüne çıkmamıştı. Koşarak mavi arabanın yanına geldi. Arabanın ön camı başıyla aynı hizaya denk geliyordu. Parmak uçlarında yükselerek arabanın içindeki tonton amcaya parayı gösterip seslendi. “Hey amca! Paranı düşürmüşsün”. Adam önce çocuğa, sonrada yerdeki paraya bakarak çok kısa bir şaşkınlıktan sonra hemen arabadan aşağı indi. Giydiği keten pantolonun ön ceplerini kontrol ederek “Evet yavrucum iyi ki fark ettin ve bana da haber verdin. Yoksa ben fark edene kadar başka birileri alırdı bu parayı” dedi. Mesut’un uzattığı banknot kümesini bir eline alıp diğer eliyle başını okşayarak: “Bak evlat görüyorum ki çok dürüst bir çocuksun. Dürüstlük çok önemli bir erdemdir. Sakın ama sakın bundan vazgeçme, bir gün gelir dürüstlüğünün ödülünü hayat sana verir” dedikten sonra banknotlardan birini uzatarak “Şimdi al şu yirmi milyonu, bu da senin hakkın” dedi Mesut’a. Mesut adamın söylediklerinden gururlanmış, mağrur bir edayla: “Yok amca sağol. Bu para benim değil senin. Hakkım olmayan bir parayı almam ben” dedi. Bunun üzerine adam da ısrarcı olmadı. Mağrur ve gururlu Mesut “Keşke annem ve kardeşlerim de bu durumu görebilseydi, eminim onlar da benimle gurur duyardı” diye düşünürken ailesi geldi o an aklına. Sabah erkenden evden çıkması nedeniyle yüzlerini görememiş ve şimdi onları özlediğini hissetmişti. Ne güzel de uyuyorlardı. Onları çok sever ve onlarsız bir hayatı yaşamayacağını düşünürdü. Sabah evden çıkarken hepsinin üstünü tek tek örtmüş, kahvaltı için ekmeklerini alıp eve bırakmış, pek beceremese de üşümesinler diye sobayı dahi yakmıştı. Annesi hastalandıktan sonra bunları yapmak onun için rutin hale gelmişti. Onun daha az yorulması için daha da fazlasını yapabilirdi. Genelde bir saat sonrasında ayrılmış olması gerekiyordu pazardan ama hem onlara olan özlemi, hem de yaşadığı bu olayı bir an evvel paylaşma isteğiyle “Bir ayakkabı daha boyadıktan sonra eve gideceğim” diye karar verdi.

Jipinin içinde keyifle otururken oradan uzaklaşan boyacı çocuğa bakıyor ve kendi kendine söyleniyordu Fahri. “ Zavallı, aptallık derecesinde dürüst. Bulmuşsun parayı, at cebine, ne bana veriyorsun. Senin gibiler nasihatları pek sever, bu nasihatlara da hemencecik inanıverirler. Senin yaşlarında böyle olmak kolay, ne zorluk gördün ki hayatta, bakalım ne kadar dayanabileceksin çocuk ? Senin yetiştiğin yerlerde pek bir kaderci olur insanlar. Her şeylerini Allah’a havale ederler. Ben de öyle her şeyi dürüstçe ve nizamıyla yapsaydım; şu an hastalığımın çaresini bulamamış, ölümü bekliyor olurdum.”

