UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Unutkanlık

09 Eki 2012
Mehmet Sürücü

Aşağıdaki metni farklı kişilerin katkısıyla devam ettirebilir miyiz?

Deneysel bir öykü ortaya çıkarmaya çalışmanın tam sırasıdır bence.

"Bazı sabahlar yüzünde nereden iliştiği belirsiz, eğreti bir gülümsemeyle evden çıkardı. Nedense bir süredir hep geceleri yağan yağmurun ıslattığı sokaklarda, çirkin köpeklerin tasmalarını asık suratlı, kuru kemikli uzun insanların çekiştirdiği parklarda, kırmızı yüzlü sarhoşların şaraba batırdığı ekmek kırıntılarını martılara attığı rıhtım kenarlarında, günlerdir hiçbir trenin geçmediği tren rayları boyunca üzerinde unuttuğu o gülümsemeyle dolaşır dururdu.

Başka bir gün de yüzünde başka bir şey unutur, bilmeden gün boyu karşılaştığı tanıdıkları, arkadaşları, üzerindeki bu şeyi kendilerine alınıp bazen ona daha sevecen, yakın davranır, bazen de eni konu surat asıp onu onu görmezden gelirlerdi. O, böyle zamanlarda bu yaptıklarına bir anlam veremez, insan işte, bir anı birini tutmuyor, neylersin deyip, yürüyüp giderdi."

Kategori:

Re: Unutkanlık

"Başka bir gün de yüzünde başka bir şey unutur, bilmeden gün boyu karşılaştığı tanıdıkları, arkadaşları, üzerindeki bu şeyi kendilerine alınıp bazen ona daha sevecen, yakın davranır, bazen de eni konu surat asıp onu onu görmezden gelirlerdi. O, böyle zamanlarda bu yaptıklarına bir anlam veremez, insan işte, bir anı birini tutmuyor, neylersin deyip, yürüyüp giderdi."

"Başka bir günde üzerinde başka bir yüz ifadesini unutur, günboyu karşılaştığı tanıdıkları, arkadaşları, yüzündeki bu ifadeye bakarak, ona ya daha sevecen, daha yakın davranır yada eni konu surat asarak, onu görmezden gelirlerdi. Böyle zamanlarda onların bu davranışlarına bir anlam veremez, "insanoğlu işte, bir anı bir anını tutmuyor, neylersin" diyerek yoluna devam ederdi."


Re: Unutkanlık

"Ne ki, gün içindeki bu unutuşlar, kendine döndüğü, kendini dinlediği zamanlar daha bir yüksek sesle konuşur; sokakları, insanları, suratındaki o yersiz, anlamsız, farkında olmadığı tebessümüyle ardında bırakırken, üzerine çevrilen bakışların anlatmak istediklerini düşünür, bir türlü bir anlama vardıramazdı.

Bir akşam, pencereden dingin, sokağı izlerken ansızın "Bunun bir adı olmalı." dedi ve camdaki akse gözlerini dikip mırıldandı: "Senin bir düşüncen var mı?"

"Kendine döndüğü, kendini dinlediği zamanlarda ise, suratındaki o yersiz ve anlamsız yüz ifadeleriyle ardında bıraktığı insanların, üzerine çevirdikleri bakışlarıyla ne anlatmak istediklerini düşünür, bu bakışlara bir anlam veremezdi.

Bir akşam, dingin bir halde, pencereden sokağı izlerken, ansızın "Bu bakışların bir anlamı olmalı" diye bağırdı, yalnızlığıyla konuşur gibi. Sesi, odanın sessizliğini yırtarak duvarlarda yankılandı. Düşüncelerine somutluk kazandıran sesini duyduğunda, tanıyamadı. En son, ne zaman biriyle konuştuğunu bulmaya çalıştı.

Sonra nefesiyle buğulanan cama dönerek, camdaki akse gözlerini dikip yardım ister gibi mırıldandı: "Senin bir düşüncen var mı?"


Re: Unutkanlık

Yüzünde bilmediği, unutulmuş gülümsemelelerle, hüzünlerle, acılarla dolaşmasının amacı yoktu. Üzüntülü bir yüz ifadesi herkeste merak uyandırıyordu. Başkalarının işine burnunu sokmayı kendine iş edinenler hep vardı.

"Yüzünde unuttuğu gülümsemelerle, hüzünlerle, acılarla dolaşmasının kendisine bir zararı yoktu. Ama bu unutuşlar, başkalarının işine burnunu sokmayı iş edinenlerde merak uyandırıyordu."


Re: Unutkanlık

""
Bazı sabahlar, yüzüne nereden iliştiği belirsiz, eğreti bir gülümsemeyle evden çıkardı. Bir süredir, nedense hep geceleri yağan yağmurun ıslattığı sokaklarda, asık suratlı, kuru, kemikli ve uzun insanların tasmalarını çekiştirdiği, çirkin köpeklerin dolaştığı parklarda, rıhtım kenarlarında ve günlerdir hiçbir trenin geçmediği raylar boyunca, üzerinde unuttuğu o gülümsemeyle dolaşır dururdu.

Başka bir gün de üzerinde başka bir yüz ifadesini unutur, günboyu karşılaştığı tanıdıkları, arkadaşları, yüzündeki bu ifadeye bakarak, ona ya daha sevecen, daha yakın davranır ya da eni konu surat asarak görmezden gelirlerdi. Böyle zamanlarda, suratındaki o yersiz ve anlamsız yüz ifadeleriyle ardında bıraktığı insanların, üzerine çevirdikleri bakışlarıyla ne anlatmak istediklerini düşünür, onların bu davranışlarına bir anlam veremez, "İnsanoğlu işte, bir anı bir anını tutmuyor, neylersin." diyerek yoluna devam ederdi.

Bir akşam, dingin bir halde, pencereden sokağı izlerken, ansızın "Bu bakışların bir anlamı olmalı" diye bağırdı, yalnızlığıyla konuşur gibi. Sesi, odanın sessizliğini yırtarak duvarlarda yankılandı. Düşüncelerine somutluk kazandıran sesini duyduğunda, tanıyamadı. En son, ne zaman biriyle konuştuğunu bulmaya çalıştı.

Sonra nefesiyle buğulanan cama dönerek, camdaki akse gözlerini dikip yardım ister gibi mırıldandı: "Senin bir düşüncen var mı?

