UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



"Tanrı Anlatıcı"yı Ne Yapmalı?

26 Ağu 2010
Barış Acar

20. yüzyıl edebiyat dünyasını biçimlendiren en önemli etmenler nelerdir, diye sorulsa, buna verilebilecek ilk cevap, “tanrı anlatıcı” konumunun terk edilmesi ya da kökten/ güçlü eleştirilere maruz kalmış olması denebilir sanıyorum. Keza Lukacs’ın “Avrupa Gerçekçiliği” ve özellikle de “Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı” kitaplarına bu gözle bakıldığında gerçekçilik üzerine sürüdürülen tartışmaların, aslında anlatıcının konumuna yönelmiş eleştirilerle dolu olduğu görülecektir. Stendal’ın, Balzac’ın temsilcisi olduğu “büyük gerçekçilik” kuşağının yerine geçen, Joycelar, Kafkalar, Beckettler varolan gerçeklik anlayışını değiştirdikleri kadar, ve belki de bundan daha fazla, anlatı konumlarını değiştirerek edebiyat dünyasına müdahalede bulunmuşlardır. Kagan’ın Estetik ve Sanat Notları’i, Pospelov’un Edebiyat Bilimi adeta anlatıdaki bu değişime karşı direncin kitaplarıdır. Bir yandan değişen şeyi görmekte ve onu saptamaktayken, bir yandan da geçmişin büyük anlatı geleneğinin destanını yazmaktadırlar.

Tanrı anlatıcı konusunda bir hüküm vermeden önce, modern edebiyatın baştacı ettiği anlatı konumundaki bu değişime daha yakından bakmalıyız. Bunun için kaynak olarak, daha çok çevirileriyle tanıdığımız (Heidegger’in Sanatın Eserinin Kökeni’ne bakılabilir) Fatih Tepebaşılı’nın internette tamamı bulunabilecek bir makalesini (link) çıkış noktası olarak alabileceğimizi düşünüyorum. Stanzel’in roman kuramı üzerine tezlerini temel alan bu çalışma,anlatım konumlarını günümüzde de geçerli olacak bir çerçevelemeyle ele alarak çok güzel özetliyor.

""
Stanzel, [Platon ve Aristoteles’ten miras kalan] „anlatma“ ve „gösterme“ kavramlarını tipoloji oluşturma için yetersiz ve oldukça cılızdır görerek bunların yerine „dolaylılık“ (Mittelbarkeit) ilkesini önerir. (köşeli parantez bana ait)

Burada sorun “anlatımın dolaylılığı”nın ne demek olduğudur:

""
[Bu konuda Stanzel’in kendisine gönderme yaptığı] Friedemann’ı düşünceleri iki noktada yoğunlaşır. : 1-Bilgi kuramına göre, nesneler belirli bir bakış açısından bağımsız, “kendinde şey” olarak ortaya çıkmaz. Bu kural anlatım süreçinde de geçerlidir. Anlatılan nesneler ve olaylar gözlemleyen bir tinin (“ein betrachtender Geist”) aracılığıyla ortaya çıkarlar. 2-Söz konusu bu araç, yalnızca kuramsal bir iddia değildir, o, metinde kendisini dolaysız olarak ortaya çıkarırır.

""
“Epik anlamda “gerçek olan” ise anlatılan sürecin kendisi değil, anlatmanın kendisidir. Anlatıcı ister gerçekte bir zamanlar yaşanmış olaylardan söz ediyormuş gibi gözüksin isterse dinleyicilerine kurmaca bir olayı anlatıyor duygusunu ima etmek istesin, sonuçta önemli olan, anlatıcının bize bunu inanılabilir kılması ve bahsettiği şeylerin de, göstermek istediğinden farklı olarak artık geçmişte kalmış bir şey olarak gözükmesidir. // Eğer epik yanılsama anlatıcının müdahalesinden dolayı zarar görmezse, duygularımızı sorumlu kılacak bir müdahaleden bahsedemeyiz. Sözkonusu olan, şöyle ya da böyle boşboğazlık yapan öylesine bir yazar (Schriftsteller) değil, bilakis değerlendiren, hisseden ve gözlemleyen bir “anlatıcıdır”. O, Kant’tan bu yana yerleşmiş bulunan bilgi kuramı görüşünü simgeler. Kendinde olan gerçeği asla kavrayamayız, bilakis gözlemleyen bir tinin aracılığıyla gerçeği kavrarız. Bu sayede nesne dünyası duyularımız için (Anschauung) özne ve nesneye ayrılır. // Kahramanlarına bağımsız bir yaşam bahşetmeye çekinen fakat sonradan bunları düzeltmeye veya açıklamaya mecburmuş gibi gözüken sanat eserinin dışında duran bir yazar söz konusu değil, kendisi de gözlemci olarak, kendi sanat eserinin organik bir parçası olan anlatıcı söz konusudur. Bir robotu (Automate) değil canlı bir insanı temsil eden anlatıcı, kendi benini yani anlatılan olayları yargılamak zorunda değildir. ”