Cahit gözlerine bir kez daha inanamıyordu. Ayağının ucuna kadar gelmiş bir fırsat bu “piç velet” yüzünden kaçmış, onca hayali suya düşmüştü. “Çağırayım da şu orospu çocuğunu bir güzel döveyim” diye düşünse de etrafına kalabalığı toplamaktan kaçındı ve bu düşüncesinden vazgeçti. Farklı bir şey yapmaya karar verdi. Hali hazırda “Parlamazsa para yok” diye bağıran bu velete az önce dikkatini çeken pis ayakkabılarını boyatacak, sonra da parasını ödemeyecekti. Zaten bu ayakkabıların parlaması da pek mümkün değildi ya. Eğer çocuk şikayetlenirse, oluşacak tartışmadan “bana küfür etti” diyerek çocuğu dövmek için bir neden de çıkarabilirdi. Çocuğa seslendi “Hey boyacı çocuk buraya gel”. “Buyur abi” diye cevapladı Mesut.
“Boya bakalım ayakkabılarımı, dediğin gibi parlamazsa para vermem ha!”
Mesut önce Cahit’in ayakkabılarına baktı. Sonra Cahit’i süzecekti ama vazgeçti. “Keşke eve gitmezden önce son müşterim bu ayakkabının sahibi olmasaydı, bunlar ayakkabısının parlamasının kıymetini bilmezler” diye geçirdi içinden. İnsanları, giydiği ayakkabılarından az çok tahmin eder, tahminlerinde de pek yanıldığı olmazdı. Böyle ayakkabılar gördüğünde acırdı. “Zavallı ayakkabı, onun ayakkabısı olmayı eminim istemezdi ama elinde değil işte. Rafta dururken sıra sıra benzerlerinin arasında, sahibi bir başkasına elini uzatsaydı ya da bir başkasının eli sahibinden önce ona uzansaydı daha güzel bir hayatı olacaktı belki de” diye düşündü. Sonra da “Merak etme! Seni kısa süreliğine de olsa mutlu edeceğim, güzelce parlayacaksın” dedi ayakkabıya içinden.

