UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Turuncu Palto

14 Eki 2010
Mehmet Sürücü

Güneşli bir sonbahar günü. Her cumartesi olduğu gibi, pazara gidilecek. Çantaları bisikletin selesine bağladım. Hanım minibüsle gelecek. Daha sessiz, sakin, kalabalık olmayacağını düşündüğüm ara yollardan pazaryerine doğru pedal çevirdim.

Geniş pazar yeri kapısından içeri girdim. Sonbahara hazırlanan çınar ağacının altındaki sarımsı, yeşilimsi yaprakların üzerinden geçip, duvarın dibinde, girişi görebileceğim bir yerde, beklemeye başladım. Esen rüzgârdan kaçıp kuytu yer arayan bir kelebek, bisikletimin selesine kondu. Biraz yakınından koşarak geçen bir çocuktan ürküp, çınarın üst dallarına doğru havalanıp, kayboldu gitti. Pazar yerinin alışıldık görüntüleri. Satıcıların bağırışları, dalgalanan kalabalık, yürümenin bir sorun olduğu daracık tüneller.

Hanım az sonra geldi. Her zamanki alışkanlıkla çantaları seleden almak istedi. Düğümü sıkışan iple bir süre uğraştı. Yüzünde ince bir sıkıntı dalgası gezindi. İpi çözdüm. Uzattığım çantaları koltuğunun altına sıkıştırıp, belli belirsiz bir tebessümle kalabalığa karıştı. Saatime baktım. Onbeş dakika sonra, karşılıklı pazar sergilerinin sıralandığı, üçüncü yolun sonundan, balıkçıların başlangıcında ilk çantayı alacaktım.

Bisikleti kimseye engel olmasın diye duvarın dibine iyice yanaştırdım. Kenarındaki bir meyve kasasının üzerine ilişip, geçenleri izlemeye başladım. Kadınlı, erkekli, büyüklü, küçüklü bir sürü insan. Dalgın, yüzünden ne düşündüğü anlaşılamayan, gülerek yanındaki eşine, çocuğuna, arkadaşına bir şeyler anlatan, susan, ellerinde domates, salatalık, biber, patlıcan, patates poşetleriyle pazaryerinden çıkanların yanından, pazarın derinliklerinde yitip giden insanlar… Küçük zabıta kulübesinde, nikotinden sararmış parmaklarının arasında yarım bir sigara ve çay bardağı tutan, gözleri boşluğa bakan zabıta memurundan, sımsıkı kravatını alışkanlıkla çekiştiren, gözlerini olduğundan çok çok büyük gösteren, kim bilir hangi devlet dairesinde, kaç yıllık memur olabileceğini düşündüğüm, gözlüklü adama kayıyor gözlerim. Tahta tezgâhın dibinde satıcı, bir yandan müşterilere bir şeyler söylerken, bir yandan da gazetenin üzerindeki bir parça ekmek ve peyniri, yarım domates, bir salkım üzümle yemeye çalışıyor.

Gözüm, pazarın kapısından giren turuncu paltolu, saçları kazınmış bir adama ilişti. Yolun üzerinde, işaret parmağı yukarıyı, gökyüzünün belirsiz bir yerini gösteren, çenesi öne çıkık, kısılmış gözlerinde nereden, neden geldiği belirsiz yarım bir gülümsemeyle, kendi kendine, bazen de yukarılardaki hayali birilerine, bir şeyler söylüyordu adam.

Yoldaki insanların, onu görünce, gözlerinde bir korku pırıltısı, adımlarında bir hızlanma beliriyor, telaşla yana doğru çekiliyorlardı. O, gelen geçen kimseyle ilgilenmiyor, bilinmeyen muhatabıyla, ara sıra, usulca kazağının altına gizlediği şişeden birkaç yudum çekerek takviyelediği sohbetini, dudaklarındaki derin gülümsemeyle sürdürüyordu. Elinin arasında bitmekte olan bir sigara ve çay bardağı tutan görevli zabıta memurunun gözleri bir anda daldığı boşluktan silkindi. Yolun üzerindeki tuhaf hareketlerle dalgalanan turuncu paltoyu gördü. Telaşla kalkarken dizini çarptığı sehpadaki boş bardak devrildi.