Böylelikle anlatım konumunda bahsi geçen anlatıcı ile yazarın ayrılığını ortaya koymak için ilk adımı atmış oluruz.

""
Anlatıcı, hem yazar ile anlatı (eser) arasında hem de anlatı ile okur arasında aracıdır.

""
Anlatım konumu, kurmaca yazarla kurmaca okur arasındaki mesafenin adıdır.

""
Anlatım konumu kavramı altında anlatıcı mercinin kurmaca metin içerisinde yeri, ilişkisinin tarzı, biçimi, içeriği, bakış açısı hatta okurla ilişkisi yer alır.

O zaman sorun, yazarla ayrılığını teyit ettiğimiz anlatıcının metnin içinde nasıl konumlanacağına, kendisini belli edip etmeyeceğine ya da kendini nasıl ifade edeceğine dönüşür.

""
Stanzel’in anlatım konumu kavramına yüklediği özellikler şunlardır: 1-„Tanrısal“, „kişisel“ ve „ben“ anlatım konumları her durumda anlatımda dolaylılık ilkesini gerçekleştirirler.

Ben Anlatıcı

Stanzel’in 20. yüzyılda gelişme olanağını en yüksek gördüğü “ben anlatıcı”ya dayalı anlatım konumu, belirli bir türde özneliği gerektirir. Bu öznelik, Foucault’nun 17. yüzyıla atfettiği episteme kaymasıyla ilişkilendirdiği ve esas olarak modernlik projesine bağlanabilecek bir öznelik konumudur. Deney ve gözlem aracılığıyla doğaya hakim olmak için yola çıkmış, yığınsallığa karşı kendini birey olarak ispatlamış, “aydınlanmacı” bir karakterdedir ben anlatıcının öznelliği. Kendini algılayan bir özne olarak gördüğü gibi, incelenebilir bir nesne olarak da görmek onu önceli olan özne biçimlerinden ayırır. Şeyler arasında bir şey, ama yine de “biricik” bir şeydir ben anlatıcı. Bu yönüyle de dünyayı kendinden (Kant’ın dediği gibi kendi kategorilerinden) yola çıkarak algılamak biçimlendirmek durumundadır. Stanzel’de bu durum karşılığını şu satırlarda bulmuştur:

""
Ben anlatım konumunda, anlatıcının yeri tamamen kurmaca dünyadadır, tıpkı diğer kurmaca kahramanlar gibidir. Dolaylılık ilkesi bunun aracılığıyla gerçekleşir. Bu konumda karakterlerin dünyasıyla anlatımın dünyası arasında tam bir uyum vardır.

""
Ben anlatım konumunda anlatıcı, epik mesafeyi ortadan kaldıracak denli, kurmacanın veya kurmaca dünyanın içindedir. Dolaylılığı da bu sağlar. Kişilik olarak kimliği belirlidir, olaylar sürecinde bu anlamda gözükür. Olup bitenler baştan sona onun bilgisinde yer alır. Herşey onun bilgisi, görgüsü, deneyimi, duyguları hatta düşünceleriyle, öznel dünyasıyla sınırlıdır. Kendisini aşamaz, zaten böyle bir gayret de göstermez. Duruma göre değişiklik gösterse de kimliği ve kişiliği hakkında gerektiğinde bilgi sunulur satır aralarında. Ağzından aktarılan bu bilgiler yardımıyla, hakkında yalnızca yeterince aydınlanmayız, ayrıca okura “özdeşlik” kurma imkanı da doğar.