İnsanların bu tavırlarının onu pek etkilediği de söylenemezdi. Kış güneşi misali, görünüp kaybolduklarında onlar hakkındaki düşündükleri de kayboluverirdi. Yalnızken mutluydu, ona dokunmasınlar yeterdi.
Yüzünde unuttuğu gülümsemelerle, hüzünlerle, acılarla dolaşmasının kendisine bir zararı yoktu. Ama bu unutuşlar, başkalarının işine burnunu sokmayı iş edinenlerde merak uyandırıyordu.

Birkaç kez, beklemediği bir yerde, yüzü bir aynanın üzerine düştüğünde, yüzündeki bu yersiz, bilinmedik, eski, uzak zamanların ifadelerini, ifade bile denemeyecek kırıntıları görmüş, çok şaşırmıştı. Bir an sanki birisi yüzünü çalmış, bir şey yüzünü işgal etmiş gibi gelmişti.

İnsan yüzü bir kum havuzu gibi olsaydı, elini üzerinde gezdirdiğinde ufak tefek çıkıntılar düzeliverseydi. Ama değil ki. Ne yapılsa bazı yerleri silinmeden, iliştirilmiş anlamlarla kalabiliyordu. Sırf bu yüzden sabahları aynanın karşına geçer, üzernide unutulmuş, silinmemiş, düzlenmemiş bir duygunun kalıntısı var mı diye yüzünü, giysilerini, saçlarını uzun uzun incelerdi.

İstemese de bir gün hayatında hiç olmadığı kişilerin, yaşamadığı duyguların ifedelerinin taşıyıcısına dönüşeceğinden korkuyordu.

Bu kadar dikkat etmesine rağmen, hayatında hiç olmadığı ve olamayacağı kahramanlara büründüğü, mutlu rüyalarından arta kalan bir tebessümü yada her sabah tek bir bardağa çay koymanın verdiği hüzünlü yüz ifadesini, sokak kapısında kendisini beklerken bulurdu.

Ayaklarına dolaşan sadık bir köpeğin sevgi gösterisine, farkında olmadan başını okşayarak karşılık verir gibi kendisini bekleyen bu yüzlerden birini takınırdı.

İfadelerine sadıktı. Tebessümle selam verdiği, rafları boşalmış bir mahalle bakkalının, ardından savurduğu küfür, onu hüzünlendiremediği gibi çaldıkları şekerleri paylaşan çocukların mutluluğu da onu gülümsetemezdi.

akhillaus'un tüm düzeltmelerini ekleyerek, onun devamına aşağıdaki değişkliklerle, metnin son şekli yukarıda.

1_"kırmızı yüzlü sarhoşların şaraba batırdığı ekmek kırıntılarını martılara attığı" bölümünü çıkardım. Bana biraz arabesk gibi geldi. (aksini düşünen varsa eklenebilir)

2-"Kendine döndüğü, kendini dinlediği zamanlarda ise, suratındaki o yersiz ve anlamsız yüz ifadeleriyle ardında bıraktığı insanların, üzerine çevirdikleri bakışlarıyla ne anlatmak istediklerini düşünür, bu bakışlara bir anlam veremezdi." paragrafını, üst paragrafla “bu bakışlara bir anlam veremezdi.” ifadesi alt paragrafta tekrarlandığı için birleştirdim.

3_Kum havuzu genellemesini, kişinin kendi düşüncesi haline getirmeye çalıştım. Genelleme sanki metnin dilini zedeliyor gibi geldi bana. İki şekliyle de(hem genelleme hem de kişinin düşüncelerinin bir parçası) düşünelim isterseniz.)


Re: Unutkanlık

""
Bazı sabahlar, yüzüme nereden iliştiği belirsiz, eğreti bir gülümsemeyle evden çıkardım. Bir süredir, nedense hep geceleri yağan yağmurun ıslattığı sokaklarda, asık suratlı, kuru, kemikli ve uzun insanların tasmalarını çekiştirdiği, çirkin köpeklerin dolaştığı parklarda, rıhtım kenarlarında ve günlerdir hiçbir trenin geçmediği raylar boyunca, üzerimde unuttuğum o gülümsemeyle dolaşır dururdum.

Başka bir gün de üzerimde başka bir yüz ifadesini unutur, günboyu karşılaştığım tanıdıklar, arkadaşlar, yüzümdeki bu ifadeye bakarak, bana ya daha sevecen, daha yakın davranır ya da eni konu surat asarak görmezden gelirlerdi. Böyle zamanlarda, suratlarındaki o yersiz ve anlamsız yüz ifadeleriyle ardımda bıraktığım insanların, üzerime çevirdikleri bakışlarıyla ne anlatmak istediklerini düşünür, onların bu davranışlarına bir anlam veremez, "insanoğlu işte, bir anı bir anını tutmuyor, neylersin" diyerek yoluna devam ederdim.

Dingin bir akşam, pencereden sokağı izlerken, ansızın "Bu bakışların bir anlamı olmalı" diye bağırdım. Sesim odanın sessizliğini yırtarak duvarlarda yankılandı. Düşüncelerime somutluk kazandıran sesimi duyduğumda, tanıyamadım. En son, ne zaman biriyle konuştuğumu hatırlamaya çalıştım.

Sonra nefesimle buğulanan cama dönerek, camdaki akse gözlerimi dikip yardım ister gibi mırıldandım: "Senin bir düşüncen var mı?

İnsanların bu tavırlarının beni pek etkilediği de söylenemezdi. Kış güneşi misali, görünüp kaybolduklarında onlar hakkındaki düşündüklerim de kayboluverirdi. Yalnızken mutluydum, ona dokunmasınlar yeterdi.
Yüzümde unuttuğum gülümsemelerle, hüzünlerle, acılarla dolaşmamın bana bir zararı yoktu. Ama bu unutuşlarım başkalarının işine burnunu sokmayı iş edinenlerde merak uyandırıyordu.

Birkaç kez, beklemediğim bir yerde, yüzüm bir aynanın üzerine düştüğünde, yüzümdeki bu yersiz, bilinmedik, eski, uzak zamanların ifadelerini, ifade bile denemeyecek kırıntıları görmüş, çok şaşırmıştım. Bir an sanki birisi yüzümü çalmış, bir şey yüzümü işgal etmiş gibi gelmişti.