Yerdeki paraları birinin fark etmediğine emin olmak için uzunca zamandır etrafı süzüyordu Necati. Kimse fark etmiş gibi değildi. Etkili olduğunu düşündüğü planını nihayet yapmıştı. Önce arabanın yanına yanaşacak, külahlarını elinden yere düşürecek, birinin arasına “güzelleri” atacak, arabadaki adamın fark etmesi durumunda da hemen soracaktı “Çekirdek vereyim mi amca?” diye. Kimse bir şeyi anlamadan işi bitirecekti böylece. Sonra da oradan ve pazardan sıvışacaktı. Mavi arabaya doğru koşan boyacı çocuğu görünce çok geç kaldığını fark etti. Çok oyalanmıştı. Pazarda gezen genç bir adamın, mavi arabanın önünde sigaracı çocukla denkleşmesiyle; sigara alırken para ödemek için elini cebine attığında düşürdüğü banknot kümesi, bir kaç dakikadır yerdeydi. O ise hala cesaretini toplayıp paralara doğru hareketlenememişti. Biraz sonra hareketlenmesi için bir neden de kalmamıştı. Boyacı çocuk, mavi arabanın içindeki adama paraları çoktan teslim etmiş, adam da çocuğun başını sıvazlar hale gelmişti bile. Hayal kırıklığıyla “Vay aptal çocuk hem paraları kendi almadı, hem de sahibine değil de bir başkasına teslim etti salak” dedi içinden. Şaşkınlığını atması, ortalarında bulunduğu sıranın sonuna yürümesi kadar sürdü. Sonra bağırmaya devam etti.“Çekirdekciniz geldi beyleeeer, çekirdekciniz burdaaa” diye.
Bir kaç sıra dolanmıştı ki parayı düşüren adamı gördü Necati. Sinirli tavırlar içinde olan adam arkadaşıyla bağırarak konuşuyordu. “Bilmiyorum evden çıkarken yanımdaydı, buraya gelene kadar birçok yere uğradım, her yerde düşürmüş olabilirim. Belki de düşürmedim çaldırdım. Şu ana kadar pazarda gezdiğim yerlerin bir kısmını aradım, bulamadım. Eğer burda düşürdüysem biri çoktan iç etmiştir paraları. Biraz daha beraber bakalım, sonra çıkıp uğradığım yerlere soracağım”. “Acaba gidip söylesem mi?” diye geçirdi içinden ona doğru yürürken Necati. Söylemeye karar verdi. Adamın arkası dönüktü. İyice yaklaştı. “Amca bakar mısın?” diye seslendi. Adam arkasını dönüp “Ne var çocuk” dedi hiddetle. O an korktu Necati. Sonra aklından başına gelebilecekler geçti hızla. “Şimdi ben bu adama düşürdüğü parayı yaşlı adamın aldığını söylersem, oraya gideceğiz ve yüzleşeceğiz. Yaşlı adam inkar edip, beni suçlayabilir. “Ben de parayı ben aldıysam neden sana söyleyeyim, kaçar giderdim” derim. O zaman doğruyu söylediğime ikna edebilirim belki ama bu sefer de işler iyice karışır. Yaşlı, sonrasında beni bulabilir. “Ben her hafta sonu bu pazardayım. Beni bulması hiç de zor değil. Hem zaten doğruyu söylesem ne olacak en fazla bu adam biraz bahşiş verir, bu kadar hararetlendiğine göre çok verecek bir tipe benzemiyor zaten” diye düşünürken birden; “En iyisi yaşlı amcaya gidip gerçekleri bildiğimi söyleyerek ondan paranın bir kısmını isteyeyim. Böylece bu işten daha karlı çıkabilirim” diye düşünerek fikrini değiştirdi. Bu esnada Necati’nin bir anlık duraksaması adamın hiddetini daha arttırmıştı. “Ne var dedim sana. Geri zekalı mısın oğlum sen? Sana söylüyorum!” Necati hemen kendine geldi. “Çekirdek vereyim mi amca?” Dedi adama. “Siktir git lan şurdan, canım burnumda bir de seni pataklamayayım şimdi” diye omzundan iterek bağırdı Necati’ye adam. Geriye doğru savrulan Necati, tökezlemiş ancak düşmemeyi başarmış ve dengesini sağlamıştı. Mavi arabaya doğru tekrar yürümeye başlarken içinden “İyi ki de söylememişim ibneye” diye geçirdi. Birkaç dakika sonra arabanın yanına vardı. Adam gazetesine dalmıştı. Kapalı cama uzanarak camı hafifçe tıklattı. Yaşlı adam önce umursamaz bir bakışla “ Ne istiyorsun” dercesine başını hafifçe sağa ve sola oynattı. “Camı açar mısınız? Bir şey söyleyeceğim” diye camın ardına sesini duyuracak kadar bağırdı Necati. Ardından cam, motorunun sesiyle aşağı doğru inmeye başladı. “Ne istiyorsun küçük. Bir şey satacaksan alıcı değilim. Beni boşuna oyalama” dedi Fahri. “Hayır, bir şey satmayacağım. Az önce olanları gördüm.
“Tüm olanları gördüm. O para senin değil amca.”
“Senin de değil evlat. Elbet sahibi aracayacaktır. Ben de ona vermek üzere aldım parayı”
“Ben kimin düşürdüğünü de biliyorum amca. O kişi şu anda pazarda ve parasını arıyor”.
Adam, çocuğu kandıramayacağını anladı. Bir anlık duraksamadan sonra.
“Söyle bakalım ne istiyorsun benden. Parayı düşürene değil de bana geldiğine göre derdin başka bir şey”
Adamın bu tavra gelmesi umduğundan kolay olmuştu Necati için.
“Yarısını istiyorum” dedi Necati.
“Fazla uyanıksın evlat. Ya üçte birine razı olursun, ya da parayı kaybedene söyle gelsin alsın parasını” dedi Fahri; Necati’nin hiç bir şey alamamaktansa, üçte birine razı olacağından emin bir şekilde.
“Tamam” demesi zor olmadı Necati’nin. Ardından Fahri yirmi milyonluk bir tane banknot uzattı.
“Üçte biri daha fazla ediyor amca” dedi Necati.
“Evlat! Benim sabrımı ve kendi şansını daha fazla zorlama, şimdi al şu yirmiliği, çek git burdan ve gördüklerini de unut” diye cevapladı Fahri.
Etrafı kontrol ettikten sonra Necati’nin parayı alması ve cebine indirmesi bir oldu. Az önce kurduğu hayallerin hepsini gerçekleştiremeyecekti belki; ama en azından bir kısmını gerçekleştirebilecek parayı bulmuştu. Artık pazarda da daha fazla kalması için bir neden kalmamıştı. “Hemen mahalleye gidip çocuklarla bir kaç oyun oynayabilirim artık. Nasılsa babama verecek yeterince para oldu cebimde, akşama kadar beklememe gerek kalmadı” diye düşündü ve hızla pazarın çıkışına doğru koşmaya başladı.