""
İster anlatan anımsayan ister anlatılan anımsanan ben kimliğinde olsun, ben anlatıcının konumu kurmaca dünyanın içindedir. Gücünü, etkisini, imkan ve imkansızlığı buradan kaynaklanır.
[Stanzel’e göre]Ben anlatım romanı türü daha fazla „gelişme yeteneğine“ sahip bir tür olduğu da ayrıca belirtilmelidir.

Kişisel (Personale) Anlatıcı

“Kişisel anlatıcı” için 20. yüzyıla damgasını vurmuş anlatıcı da diyebiliriz. Yüzyıl başında önce dışavurumculuk tarafından, daha sonra ise avangard akımların, özellikle de dadacı ve gerçeküstücü yazar, şair ve ressamların çabalarıyla güç kazanmış bir alanı imler kişisel anlatıcı. Ben anlatıcının kendini bir karakter olarak kahramanlar arasında gezdirerek, onlarla ilişki içinde konumlandıran tutumuna karşın, kişisel anlatıcı içe çevrilmiş bir göz olarak görülebilir. Oldukça kapalı (açıklanmaya muhtaç) bu tanımlamalar yerine şu da söylenebilir: Önce göz, sonra içe bakan bir göz, son olarak da içeriden dışarıyı görebilen bir çeşit bilicidir o.

""
Kişisel anlatım ise aracılık işlevi gören bir anlatıcı yoktur, bunun yerine yansıtıcı bir şahıs vardır.

""
19 yüzyılda, modern ve gelişmiş örnekleriyle 20 yüzyılda karşılaştığımız kişisel anlatım konumu, insan psikoljisini, insanın iç dünyasını anlatmak için kullanılmış, bu anlamda da yaygınlık kazanılmış bir anlatım konumudur.

""
Kişisel anlatım konumunda anlatıcının konumu kurmaca dünyada konuşlanmıştır, kurmaca kahramanlarla aynı dünyayı paylaşırlar. Nesnellik romanda, sahneye koyma anlamındadır. Okur burada „dolaysızlık yanılsamasına“ düşer. Olaylar „kişiler açısından (persönlich) öznel olarak değil, tarafsız (unparteiisch), nesnel (sachlich) ve kişiye bağlı olmadan (unpersönlich) sunulur .

""
… gerçeklik, roman kahramanlarından birine ait ödünç alınmış bilinç aracılığıyla yansıtılmıştır veya kelimenin tam anlamıyla sahnelenmiştir. Stanzel buna „görünüşte anlatıcısız anlatım“ der ve daha çok iç bakış açısına dayanan bir anlatım söz konusudur .

""
Sanki anlatıcı yokmuş duygusu hakimdir. Anlatıcı, olaylara müdahaleden vazgeçmiştir, varlığını okurlar hissetmeyecek denli karakterlerin arkasına gizler. Okurlar ise, sanki kendileri olay yerindeymiş duygusuna kapılarak, olup bitenleri bir kahramanın gözünden, daha açık bir ifade ile bunun yansıtıcı bilinçi aracılığıyla gözlemler.

""
Etkisi göz önünde bulundurulduğunda, olaylar anlatılmaz, gösterilir.

""
Dolayısıyla onları bir takım kararlar vermek durumunda da bırakmaz. Okur kendi kendisiyle, anlatıcı ise kendi kendisiyle başbaşadır.

""
Aracı veya araç olarak bu anlatım konumunda genellikle bir kişi kullanılır. (Kafka, Dönüşüm) Anlatımda bir kişinin bakış açısına odaklanmdan dolayı sıkıcılık ve yeknesaklık yaşanabilir. Hatta yazarlar bile zaman ve mekan gibi konularda bilgi vermede zorluklar yaşabilir. Bu sorunu aşmak için birden fazla kişiye ihtiyaç duyulur. Çoklu bakış (Multiperspektive), anlatıcının, bakış açısını belirli bir kişiye bağımlı kılmayıp, gerektiğinde bu kişi terk edilerek farklı farklı kişilerin bakış açılarına müracat edilmesidir. Fakat kişileri değiştirmek için tanrısal bir anlatıcının müdahalelerine gerek duyulur.