İnsan yüzü bir kum havuzu gibi olsa. Elini üzerinde gezdirdiğinde ufak tefek çıkıntılar düzeliverse. Ama değil ki. Ne yapsan bazı yerleri silinmeden, iliştirilmiş anlamlarla kalabiliyor. Sırf bu yüzden sabahları aynanın karşına geçip, üzerimde unutulmuş, silinmemiş, düzlenmemiş bir duygunun kalıntısı var mı diye yüzümü, giysilerimi, saçlarımı uzun uzun incelerdim.

İstemesem de bir gün hayatımda hiç olmadığım kişilerin, yaşamadığım duygularının ifedelerinin taşıyıcısına dönüşeceğimden korardım.

Bu kadar dikkat etmeme rağmen, hayatımda hiç olmadığım ve olamayacağım kahramanlara büründüğüm, mutlu rüyalarından arta kalan bir tebessümü ya da her sabah tek bir bardağa çay koymanın verdiği hüzünlü yüz ifadesini, sokak kapısında beni beklerken bulurdum. Ayaklarıma dolaşan sadık bir köpeğin sevgi gösterisine, farkında olmadan başını okşayarak karşılık verir gibi beni bekleyen bu yüzlerden birini takınırdım.

İfadelerime sadıktım. Tebessümle selam verdiğim, rafları boşalmış bir mahalle bakkalının, ardımdan savurduğu küfür, beni hüzünlendiremediği gibi çaldıkları şekerleri paylaşan çocukların mutluluğu da beni gülümsetemezdi.

Buraya kadarki gelişmeyi, "Ben anlatıcı" şekline çevirdim. Birkaç yerde çeviride "eğretilikler" var. Ana eğrilik, adamın unuttuğu, veya bilmediği bir şeyi anlatması. ama yine de denemeye değer diye düşündüm.

İsterseniz bu şeklini okuyup, hangisinin daha sürdürülebilir olduğunu düşünelim. İsterseniz eski yolumuza devam edelim.

aslında bir de "ikinci şahıs, sen" diliyle de denense fena olmaz gibi geliyor bana.


Re: Unutkanlık

Ben diliyle daha akıcılık kazanmış..İyi tespit. Ama dediğiniz gibi, bilmediği, farkında olmadan takındığı bir yüz ifadesini kendi ağzından anlatması eğrilik yaratıyor. Üçüncü bir gözün anlatımı, şu anki yola göre daha doğru. İlerde, olaylar örgüsü içinde ben dilini kullanabiliriz. Sonuçta böyle devam edip gitmeyecek, okunabilir olması için bir öyküsü olmalı diye düşünüyorum.


Re: Unutkanlık

"asıldığı duvarın neminden, sırları dökülmeye yüz tutmuş ahşap çerçeveli aynaya baktı. Demlediği çayın mutfakta dolaşan kokusundan arta kalan tebessümü, çekip almak ister gibi elini dudaklarında ve çenesinde gezdirdi. İşte, anlamsız ve ifadesiz bir yüz. Çıkabilir artık.

Ev sahibinin irili ufaklı taşlardan yaptığı, bahçe içindeki patikadan sokak kapısına doğru yürüdü. Bahçe duvarına meydan okuyan çınar ağacından salınarak düşen, kurumuş yaprakların ayakları altında çıkardığı sesi duydu. Kapıda bekleyen hüzünlü bir ifadeyi farkında olmadan yanına alarak, kapıyı sertçe kapadı.

Camları siyah bir bankanın önünden geçerken gördü yüzündeki hüznü. Ne çöpten ekmek toplayan bir çocuğa fırıncının sıcak ekmek verdiğini görmek, nede uzun zamandır konuşmaya cesaret edemediği kadınla aynı köşede karşılaşıvermek bu yüz ifadesini değiştirememişti."


Re: Unutkanlık

""
Bazı sabahlar, yüzüne nereden iliştiği belirsiz, eğreti bir gülümsemeyle evden çıkardı. Bir süredir, nedense hep geceleri yağan yağmurun ıslattığı sokaklarda, asık suratlı, kuru, kemikli ve uzun insanların tasmalarını çekiştirdiği, çirkin köpeklerin dolaştığı parklarda, rıhtım kenarlarında ve günlerdir hiçbir trenin geçmediği raylar boyunca, üzerinde unuttuğu o gülümsemeyle dolaşır dururdu.

Başka bir gün de üzerinde başka bir yüz ifadesini unutur, günboyu karşılaştığı tanıdıkları, arkadaşları, yüzündeki bu ifadeye bakarak, ona ya daha sevecen, daha yakın davranır ya da eni konu surat asarak görmezden gelirlerdi. Böyle zamanlarda, suratındaki o yersiz ve anlamsız yüz ifadeleriyle ardında bıraktığı insanların, üzerine çevirdikleri bakışlarıyla ne anlatmak istediklerini düşünür, onların bu davranışlarına bir anlam veremez, "İnsanoğlu işte, bir anı bir anını tutmuyor, neylersin." diyerek yoluna devam ederdi.

Bir akşam, dingin bir halde, pencereden sokağı izlerken, ansızın "Bu bakışların bir anlamı olmalı" diye bağırdı, yalnızlığıyla konuşur gibi. Sesi, odanın sessizliğini yırtarak duvarlarda yankılandı. Düşüncelerine somutluk kazandıran sesini duyduğunda, tanıyamadı. En son, ne zaman biriyle konuştuğunu bulmaya çalıştı.

Sonra nefesiyle buğulanan cama dönerek, camdaki akse gözlerini dikip yardım ister gibi mırıldandı: "Senin bir düşüncen var mı?

İnsanların bu tavırlarının onu pek etkilediği de söylenemezdi. Kış güneşi misali, görünüp kaybolduklarında onlar hakkındaki düşündükleri de kayboluverirdi. Yalnızken mutluydu, ona dokunmasınlar yeterdi.

Yüzünde unuttuğu gülümsemelerle, hüzünlerle, acılarla dolaşmasının kendisine bir zararı yoktu. Ama bu unutuşlar, başkalarının işine burnunu sokmayı iş edinenlerde merak uyandırıyordu.

Birkaç kez, beklemediği bir yerde, yüzü bir aynanın üzerine düştüğünde, yüzündeki bu yersiz, bilinmedik, eski, uzak zamanların ifadelerini, ifade bile denemeyecek kırıntıları görmüş, çok şaşırmıştı. Bir an sanki birisi yüzünü çalmış, bir şey yüzünü işgal etmiş gibi gelmişti.