Turuncu paltolu, önüne doğru gelmekte olan mavi üniformayı, onu taşıyanın diğer insanlardan ayrı olduğunu fark etti. İkisinde de daha önce benzeri şeyler yaşamış bir hal vardı. Hafif sertleştirdiği, alaylı bir tonlamanın sulandırdığı sesiyle;
“Adem!” dedi “Ne iş? Nerden çıktın sen böyle? Nereye?”
Adem’in dudaklarındaki derin sohbet gülümsemesi, tanıdık diyalogların, sırnaşık şekline dönüştü.
“Amirim!!!?”
Yanından pazarın derinliklerine doğru dalıp, kalabalığın arasında kaybolmaya yeltendi. Aynı anda zabıta memuru çevik bir hareketle önüne sıçrayıp yolunu kapadı. Önüne çıkan zabıta memuruna çarpmayı göze alamadı. Belki üniformasından ürktü, belki kazağının altındaki şişeyi düşürüp kırmaktan. Geriye dönüp, kenardaki çınar ağacının yanına gitti. Görevli az sonra tanıdığı biriyle sohbete dalıp Adem’i unuttu. O da arkasından, usulca süzülerek pazarın içlerine doğru yürüdü. Uzaktaki turuncu paltonun kalabalıkta yarattığı dalgalanışa bakıp, tuhaf bir hüzün hissettim.

Onbeş dakika olmuştu. Aceleyle pazaryerinin ortasına doğru, gidebildiğimce hızla yürüdüm. Düşündüğüm yerde hanım elinde dolu çantalarla beni bekliyordu. Elindeki çantaları alıp, bisikletin yanına dönerken, yanımdan, pazarın içlerine doğru kızgınlıkla, kendi kendine söylene söylene, kalabalıktaki çarptığı insanlara aldırmadan koşarak geçip giden zabıta memurunu gördüm.

Zabıta memurunun üzerine doğru koşarak geldiğini gören Âdem, bir anda korkuyla olduğu yerde kalakaldı. Kendisine doğru havaya kalkan yumruğu görünce sırtını kamburlaştırıp, başını omuzlarının arasına korkuyla gömdü.
Adem’in ağzından kısık, korkulu bir;
“Amirim!” sesi çıkarken, zabıta onu öfkeyle yakasından tutup, kuvvetle kendine doğru çekti. Dengesi bozulan Adem’in kolları yanlara doğru savrulurken, turuncu paltonun içinden, Arnavut kaldırımına bir şişeyle birlikte bir tablo düştü.. Şişenin kaldırımda parçalanırken çıkan sesine aldırmayan zabıta, ayaklarının dibine düşen tabloyu gördü. Kayıtsızca yerden alıp az ilerideki çöp variline, çürük lahana, marul yapraklarının üzerine attı.

Zabıta memuru, olan bitenden iyice korkan Adem’i yakasından tutup çekiştire çekiştire pazarın kapısından çıkarıp, karşı kaldırıma götürdü. Sinirli sinirli yaptığı el kol hareketlerinden ne anlatmaya çalıştığını tahmin etmek zor değildi. Adem’in karşı kaldırımdan, sevdiği, çok değerli bir şeyini yitirmiş gözlerle çöp variline bakmakta olduğunu gördüm.

O bakışları gördüğüm anda içim çöp bidonundaki tablonun merakıyla doldu. Yavaşça, bidona yaklaştım. Yere düştüğünde kenarı ezilmiş, küçük bir suntanın üzerine yapıştırılmış bir resimdi. Hafifçe yukarı kaldırdım, bir anda resimdeki renklerle, görüntüyle şaşkına döndüm. Monet’in bir tablosuydu bu. Üzerine kim bilir ne zamandan kalma, kurumuş bir parça çamurla, yanında kırılan şarap şişesinden birkaç damla şarabın kırmızılığı bulaşmıştı… Denizin ötelerinde, kırmızılarla batan bir güneşin önündeki hayal rengi dalgalara baktım bir süre dalgınlıkla. Karşı kaldırımda duran Adem’i aradı gözlerim. Yoktu.

Çöp bidonundan çıkarıp, bisikletin arkasındaki seleye, pazar çantalarının arasına bağladım. Biraz sonra elinde çantalarla gelen eşim, arkadaki garip şeye, başka bir dünyaya aitmiş gibi baktı, durağa doğru yürüdü. Selede yer kalmamıştı. Diğerlerini bisikletin direksiyonunun iki tarafına astım. Pazar yerinden çıktım.

Pazarın bir üst sokağından geçerken, ilerinde Adem’i gördüm. Yaşlı bir kadının iki tekerlekli, tıka basa dolu arabasını, dalgın, hüzünlü bir gülümsemeyle sürüklüyordu. Yanına gittim. Beni, daha doğrusu bisikletin arkasındakini görünce durdu. Tabloyu çözüp ona uzattım. Bir anda garip bir dalgalanmayla parıldadı gözleri. Elimden hoyratça kaptığı tabloyu turuncu paltonun altına gizledi. Yaşlı kadının arkasından yürüdü.