Ayakkabıyı parlatması kolay olmadı Mesut’un. İki kat boya, iki kat cila ve bolca fırça darbesi. “Eğer boyacılığın bir imtihanı olsa. Bu ayakkabı tam bir imtihan sorusu olabilirdi” diye düşündü. Bu yetmezmiş gibi adam üzerine doğru iyice eğilmişti. Öyle bir soluyordu ki, nefesinin pis kokusu ona kadar ulaşıyordu. Nihayet kadifesini çalmış ve bir kat daha arttırmıştı ayakkabıların parlaklığını. Bitirme melodisine cevap vermeyip hala ayağını çekmeyince, ilk kez o an bakarak Cahit’in yüzüne “Bitti amca” dedi.

“Bitti mi? İyi de daha parlamadı bu ayakkabılar” dedi
Cahit.
“Parlamaz olur mu amca. Daha ne kadar parlayacak?” Diye cevaplarken Mesut, adamın iyi niyetli olmadığını anlıyor ve içinden “Paramı vermemek için çamura yatıyor, ama yedirmeyeceğim hakkımı” diye düşünüyordu. Hemen dibine oturduğu komyonetin demir kasasından da destek alarak ayağa kalktı. Adamın belini biraz geçiyordu. Sesini iyice yükselterek “Paramı ver amca, ben sözümde durdum ve ayakkabılarını iyice parlattım” dedi. Cahit’in aradığı fırsat çocuğun sesini de yükseltmesiyle iyice oluşmuştu. Paralar ve o paralarla yapabilecekleri tekrar geçti aklından ve bu “piç” in yüzünden kaçan fırsatlar da. Cahit gerilerek, var gücüyle bir tokat patlattı Mesut’a. Mesut’un yüzünden de büyük elleriyle. Mesut, bir adım gerisindeki kamyonet kasasının tam köşesine, kafasını şiddetle çarpana kadar
yüzüne sanki bir kaya parçası çarpmış gibi savruldu. Yere yığılıp burnundan ve başının arkasından şiddetle, oluk oluk kanlar akmaya başladı. Yatıyordu öylece sapanla vurulmuş bir serçe gibi.
Cahit bir havada kalmış eline, bir de yerde yatan çocuğa bakıyordu. “Hassiktir” dedi içinden taşan bir sesle. Bir an Mesut’a atılacak gibi olup vazgeçti. Yakındaki arabaların sahipleri, etraftan olayı görenler oraya doğru hareketlenmeye başlayınca korkup, kimse ne olduğunu anlamadan oradan hızla kaçarak uzaklaştı.
Ertesi gün, pazar hiçbir şey olmamış gibi yine kurulmuş, araba alıcılarıyla satıcıları yine bir araya gelmiş, karaborsacılar, işportacılar, seyyar satıcılar da onlara eşlik eder haldeydi.
Dün arabasını satamayan Fahri, arabasının fiyatını daha da düşürmüş, dünden farklı bir sırada yerini almıştı. Gazetesinden başını kaldırıp “Bugün ne yapıp edip bu arabayı satmalıyım. Hafta içi ameliyatımın parasını denkleştirememiş olursam vay halime. Bu son şansım. Vaktim de kalmadı. Eğer bu ameliyat olmazsa öleceğim. Bu ameliyatı ayarlayana kadar deve yüküyle para harcadım ama hayatım her şeye değerdi” diye geçiriyordu aklından. Dün pazarda ortalık biraz karışmıştı. Sebebini üçüncü sayfasına geldiği gazetesine tekrar dönünce anladı.
“Kartalda Lanetli Gün”
Kartal açık otopazarında, Mesut Ç. adlı on dört yaşındaki bir çocuk, ayakkabılarını boyadığı Cahit Soylu tarafından bilinmeyen bir sebepten dolayı öldürüldü. Olay mahallinden kaçan Cahit Soylu, polisin dur ihtarlarına uymayınca ölü olarak ele geçirildi.
Evden çıkan dumanlar üzerine, komşularının ihbarıyla Mesut Ç. nin evine giren polis, annesinin ve üç kardeşinin soba zehirlenmesinden öldüğünü tespit etti. Yine aynı otopazarında, yakındaki üst geçiti kullanmadan E-5 karayolunda karşıdan karşıya geçmeye çalışan Necati G. adlı çocuk, damperli bir kamyonun altında kalarak feci şekilde can verdi. Kamyonun şoförü, pazarda kaybettiği yüklü miktardaki paranın ardından, sinirli ve kafasının çok dalgın olduğunu, çocuğun etrafına bakmadan hızla yola çıktığını, frene bassa da kurtaramadığını beyan etti.
Fahri tam bunları okumayı bitirmişti ki araç telefonu çaldı. Arayan ameliyat ayarlamalarını yapan Dr. Onur’du.
“Fahri bey, hafta içi planladığımız ameliyatınız için aradım”
“Evet Onur Bey”
“Gerekli ayarlamaları yapıyordum. Bugün, size ayarladığımız organın sahibi çocuğun babasıyla konuştum. Çok üzgündü. Zar zor konuşabiliyordu. Oğlu, dün otopazarının kenarında bir kamyonun altında kalıp feci şekilde can vermiş. Cesedine ulaşsam da nafile. Tüm organları kullanılamaz bir haldeydi. Çok üzgünüm.