İnsan yüzü bir kum havuzu gibi olsaydı, elini üzerinde gezdirdiğinde ufak tefek çıkıntılar düzeliverseydi. Ama değil ki. Ne yapılsa bazı yerleri silinmeden, iliştirilmiş anlamlarla kalabiliyordu. Sırf bu yüzden sabahları aynanın karşına geçer, üzernide unutulmuş, silinmemiş, düzlenmemiş bir duygunun kalıntısı var mı diye yüzünü, giysilerini, saçlarını uzun uzun incelerdi.

İstemese de bir gün hayatında hiç olmadığı kişilerin, yaşamadığı duyguların ifedelerinin taşıyıcısına dönüşeceğinden korkuyordu.

Bu kadar dikkat etmesine rağmen, hayatında hiç olmadığı ve olamayacağı kahramanlara büründüğü, mutlu rüyalarından arta kalan bir tebessümü yada her sabah tek bir bardağa çay koymanın verdiği hüzünlü yüz ifadesini, sokak kapısında kendisini beklerken bulurdu.

Ayaklarına dolaşan sadık bir köpeğin sevgi gösterisine, farkında olmadan başını okşayarak karşılık verir gibi kendisini bekleyen bu yüzlerden birini takınırdı.

İfadelerine sadıktı. Tebessümle selam verdiği, rafları boşalmış bir mahalle bakkalının, ardından savurduğu küfür, onu hüzünlendiremediği gibi çaldıkları şekerleri paylaşan çocukların mutluluğu da onu gülümsetemezdi.

Asıldığı duvarın neminden, sırları dökülmeye yüz tutmuş ahşap çerçeveli aynaya baktı. Demlediği çayın mutfakta dolaşan kokusundan arta kalan tebessümü, çekip almak ister gibi elini dudaklarında ve çenesinde gezdirdi. İşte, anlamsız ve ifadesiz bir yüz. Çıkabilir artık.

Ev sahibinin irili ufaklı taşlardan yaptığı, bahçe içindeki patikadan sokak kapısına doğru yürüdü. Bahçe duvarına meydan okuyan çınar ağacından salınarak düşen, kurumuş yaprakların ayakları altında çıkardığı sesi duydu. Kapıda bekleyen hüzünlü bir ifadeyi farkında olmadan yanına alarak, kapıyı sertçe kapadı.

Camları siyah bir bankanın önünden geçerken gördü yüzündeki hüznü. Ne çöpten ekmek toplayan bir çocuğa fırıncının sıcak ekmek verdiğini görmek, nede uzun zamandır konuşmaya cesaret edemediği kadınla aynı köşede karşılaşıvermek bu yüz ifadesini değiştirememişti.


Re: Unutkanlık

"Ben" be "tanrı anlatıcı" türünün karışımı olarak nasıl düzenlenebilir?

2. şahıs anlatımında daha farklı olur mu?


Re: Unutkanlık

2. şahıs anlatım, karşındaki kişiyle konuşuyormuş izlenimi doğuruyor. Tepeden bakışı yere indirip yanı başından bakışa çeviriyor. Buda okunurken "karşısındaki de bir şeyler söylesin artık" izlenimi doğuruyor. Ayrıca, yargısal bir bakış açısı kazandırdığı için okuyana hüküm verme fırsatı vermiyor.

İyi yanı ise, "ben" diline geçmeyi kolaylaştırması.

"Ben" ve "tanrı anlatıcı" türünün karışımı olarak nasıl düzenlenebilir?

Bunu şuan bende bilmiyorum. Zamanla belki?


Re: Unutkanlık

Ben ve tanrı-anlatıcının karışımı dile hakim olacaksa sanırım metne iç-monologların daha fazla sokulması gerekecek. Bu sebeple, öncelikle karakter bir mekâna oturtulmalı.

Bu elbette post-modernist anlatılara göz kırpar niteliğe büründür metni ki bence, karakterin kendi iç tahliline döndüğü bir metin için ben ve tanrı-anlatıcının karışımı anlatımı kuvvetli kılmak ve aktarılmak isteneni gereğince verebilmek için çok güzel.

Benim görüşlerim bunlar.


Re: Unutkanlık

Bilgisayarımda sorun var ne yazık. Bu akşam ve yarın bu güzel çalışmaya ortak olamayabilirim. Kısa anlı çalıştırabiliyorum. Sonrası kaos.


Re: Unutkanlık

Bazı sabahlar, yüzüne nereden iliştiği belirsiz, eğreti bir gülümsemeyle evden çıkardı. Bir süredir, nedense hep geceleri yağan yağmurun ıslattığı sokaklarda, asık suratlı, kuru, kemikli ve uzun insanların tasmalarını çekiştirdiği, çirkin köpeklerin dolaştığı parklarda, rıhtım kenarlarında ve günlerdir hiçbir trenin geçmediği raylar boyunca, üzerinde unuttuğu o gülümsemeyle dolaşır dururdu.

[O sabah hiç yoktan, içimde nedenini bilmediğim bir sevinçle evden çıktım. Her günkü zamanda kalkmıştım. Pencereden baktım, sokakta su birikintileri vardı. Saçaklardan kesilmiş yağmurun sona kalmış damlaları dökülüyordu. Sıkıntılı, kasvetli bir gün olacaktı. Bir süredir geceleri yağıyordu. Yüzümü yıkadım. Birkaç bozuklukla yarım paket sigarayı cebime tıkıştırdım. Dış kapıya yürüdüm. Nereden geldiyse, kapının eşiğinde, uzun bir çekecekle, şekli bozulmuş ayakkabılarımı giymeye çalışırken ışıyıverdi içimde o duygu. Bir an duraladım. Bir şey mi olmuştu, bir şey mi gelmişti aklıma? Servis durağına doğru gideceğim yerde, tam tersi tarafa dönüp yürüdüm.Yağmurun ıslattığı sokaklarda, insanlar işe gidiyor, dükkanlarının kepenklerini açıyor, emekliler uzun tüylü, sevimli köpeklerini dolaştırıyorlardı parklarda. Rıhtım kenarlarında, istasyon taraflarında raylar boyunca, bu nedensiz duyguyla dolaştım durdum. Yürüdükçe içimdeki sevinç kırıntısı büyüdü, yayıldı. Halbuki bulutlu, kasvetli havalar, yağmurun yağışı, kasabanın ıssız, kenar yerleri, rıhtımlar, tren istasyonları bana hep hüzün ve sıkınıtı verirlerdi.]