Tanrı Anlatıcı

Homeros destanlarından bu yana sıklıkla kendisine başvurulmuş, roman türü içinde –belki de geçmişten gelen bir alışkanlıkla- uzun yıllar sürdürülmüş olan “tanrı anlatıcı”, üstün ve dahası bu üstünlüğü tartışılamayacak bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle bütün 20. yüzyıl edebiyatının neden ona karşı çalıştığını anlamak güç değildir. Kutsal kitapların diliyle konuşmaya bayılan, insanların içini okuyan, kahramanları sevmemizi isteyen ya da yargılayan, okuru manipüle etme telaşesinde bir karakterdedir.

""
Tanrısal anlatım konumunda anlatıcı, karakterlerin dünyasından birisi değildir, onların dışındadır, dünyası „ontik sınırlarla karakterlerin dünyasından ayrılır. Aracılık süreci dışarıdan bakış açısı gerçekleşir.

Ontolojik anlamda anlattığı dünyanın ötesinde ve üstündedir. Büyük problem de burada yatmaktadır. Kutsal kitapların bunun için “ciddi” bir gerekçesinin (tanrı kelamı) olmasına karşın, roman ya da öykülerdeki tanrı anlatıcı neden ve nasıl kendini anlattığı insanların dünyasından ayırarak ötelerden konuşabilir? Bir adım ileride, okur kendisiyle bu tonda konuşan bir anlatıcıyı neden dinlemek ister?

""
Sahip olduğu niteliklerden dolayı yazarların kendisiyle karıştırılmaktadır.

Yazarın kahramanlarına hakim olduğu vehmini tanrı anlatıcı okuyucuya karşı üstlenmiş gibidir. Milan Kundera, Roman Sanatı’nda “hiçbir yazar romanından daha akıllı olmamalıdır” derken tam da tanrı anlatıcının bu sıkıntısına değinmektedir. Kendi iç evrimleri gereğince ilerleyemeyen, romanın dünyasında bir bütünlük kuramayan karakterleri için yazarın sığınadığır tanrı anlatıcının evi. Bu kötü kullanımın örnekleri, Türk romanının başlangıç yıllarına bakıldığında epey kabarık bir sayıda karşımıza çıkar.

""
Tanrısal anlatım konumunda anlatıcı, anlatı sürecinde olmuş ve olacak her olayın öncesinden bilgisine sahiptir, her şeyi bilen hatta her şeye gücü yetendir Söylenmemiş olsa bile sebebleri bilendir. Bilgisi, zaman ve mekan tanımaz.

""
Anlatıcı kimliğini oluşturan baskın özellik olup bitenlere dolayısıyla anlatıya müdahale ve yorumlarla kişisel olarak tavır alan anlatıcının varlığıdır.

""
Hakimiyeti yalnıza zaman ve mekan anlamında değil, anlatı sürecinin tamamınadır.

""
3. tekil şahıs (o) anlatımıyla, bu anlatım konumu için geçerli davranışlar arasında öncelikle onun herşeyi bilen yanıdır. Zaman ve mekan sınırı tanımayan bilgi, ikna etmek ve etkilemek üzere okuyucuya doğrudan veya dolaylı olarak anlatmaktan, göstermekten, ima etmekten çekinmez.

Bu yönüyle yazar tarafından istismara en açık anlatıcı türü de diyebiliriz tanrı anlatıcıya. Oysa, okura bilgiçlik taslamayan, kahramanlarına karşı saygılı (onların kendi dinamikleriyle gelişmesine olanak tanıyan), ahkâm kesmeden anlatısını sürdüren bir tanrı anlatıcı da mevcuttur.

""
Bu anlatım konumunda anlatıcı, tıpkı diğer anlatıcılar gibi gerçekte yazar tarafından yaratılmış olup romanların kurmaca kahramanları gibi özgün kişilikleriyle tanınırlar.