Kategori:

Re: Yerdeki Para

Öyküyü okumayı henüz bitiremedim. Ancak öyküde anlatıcı anlamında en çok takıldığım noktalardan birine aşağıdaki satırlarda rastladım.

""
Arkadaşlarıyla kuka, çelik çomak, futbol ve misket oynamak varken, burada olması zoruna gidiyordu. Babası, onun üzerinden para kazanabileceği her fırsatı değerlendirirdi. Babasının azarlamalarından ve akşam atacağı dayaktan korkusu olmasa çoktan dönerdi de.

Anlatıcı (üçüncü tekil şahısla bize olayı nakleden görünmez kişi), nasıl muktedir bir varlık ki, bir şeylerin kahramanın "zoruna gittiğini", babasının ona karşı davranışlarının en kritik yönlerini, onun bundan etkilenişlerini bilebiliyor.

Üçüncü tekil şahıs (nam-ı diğer "tanrı anlatıcı") için klasik sıkıntılar bunlar. Öykü yazarının bu konularda uyanık olması gerektiğini, özellikle de modern edebiyatın anlatıcı üzerine yarattığı onca karmaşa ve oyundan sonra, anlatıcının konuşma olanakları ve biçimleri üzerinde çok dikkatli davranması gerektiğini düşünüyorum.

Öyküyü bitirdiğimde daha kapsamlı bir değerlendirme sunmaya çalışacağım.


Re: Yerdeki Para

Öyküyü okumayı ben de henüz bitirmedim ancak Barış Acar'ın yorumu üzerine bir şeyler söyleme gereği duydum. Okurken aynı şekilde ben de "Nasıl oluyor da bu kadarını bilebiliyor?" diye düşündüm fakat sizin de dediğiniz gibi "Üçüncü Tekil Anlatıcı"nın bir diğer adı "Tanrı Anlatıcı"dır şu halde "Tanrı Anlatıcı"nın bunları bilmesi gayet doğal geldi. Veya şöyle söyliyeyim; bu durumu anlatmanın daha doğal bir yolunu kendim de bulamadım ve bu şekilde anlatmak en doğrusu gibi geldi.

Aynı şekilde ben de bitirdiğimde umarım daha fazlasını söyleyeceğim.


Re: Yerdeki Para

hsnglsn dedi ki:
Okurken aynı şekilde ben de "Nasıl oluyor da bu kadarını bilebiliyor?" diye düşündüm fakat sizin de dediğiniz gibi "Üçüncü Tekil Anlatıcı"nın bir diğer adı "Tanrı Anlatıcı"dır şu halde "Tanrı Anlatıcı"nın bunları bilmesi gayet doğal geldi. Veya şöyle söyliyeyim; bu durumu anlatmanın daha doğal bir yolunu kendim de bulamadım ve bu şekilde anlatmak en doğrusu gibi geldi.

Tanrı anlatıcının yarattığı sıkıntıların herhangi bir çaresi yok elbette. Ancak daha dikkatli kullanımları olabilir. Anlatıcının bu muktedirliğini hissettirmeyen anlatımlar, karakterler arası, mekânlar arası gerilimlerle hissettirilen duygular, diyalog vb. Okuma Odası'nda incelediğiniz yazarlar içinde eski kuşaktan bunu çok başarılı uygulayan temsilciler bulmak olanaklı.