Başka bir gün de üzerinde başka bir yüz ifadesini unutur, günboyu karşılaştığı tanıdıkları, arkadaşları, yüzündeki bu ifadeye bakarak, ona ya daha sevecen, daha yakın davranır ya da eni konu surat asarak görmezden gelirlerdi. Böyle zamanlarda, suratındaki o yersiz ve anlamsız yüz ifadeleriyle ardında bıraktığı insanların, üzerine çevirdikleri bakışlarıyla ne anlatmak istediklerini düşünür, onların bu davranışlarına bir anlam veremez, "İnsanoğlu işte, bir anı bir anını tutmuyor, neylersin." diyerek yoluna devam ederdi.

[İnsanlar ne kadar karmaşık, anlaşılmaz. Ben işe bir gün gidemedim diye maaş katı cezası alıyorum, tanıdık, tanımadıklarda tuhaf yüzler, davranışlar. Gidemedim işte. Ne yapayım. Kırk derece ateşte olanı hasta kabul ediyoruz da, beni etmeyecek misiniz? Hastaydım o gün. Garip bir hastalık. Nedir bilsem. İnsanı güçsüz bırakıp, ateşler içerisinde yatırana hastalık diyorsunuz da, benim gibi hayatı boyunca içinde bir damla mutluluk, sevgi, sevinç kırıntısı dolaşmamış birisinin balon gibi sevgiyle, sevinçle, mutlulukla şişmesini neden hastalık kabul etmiyorsunuz?]

Bir akşam, dingin bir halde, pencereden sokağı izlerken, ansızın "Bu bakışların bir anlamı olmalı" diye bağırdı, yalnızlığıyla konuşur gibi. Sesi, odanın sessizliğini yırtarak duvarlarda yankılandı. Düşüncelerine somutluk kazandıran sesini duyduğunda, tanıyamadı. En son, ne zaman biriyle konuştuğunu bulmaya çalıştı. Sonra nefesiyle buğulanan cama dönerek, camdaki akse gözlerini dikip yardım ister gibi mırıldandı: "Senin bir düşüncen var mı?

İnsanların bu tavırlarının onu pek etkilediği de söylenemezdi. Kış güneşi misali, görünüp kaybolduklarında onlar hakkındaki düşündükleri de kayboluverirdi. Yalnızken mutluydu, ona dokunmasınlar yeterdi.

Yüzünde unuttuğu gülümsemelerle, hüzünlerle, acılarla dolaşmasının kendisine bir zararı yoktu. Ama bu unutuşlar, başkalarının işine burnunu sokmayı iş edinenlerde merak uyandırıyordu.

Birkaç kez, beklemediği bir yerde, yüzü bir aynanın üzerine düştüğünde, yüzündeki bu yersiz, bilinmedik, eski, uzak zamanların ifadelerini, ifade bile denemeyecek kırıntıları görmüş, çok şaşırmıştı. Bir an sanki birisi yüzünü çalmış, bir şey yüzünü işgal etmiş gibi gelmişti.

İnsan yüzü bir kum havuzu gibi olsaydı, elini üzerinde gezdirdiğinde ufak tefek çıkıntılar düzeliverseydi. Ama değil ki. Ne yapılsa bazı yerleri silinmeden, iliştirilmiş anlamlarla kalabiliyordu. Sırf bu yüzden sabahları aynanın karşına geçer, üzernide unutulmuş, silinmemiş, düzlenmemiş bir duygunun kalıntısı var mı diye yüzünü, giysilerini, saçlarını uzun uzun incelerdi.

İstemese de bir gün hayatında hiç olmadığı kişilerin, yaşamadığı duyguların ifedelerinin taşıyıcısına dönüşeceğinden korkuyordu.

Bu kadar dikkat etmesine rağmen, hayatında hiç olmadığı ve olamayacağı kahramanlara büründüğü, mutlu rüyalarından arta kalan bir tebessümü yada her sabah tek bir bardağa çay koymanın verdiği hüzünlü yüz ifadesini, sokak kapısında kendisini beklerken bulurdu.

Ayaklarına dolaşan sadık bir köpeğin sevgi gösterisine, farkında olmadan başını okşayarak karşılık verir gibi kendisini bekleyen bu yüzlerden birini takınırdı.

İfadelerine sadıktı. Tebessümle selam verdiği, rafları boşalmış bir mahalle bakkalının, ardından savurduğu küfür, onu hüzünlendiremediği gibi çaldıkları şekerleri paylaşan çocukların mutluluğu da onu gülümsetemezdi.

Asıldığı duvarın neminden, sırları dökülmeye yüz tutmuş ahşap çerçeveli aynaya baktı. Demlediği çayın mutfakta dolaşan kokusundan arta kalan tebessümü, çekip almak ister gibi elini dudaklarında ve çenesinde gezdirdi. İşte, anlamsız ve ifadesiz bir yüz. Çıkabilir artık.

Ev sahibinin irili ufaklı taşlardan yaptığı, bahçe içindeki patikadan sokak kapısına doğru yürüdü. Bahçe duvarına meydan okuyan çınar ağacından salınarak düşen, kurumuş yaprakların ayakları altında çıkardığı sesi duydu. Kapıda bekleyen hüzünlü bir ifadeyi farkında olmadan yanına alarak, kapıyı sertçe kapadı.

Camları siyah bir bankanın önünden geçerken gördü yüzündeki hüznü. Ne çöpten ekmek toplayan bir çocuğa fırıncının sıcak ekmek verdiğini görmek, nede uzun zamandır konuşmaya cesaret edemediği kadınla aynı köşede karşılaşıvermek bu yüz ifadesini değiştirememişti.


Re: Unutkanlık

Rendekar'ın önerisini denesek, iç-monolog eklemayi denesek?

Ben baştan iki parça eklemeyi denedim. Altlarda iç-monoloğa çevrildiğinde sorun yaratmayacak bölümler zaman ve sıfatlar çevrilerek uyarlanabilir.

Eklemeleri üstteki metne koyu şeklide belirtirsek sanırım değişikliklerin takibini daha kolay yapabiliriz.


Re: Unutkanlık

Mehmet Sürücü'nün metnini okudum. Çok güzel bir metin olmuş.