Modern edebiyat bu anlatıcı türünü, Brecht’in deyişiyle, bir çeşit yabancılaştırma efekti amacıyla da kullanmıştır (Burada Kundera’dan Saramago’ya pek çok güçlü örnek sıralanabilir).

""
Wiemann’a göre … Yazarlar, tanrısal anlatıcılar aracılığıyla yabancılaştırılar.

""
Bu özgün kişilik herhalükarda adeta gerçeklik ile kurmaca dünya arasında bir yerde eşikte duran bir anlatıcının varlığıdır.

Ancak bu, adı anılan yazarların yapıtlarına bakıldığında, hiç de kolay bir yaklaşım değildir. Yeni anlatım olanakları geliştirmek ve insan dünyasının farklı yönlerini farklı farklı yollardan deneyimleyerek yeni sonuçlara ulaşma çabasının bir sonucudur.

Alıntılar için kullanılan kaynak: TEPEBAŞILI, Fatih. “Stanzel ve Romanda Anlatım Konumu”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 20, Konya, 2008, s. 381-396. (link)

Kategori:

Re: "Tanrı Anlatıcı"yı Ne Yapmalı?

esasında "anlayıcının bu durumunu" yani özneye olan güvenin sarsılması, "benin" ayrıcalıklı konumunun sorgulamaya açılması ile ilişkilendirmek işlevsel olabilir. hegelden marksa, yapısalcılardan althusserl gibi eleştirel marksistlere, freuddan nietzscheye oradan çağdaş fransız filozoflarına yemediği darbe kalmayan "ben'nin girdiği çıkmaz" ile "tanrısal anlayıcının" durumu birbirine at başı gidiyor.
descartescı cogitonun ayrıcalığının eleştiriye tabi tutulması ile, özellikle de dil sorununun "derinlemesine" incelenmeye alınması ile sadece "cogito" değil, "aşkın bir cogito" olan tanrı da sağlam zeminini kaybetmeye başlar. bu bağlamda edebiyatın "tanrısal anlatıcısı", herşeyi gören, bilen, karakterlerin alın yazısını yazan (kimi zaman öyle abuklaşmıştır ki bu tanrısal konum, karakterlere romanda yaşayacaklarını ima eden isimler vermiştir...) cogitonun ta kendisidir. descartes uzun süre edebiyatı kendisine esir etmeyi bilmiştir, tıpkı felsefeyi esir ettiği gibi.
"cogito ergo sum" kendi totolojisi içerisinde, "cogitoya" döngüsel bir öz-tatmin sağlar. esasında bu "düşünme biçiminde", her cümle kuruluşu bir cogito kanıtlamasına dönüştürülmüştür. her cümle kuruluşunda, özne ve nesne yeniden hakikat düzlemine alınır. zaten descartes da "düşünüyorum öyleyse varım" yerine "koşuyorum öyleyse varım" demek arasında bir fark olmadığını söyler. çünkü burada düşünceyi biçimlendiren, yani kartezyenci temeli atan gramerden başka birşey değildir: romandaki "tanrısal anlatıcının kibiri" her cümlede katmerlenen, terkrar tekrar olumlanan "cogitonun" ve onun suç ortağı olan "onto-teolojik tanrının" kibridir.


Re: "Tanrı Anlatıcı"yı Ne Yapmalı?

oktay dedi ki:
descartescı cogitonun ayrıcalığının eleştiriye tabi tutulması ile, özellikle de dil sorununun "derinlemesine" incelenmeye alınması ile sadece "cogito" değil, "aşkın bir cogito" olan tanrı da sağlam zeminini kaybetmeye başlar. bu bağlamda edebiyatın "tanrısal anlatıcısı", herşeyi gören, bilen, karakterlerin alın yazısını yazan (kimi zaman öyle abuklaşmıştır ki bu tanrısal konum, karakterlere romanda yaşayacaklarını ima eden isimler vermiştir...) cogitonun ta kendisidir.

Tanrı anlatıcıya olan mesafemi ne güzel özetliyor bu sözler.


Re: "Tanrı Anlatıcı"yı Ne Yapmalı?

Yazının tamamını okuyamadım ama bu metnin benim çok işime yarayacağını biliyorum. Şimdiden teşekkürler...