Öte yandan bununla baş etmek isteyen ya da bu anlatıcıdan gına gelen yazarların başvurduğu yöntem "birinci tekil şahıs" anlatılarına dönmek. Az sayıda da olsa, Albert Camus'nün Düşüş'te yaptığı gibi, ikinci tekil şahıs anlatısı kurmak da tercih edilen bir yöntem. Bu etütlerin yazma edimine çok faydası olduğuna inanlardanım da.


Re: Yerdeki Para

hsnglsn dedi ki:
Öyküyü okumayı ben de henüz bitirmedim ancak Barış Acar'ın yorumu üzerine bir şeyler söyleme gereği duydum. Okurken aynı şekilde ben de "Nasıl oluyor da bu kadarını bilebiliyor?" diye düşündüm fakat sizin de dediğiniz gibi "Üçüncü Tekil Anlatıcı"nın bir diğer adı "Tanrı Anlatıcı"dır şu halde "Tanrı Anlatıcı"nın bunları bilmesi gayet doğal geldi. Veya şöyle söyliyeyim; bu durumu anlatmanın daha doğal bir yolunu kendim de bulamadım ve bu şekilde anlatmak en doğrusu gibi geldi.

hsnglsn benim söylemek istediğimi neredeyse tam olarak ifade etmiş. Teşekkür ederim. Barış Acar'ın yaptığı yorumu aşırı ölçüde muhafazakar bulduğumu belirtmek isterim. Bence edebiyat uçsuz bucaksız bir deniz ve bu denizin hangi koyunda yüzeceğine yazar karar vermeli. Bu koy güzeldir illa burada yüzmelisin gibi aşırı derecede şekilci yaklaşımlar devrilmeyi ve de evrilmeyi engelliyor bence. O zaman en iyi şansımız; belli kalıpları uygulayarak iyi bir taklit ya da maket yapabilmek, bundan ötesine hiç teşebbüs etmemek oluyor görüşündeyim.
"Tanrı anlatıcı" tabirinin boşa da üretilmediği kanaatindeyim. Bir çok şeye muktedir olmasa bir başka ad konabilirdi sanırım. Karakterlerin iç dünyasını ve kendiyle konuşmalarını, öykü de sürekli diyaloglarla anlatabilmek mümkün müdür bilemiyorum. Ya da ne kadar sağlıklı olur şüpheliyim. Bir şüphem de; bir öyküde karakterlerin bilmediği, sadece okuyucunun bildiği bir unsur ya da kişinin kendiyle konuşmaları tanrı anlatıcı olmadan nasıl anlatılır konusunda. Sonuçta bu konu üzerinde belki çok fazla konuşulması gerekir. Ancak ben bu konudan ziyade,öykümün tamamı üzerinden çok önemsediğim, değerli eleştirilerinizi bekliyorum. Bu konunun tartışıldığı bir foruma dönmemesi ricasındayım.


Re: Yerdeki Para

Üzerinde durmak istediğim öykünün sonu.

Hani korku filmlerinde, bir ormanda veya ıssız bir kulübede herkes ölür, belki bir tek kahraman, o filmin sonuna erişir. Daha sonra filmin bitiminden birkaç saniye önce, gölden çıkan karanlık bir el onu da ölümün kucağına çeker. Bizler de "korku"nun, "yaşamın tekinsiz olduğu" düşüncesinin kucağında, iyi bir korku filmi izlemişiz (izlemiş miyiz?) duygularıyla baş başa kalıveririz.

Öykünün sonundaki "hasat" "tüm o ölümler"i ne şeklde anlayacağımı bilemedim. Hala da bunu anlamaya çalışıyorum.

Öyküyü biçim olarak çok uzun buldum. Ama bu bir eleştiri değil tabi ki. İçinde gereksiz ayrıntıların varlığı-yokluğu yönünde bakmadım. Ama karakterler sanki, "bir tanıdığın daha ölümü" nedeniyle konulmuş duygusuna kapılmadım değil. Çok mu önemli. Bilemiyorum. Yine filmdeki "kıyamet"imsi sonun öykünün diğer yanındaki gerçekçi anlatımı gölgelediğini düşünüyorum.

Bunun yanında aşağıya birlkaç örneğini çıkardığım, yanlış kullanıldığını düşündüğüm kelimelri de belirtmek istiyorum

""
çekirdekciniz

çekirdekçiniz

""
otopazarına

oto pazarına

""
ay başlarında

aybaşlarında

""
nacizane

naçizane

""
Aferim

Aferin

""
nasihatları

nasihatleri

""
velete

velede

""
aracayacaktır

arayacaktır

""
geçiti

geçidi

Argo söz konusu olabilir. Eğer böyle bir şeyi göz önüne alırsak, en azından sözcüklerin doğrularını yineleme olarak alın lütfen.