Ancak bana göre başka bir biçim denenmeli çünkü Mehmet Sürücü'nün metninde tanrı-anlatıcı ve birinci tekil şahıs anlatımı keskin çizgilerle bölünmüş. Bence daha fazla iç içe geçmeli. Paragraflar birbirine girmeli. Bu bir öneri elbet, daha güzel olmaz mı sizce de?

Alıntıladığım şu bölüm, metnin başından o kadınla karşılaşmasına kadar hakim olsa? Öteki paragraflar ise -ki daha çok iç-sorgulama üzerine kurulduğu belli olan paragraflar bunlar- bu üç paragrafın içine serpiştirilse, belki çağrışımların gücü arttırılsa. Böylece, kadınla karşılaşmasını bir düşün içinden çıkmış bir karakterin gözüyle görebiliriz.

""
Asıldığı duvarın neminden, sırları dökülmeye yüz tutmuş ahşap çerçeveli aynaya baktı. Demlediği çayın mutfakta dolaşan kokusundan arta kalan tebessümü, çekip almak ister gibi elini dudaklarında ve çenesinde gezdirdi. İşte, anlamsız ve ifadesiz bir yüz. Çıkabilir artık.

Ev sahibinin irili ufaklı taşlardan yaptığı, bahçe içindeki patikadan sokak kapısına doğru yürüdü. Bahçe duvarına meydan okuyan çınar ağacından salınarak düşen, kurumuş yaprakların ayakları altında çıkardığı sesi duydu. Kapıda bekleyen hüzünlü bir ifadeyi farkında olmadan yanına alarak, kapıyı sertçe kapadı.

Camları siyah bir bankanın önünden geçerken gördü yüzündeki hüznü. Ne çöpten ekmek toplayan bir çocuğa fırıncının sıcak ekmek verdiğini görmek, nede uzun zamandır konuşmaya cesaret edemediği kadınla aynı köşede karşılaşıvermek bu yüz ifadesini değiştirememişti.


Re: Unutkanlık

Bununla birlikte, karakterin ne denli kendi içine döndüğünü de hesaba katmamız gerek. Açıkçası ben, eğer iç-monolog'la okura hissettirilecek bir karaktere dönüştürülürse metin, sözgelimi "...rafları boşalmış bir mahalle bakkalının, ardından savurduğu küfür" gibi bir kısmın gerçek-dışı olacağını düşünüyorum. Çünkü bu, karakterin gereğinden çok gözlem yaptığına bir kanıt olabilir ki çelişkili bir durum gibi göründü gözümde.


Re: Unutkanlık

""
Ancak bana göre başka bir biçim denenmeli çünkü Mehmet Sürücü'nün metninde tanrı-anlatıcı ve birinci tekil şahıs anlatımı keskin çizgilerle bölünmüş. Bence daha fazla iç içe geçmeli.

Baştan itibaren önerdiğiniz şekle uygun hale getirecek bir örnek yapabilir misiniz?

Dediğinize katılıyorum. En azından iç içe geçen bir anlatımı deneyelim. tabi burada çok şey değişecek. Ama madem yazdıklarımız duraklayıp, bir anlatma biçimi arayışına dönüştü, bunu da çalışalım. Ben denemekte yarar görüyorum.

Ben önerdiğiniz şekilde bir çalışma yapmayı deneyeceğim. Ama çalışmam uzun sürmeyebilir. Malum bilgisayarım her an "pes" diyebilir.

Öneriniz için teşekkürler.


Re: Unutkanlık

Çok kısa bir zaman zarfında ufak ama sanırım yetersiz bir örneğe dönüştürdüm metnin bir kısmını. Bunun üzerinde, biraz biçem konusunda tartışıp kafa yoralım. Hangi yolun karakteri anlatmada daha iyi olduğuna karar verip öyle devam edelim çalışmamıza.

""
Sigara mı içmişim ben gene? Sigarasını küllüğe bastırdı, gerindi. Bir ağırlık çökmüştü üstüne; bitkindi, şakaklarına bir sancı saplanmıştı. Yataktan çıktı. Bir hırka attı sırtına; ağır aksak koridora çıkıp tuvalete girdi. Saat dokuzdu. Bugün de işe geç kalacaktı. Gitmesem? Bir gün daha izin versem kendime? Ceza keseceklerse kessinler, umrumda değil.

Hâlbuki dün, her gün kalktığım saatte kalkmış; gözlerimi dışarı dikerek sigara içmiştim. Su birikintileri vardı sokakta. Sıkıntılı, kasvetli bir gün olacaktı. Yüzüme su çarptım. Birkaç bozuklukla yarım paket sigarayı cebime tıkıştırdım. Nereden geldiyse, kapının eşiğinde, uzun bir çekecekle şekli bozulmuş ayakkabılarımı giymeye çalışırken ışıyıverdi içimde o duygu. Bir an duraladım. Oyuna gelmeyelim yeniden. Bir şey mi oldu, bir şey mi geldi aklıma? Beyefendi, pardon. Nedir bu yüzünüzün hâli? Sokağa böyle çıkmaya utanmıyor musunuz? Yok, utanmıyorum.

Hem neden utanacakmışım? Mutfağa girdi. Dün olması gerekirdi bu sıkıntının, şimdi değil. Çay koyup sofrayı hazırladı. Odasına gidip üstünü değiştirmeye başladı. Servis durağına doğru gideceğim yerde, tam tersi tarafa dönüp yürümüştüm. Bugün de mi öyle olacak? Evet. Yağmurun ıslattığı sokaklarda, insanlar işe gidiyor, dükkanlarının kepenklerini açıyor, emekliler uzun tüylü, sevimli köpeklerini dolaştırıyorlardı parklarda. Rıhtım kenarlarında, istasyon taraflarında raylar boyunca, bu nedensiz duyguyla dolaştım durdum. Yürüdükçe içimdeki sevinç kırıntısı büyüdü, yayıldı. Hâlbuki bulutlu, kasvetli havalar, yağmurun yağışı, kasabanın ıssız, kenar yerleri, rıhtımlar, tren istasyonları bana hep hüzün ve sıkıntı verirdi.

İnsanlar ne kadar karmaşık, anlaşılmaz. Ben, işe bir gün gidemedim diye maaş katı cezası alıyorum; tanıdık, tanımadıklarda tuhaf yüzler, davranışlar. Gidemedim işte. Bugün de gidemeyeceğim. Ne yapayım? Kırk derece ateşte olanı hasta kabul ediyoruz da, beni etmeyecek miyiz? Hastaydım o gün. Bugün de hastayım. Garip bir hastalık. Nedir bilsem. İnsanı güçsüz bırakıp, ateşler içerisinde yatırana hastalık diyorsunuz da, benim gibi hayatı boyunca içinde bir damla mutluluk, sevgi, sevinç kırıntısı dolaşmamış birisinin balon gibi sevgiyle, sevinçle, mutlulukla şişmesini neden hastalık kabul etmiyorsunuz? Bugün de o balon patladı, beyefendi. Dün suratınıza bakıp gülmüştüm. Bugün suratınıza bakıp ağlayacağım. Var mı bir itirazınız?

Asıldığı duvarın neminden, sırları dökülmeye yüz tutmuş ahşap çerçeveli aynaya baktı. Demlediği çayın mutfakta dolaşan kokusundan arta kalan tebessümü, çekip almak ister gibi elini dudaklarında ve çenesinde gezdirdi. İşte, anlamsız ve ifadesiz bir yüz. Çıkayım artık.


Re: Unutkanlık

""
Bunun üzerinde, biraz biçem konusunda tartışıp kafa yoralım.

İç monolog ve tanrı anlatıcı biraz daha incelikle çalıılırsa, daha iyi olacak gibi duruyor.

Bunun yanında bir şeylere karar vermek gerkmiyor mu?

Mesela bu duygulara bir neden?
Bahar gelmiş-geliyor olabilir, kahramanımız o kadar işiyle, (ne bileyim, bir evrak memurudur, bir bankada kayıt, arşiv görevlisidir) o kadar meşguldür ki, dünyayı görmüyordur. Sonra bir sabah hastalanır.

Ne düşünüyorsunuz?


Re: Unutkanlık

Rendekar'ın çalışması üzerinde biraz da ben çalıştım.(Suyunun suyuna doğru mu gidiyorum bilmem)

""
Sigarasını küllüğe bastırdı, gerindi. Bir ağırlık çökmüştü üzerine; bitkindi, şakaklarına bir sancı saplanmıştı. Yataktan çıktı. Bir hırka aldı sırtına. Ağır aksak, koridora çıkıp tuvalete girdi. Saat kaç? Bugün de işe geç kalacaktı. Saat dokuzdu. Gitmesem dünkü gibi? Bir gün daha izin versem kendime? Maaşımı keseceklerse kessinler, umrumda değil.

Dün de her gün kalktığı saatte kalkmış; gözlerimi dışarı dikerek sigara içmiştim. Su birikintileri vardı sokakta. Sıkıntılı, kasvetli bir gün olacaktı, havadan belliydi. Yüzüme su çarptım. Birkaç bozuklukla yarım paket sigarayı cebime tıkıştırdım. Nereden geldiyse, kapının eşiğinde, her günkü uzun bir çekecekle şekli bozulmuş ayakkabılarımı giymeye çalışırken ışıyıverdi içimde o duygu. Bir an duraladım. Oyuna gelmeyelim yeniden. Bir şey mi oldu, bir şey mi geldi aklıma? Beyefendi, pardon. Nedir bu yüzünüzün hâli? Sokağa böyle çıkmaya utanmıyor musunuz? Yok, utanmıyorum. Hem neden utanacakmışım?

Mutfağa girdi. Dün olması gerekirdi bu sıkıntının, şimdi değil. Çay koyup sofrayı hazırladı. Odasına gidip üstünü değiştirmeye başladı. Ne kadar tuhaftı dün her şey. Servis durağına doğru gideceği yerde, tam tersi tarafa dönüp yürümüştü. Yağmurun ıslattığı sokaklarda, insanlar işe gidiyordu. Dükkan sahipleri kepenklerini açıyor, parkta emekliler uzun tüylü, sevimli köpeklerini dolaştırıyorlardı. Rıhtım kenarlarında, istasyon taraflarında raylar boyunca, bu nedensiz duyguyla dolaştım durdum. Yürüdükçe içimdeki sevinç kırıntısı büyüdü, yayıldı. Hâlbuki bulutlu, kasvetli havalar, yağmurun yağışı, kasabanın ıssız, kenar yerleri, rıhtımlar, tren istasyonları bana hep hüzün ve sıkıntı verirdi. Bugün de mi öyle olacak? Evet.

İnsanlar ne kadar karmaşık, anlaşılmaz. Ben, işe bir gün gidemedim diye maaş katı cezası alıyorum; tanıdık, tanımadıklarda tuhaf yüzler, davranışlar. Gidemedim işte. Bugün de gidemeyeceğim. Ne yapayım? Kırk derece ateşte olanı hasta kabul ediyoruz da, beni etmeyecek miyiz? Hastaydım o gün. Bugün de hastayım. Garip bir hastalık. Nedir bilsem. İnsanı güçsüz bırakıp, ateşler içerisinde yatırana hastalık diyorsunuz da, benim gibi hayatı boyunca içinde bir damla mutluluk, sevgi, sevinç kırıntısı dolaşmamış birisinin balon gibi sevgiyle, sevinçle, mutlulukla şişmesini neden hastalık kabul etmiyorsunuz? Bugün de o balon patladı, beyefendi. Dün suratınıza bakıp gülmüştüm. Bugün suratınıza bakıp ağlayacağım. Var mı bir itirazınız?

Asıldığı duvarın neminden, sırları dökülmeye yüz tutmuş ahşap çerçeveli aynaya baktı. Demlediği çayın mutfakta dolaşan kokusundan arta kalan tebessümü, çekip almak ister gibi elini dudaklarında ve çenesinde gezdirdi. İşte, anlamsız ve ifadesiz bir yüz. Çıkayım artık.


Re: Unutkanlık

Açıkçası, bence bu sebep bir çeşit 'itici güç' olabilir. Şu ana değin kurulan metinler, biraz daha güçlü bir sebebin varlığını hissettirdi bana.

""
...ne de uzun zamandır konuşmaya cesaret edemediği kadınla aynı köşede karşılaşıvermek bu yüz ifadesini değiştirememişti.

Bu cümledeki kadın kimdir? Karakter için nasıl bir öneme sahip?


Re: Unutkanlık

Değişimi bir kadına-(kahraman kadınsa)erkeğe bağlamak ilk akla gelecek nedenlerden birisi değil mi? daha sıradan ama farklı veya daha farklı bir neden düşünsek?