Öykünün konusunu, ne düşüneceğimi bilemediğim sonu hariç, beğendiğimi eklemek isterim.
Dilinize sağlık.


Re: Yerdeki Para

Modern ya da modern aşırı konumlar üretmeye niyetliyken muhafazakâr kaçmamak için konuyu daha detaylandırmam gerektiğini fark ettim: "Tanrı Anlatıcı"yı Ne Yapmalı?


Re: Yerdeki Para

Öykünün dilini kimi betimlemeleri çok başarılı buldum. Uzun zaman önce okuduğum için ve çıktı üzerine notlar almadığım için şimdilik örneklendiremeyeceğim.

Sanki bir tv. dizisine konu edinilebilirmiş gibi geldi bana öykü. Kelebek etkisi tabiri mi kullanılıyordu bu durumlar için? Birinin yaptığından öteki de etkileniyor ama bu öyle bir etkileşim ki, belki de yeşilçam filmlerinde sıkça izlediğimizden, sonunda şaşırmıyorum, üzerinde düşünmüyorum.
Oto pazarında çekirdek satan çocuk, artık küçük bir çocuk değil. Çocuğa dair anlatılanlar günümüz üretim ilişkilerini, insanların değerlerini yitirişini gerçekçi bir yaklaşımla veriyor. Hani, küçük bir çocuk bu üçkâğıdı yapmaz diyemiyorum okuyunca. Fakat bardakları ağzına kadar doldurmama hesabı yapan bu çocuk pazara ilk geldiğinde neden çekingen oluyor, ya da nasıl çekingen oluyor bu anasının gözü diye soruyorum. Sanki bu duruma çoktan alışmış olmalı.
Ayakkabı boyacısı çocuk neden dürüst de öteki değil, babasından dayak yiyerek zorla çalıştırıldığı için olabilir mi, bilmiyorum. Sanki yazar böyle istediği için böyleler düşüncesi ağır basıyor.

Öyküyü yeniden okumalıyım ayrıntılara girebilmek için.

Yazarın eline sağlık...


Re: Yerdeki Para

İtiraf etmeliyim ki bazen bu öykümle ilgili umutsuzluğa kapıldığım oluyor. Anlatmak istediğimi anlatamadım mı acaba diye kendimi sorguladığım zamanlarda. Ancak elif'in yorumuyla tekrar umutlandım. Teşekkürler elif yorumun ve ayırdığın zaman için. Tam da zamanında oldu doğrusu. Senin bakışınla biraz daha yorum alabilseydim keşke. Kim bilir belki biraz daha vaktini ayırırsın.


Re: Yerdeki Para

Öyküyü okuyalı uzun zaman olduğu için ayrıntıları anımsamıyorum ama en kısa zamanda yeniden okuyup düşündüklerimi paylaşacağım.


Re: Yerdeki Para

Mehmet Sürücü dedi ki:
Üzerinde durmak istediğim öykünün sonu.

Öykünün sonundaki "hasat" "tüm o ölümler"i ne şeklde anlayacağımı bilemedim. Hala da bunu anlamaya çalışıyorum.

Öykünün konusunu, ne düşüneceğimi bilemediğim sonu hariç, beğendiğimi eklemek isterim.
.


Mehmet Sürücü'ye eleştirileri ve yazım yanlışlarındaki tespitleri için teşekkür ederim. Bir daha baksam yine yakalayamazdım sanırım bu hataları. Öykünün sonu ile ilgili olarak yukarıdaki yazdıklarınızdan ne anlamam gerektiğini bende bilemedim Smile Sonu hakkında ne düşüneceğinizi gerçekten bilemediniz mi yoksa bir eleştiri mi?
Değerli katkılarınız için teşekkür ederim.


Re: Yerdeki Para

Şunu demek istedim;
bir öykü tadı ala ala süregelen okumam, son bölümde anlatının, bir alacakaranlık öyküsüne benzemesiyle tadından bir şeyler yitirdi diye düşünmüştüm..