Bu neden bilinmeyen bir şey de olabilir.


Re: Unutkanlık

""
Bu neden bilinmeyen bir şey de olabilir.

Belki de metni bu sebebin ne olduğu üzerine bir arayış üzerine kurabiliriz. Böylece bu tebessüm, daha önce bahsettiğimiz gibi bir dışavurum aracı olarak karakterin geçmişini veya bugününü sorgulaması için bir çeşit anahtar vazifesi görebilir.


Re: Unutkanlık

""
Belki de metni bu sebebin ne olduğu üzerine bir arayış üzerine kurabiliriz. Böylece bu tebessüm, daha önce bahsettiğimiz gibi bir dışavurum aracı olarak karakterin geçmişini veya bugününü sorgulaması için bir çeşit anahtar vazifesi görebilir.

Bir yazarak katılanımız da akhillaus'tu. Onun bu konuda bir önerisi veya düşüncesi var mı?


Re: Unutkanlık

Kesinlikle; akhillaus'un katkısı çok bu metne.

Bununla birlikte, merak ettiğim bir husus var. Sanırım (şu ana değin metne katkı verenler olarak) üçümüzün metne bakışı biraz farklı.

Ben, kendi bakış açımla, ilk baştan itibaren metinde varoluşçu nüanslar gördüğümü söylemeliyim. Tıpkı Sartre'ın Bulantı'daki karakteri Roquentin'in yaşadığı tiksinme hissi gibi bu karakter de (henüz derinleştiremediğimiz bir sebeple) yüzüne bir tebessüm asıyor ve insanların bu tebessüme verdiği tepkilere karşı kendi içinde bir mekanizma geliştiriyor.

İşin özü, ben mi yanlış bakıyorum metne bilemiyorum ama benim algıladığım bu. Eğer başka bir noktadan hareket edeceksek metni daha farklı bir yapıya büründürmemiz gerekecek.


Re: Unutkanlık

"varoluşçu nüans" kısmı benim de yakalamak-sürdürmek istediğim bir düzlem.

"yüzüne bir tebessüm asıyor" kısmında ise farklı algılıyorum ben;

Bir yüz ifadesi, (bir bedensel işaret-anlam da olabilir)bu kişinin üzerine, tabir yerindeyse, kapının eşiğinde üzerine bir pire gibi atlıyor. Ve adam (belki en azından başlarda)bunun farkında değil. (Bir şekliyle de sabahtan akşama kadar bimbir yüz ve beden ifadelerini üzerimizde, istemeden veya farkında olmadan taşıyoruz.) insanlar bizi içimizden geçene göre değil, bunlara göre yargılıyorlar.


Re: Unutkanlık

""
...insanlar bizi içimizden geçene göre değil, bunlara göre yargılıyorlar.

Pekâlâ, anladım. Aslında "Yüzüne bir tebessüm asılıyor." demek daha doğru olacaktır bu durumda. O hâlde, dediğiniz gibi bu tebessümün 'kapının eşiğinde, kişinin üzerine bir pire gibi atlaması' üzerine hareket edilebilir, çok doğru, dediklerinize katılıyorum.

Sonuç olarak, şöyle bir noktaya varıyoruz: daha önce de bahsi geçtiği gibi sözgelimi bir arşiv memuru gibi, kendini ifade etmekte zorlanacağı, monoton bir işte çalışan karakter, bir sabah ansızın bu "durumun" içinde buluyor kendini.

Böylece, hem çevresine hem kendine olan bakışı değişip dünyayı farklı bir biçimde sorgulamaya başlıyor. Ancak bu durumun bir çeşit "karşılığı" da var. Bu da çevresindeki insanlara olan bakışının değişmesi ile birlikte çevresindeki insanların da ona olan bakışının değişmesi. Bu da insanın farkındalığı üzerine bir noktaya götürür bizi.

Bu noktadan hareket edip çatıyı kurabiliriz. Peki size bir soru, bilinç faktörünü veya bilinç-dışı kavramını metne sokmak konusunda bir fikriniz var mı? Çünkü ben, böyle bir nedenin de başka bir nedenden kaynaklanacağını düşünmekteyim.


Re: Unutkanlık

""
Peki size bir soru, bilinç faktörünü veya bilinç-dışı kavramını metne sokmak konusunda bir fikriniz var mı? Çünkü ben, böyle bir nedenin de başka bir nedenden kaynaklanacağını düşünmekteyim.

burada "pire" benzetmesine ne yüklediğimi belirtirsem belki bu "bilinç" kavramına yanıt vermiş olurum. Veya bundan (doğru yanlış) ne anladıysam ona.

pire dünyayı, bir ağacı, kuşu, yağmur damlasını fark etmek, sıradan bir yaşamın- hayatın ötesine geçen günlük tanıklıklar. bunu politik veya felsefi bir fark etme olarak düşünmüyorum. daha naif, "salı pazarı" bir kenardan, beklemediği bir anda yaşama iteklenme.


Re: Unutkanlık

Anladım. Ben, pireyi biraz daha politik değil ama felsefi bir noktada ele almıştım. Pekala, sanırım demek istediğinizi şimdi anladım.

O halde, metni bilinç-akışına boğmak gereksiz sanırım; ara ara verilecek iç-monologlar, -doğru bir tabir olur mu bilmem ama- parantez içi anlatımlar da bu işlevi görür. Çünkü öteki türlü metni gereğinden fazla karmaşıklaştırırız ki anlatılmak istenen naifliği örter bu.

Ben, bu tebessümü, dediğim gibi, daha farklı bir noktada algıladım.

Peki, yaşama iteklenme söz konusu ise anlatımı da biraz "yaşama itekleyelim" o zaman?


Re: Unutkanlık

""
O halde, metni bilinç-akışına boğmak gereksiz sanırım; ara ara verilecek iç-monologlar, -doğru bir tabir olur mu bilmem ama- parantez içi anlatımlar da bu işlevi görür. Çünkü öteki türlü metni gereğinden fazla karmaşıklaştırırız ki anlatılmak istenen naifliği örter bu.

Öneriniz bence uygun. Bir süre metnin üzerinde düşünüp, devanına nasıl "duhul" edebiliriz, bunu düşünelim isterseniz. Ben herkesin bir süre kendince bir şeyler karalamasını öneriyorum. Çünkü son şekliyle metnin tümünü gözden geçirmek gerektiğini, ona göre devam edilebileceğini düşünüyorum.