Eve doğru yavaş yavaş bisikleti sürerken, aklımda yolun ortasında uçuşan turuncu bir palto ile bir zamanlar, bir sanat akımı başlatan o ressamın tablosunu düşünüyor, aslında, pazar yerinde, gözümün önünde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.
14-Ekim-2010-Bandırma

Kategori:

Re: Turuncu Palto

Monet’ten taşan renkler sarmalamış heryeri.. sarımsı, yeşilimsi yapraklar...sarı değil, yeşil değil, sarımsı, yeşilimsi...tıpkı turuncu gibi iki arada bir derede...tıpkı Adem gibi iki arada bir derede, “hayal” ve “gerçek” arasında...ama üniformanın mavisindeki buzun gerçekliği nasıl da “Amirim” dedirtiyor turuncuya...çok acı bu, çok..

Monet tablosu nasıl da canlıdır pazardaki tüm meyve-sebzeden.. üzerinde çamur lekesi bile olsa, turuncunun dostu olan bir tablo nasıl da canlıdır...başka bir dünyadandır o sahiden.. manasızdır, onun için tarih atılır ya öykünün sonuna.. yer de belirtilir tarih yerinden kaçmasın diye...”gerçekliğe” yeniden bağlanmak adına atılır tarih, "aman başka yere ait olmayayım ben de, dur bir kontrol edeyim..burdayım değil mi?oh içim rahatladı şimdi!"... zaman ve mekanın gerçekçiliği “delilik işte!” dedirtiverir adama...jilet gibi ütülü mavi üniforma çekiliverir üste.. “sen de adem misin be Adem” denir, “asıl adem benim...’deliden’ adem mi olurmuş hem..”..doğru, deliden adem mi olur hiç...o kadar kaçık değildir hiç bir deli..


Re: Turuncu Palto

Olay anlatımlarındaki akıcılık çok etkileyici.

Öyküyü okurken, yalnızca, aşağıdaki iki kısma gerek var mıydı diye sordum kendime.

""
O kadar bambaşka bir alemdeydi ki!

""
Onu gören herkesin sadece “deli” diye kestirip attıkları bu adam; bir beden taşıdığı için, bir yanıyla ayakları yeryüzündeki bir sokakta, bir kaldırımın üzerine basacak kadar dünyadan kopamayıp, bilse de bilmese de oraya aitken, bir yandan daldığı hayal dünyalarının bulanıklığını, uçuculuğunu az görüyor ki, turuncu paltosunun altında bir de içki şişesi taşıyor, bir de, kim bilir neden, bir Monet tablosu…. Bir süre benzeri şeyler düşündüm. Bunları bağdaştırmaya çalıştım. Bunlar nasıl bir araya gelebilmişti böyle? İşin içinden çıkamadım. Belki de çok basit bir açıklaması vardı.


Re: Turuncu Palto

Barış Acar dedi ki:
Öyküyü okurken, yalnızca, aşağıdaki iki kısma gerek var mıydı diye sordum kendime.

""
O kadar bambaşka bir alemdeydi ki!

""
Onu gören herkesin sadece “deli” diye kestirip attıkları bu adam; bir beden taşıdığı için, bir yanıyla ayakları yeryüzündeki bir sokakta, bir kaldırımın üzerine basacak kadar dünyadan kopamayıp, bilse de bilmese de oraya aitken, bir yandan daldığı hayal dünyalarının bulanıklığını, uçuculuğunu az görüyor ki, turuncu paltosunun altında bir de içki şişesi taşıyor, bir de, kim bilir neden, bir Monet tablosu…. Bir süre benzeri şeyler düşündüm. Bunları bağdaştırmaya çalıştım. Bunlar nasıl bir araya gelebilmişti böyle? İşin içinden çıkamadım. Belki de çok basit bir açıklaması vardı.

Mehmet Sürücü, özel mesaj yoluyla, yukarıdaki kısımlar üzerine eleştirimin ne olduğunu sordu. Cevaplamaya çalışayım:

Yusuf Eradam'ın sevdiğim bir tanımı vardır; "akıllı bıdık anlatıcı" der, anlatının üstlenmesi gereken yerde yazarın araya girmesine. Sanki, okurun anlamamasından endişe duyar gibi anlatının zaten dile getirmiş olduğu şeyin daha açık sözcüklerle yinelenmesidir eleştirdiği.

Yukarıdaki kısımlarda ben bu duyguyu sezinledim/ okudum. Zaten öykünün söylediğini açıklıyor yazar. Üstüne basa basa söylemek istiyor, vurguluyor; dolayısıyla okuyucusuna güvenmiyor izlenimi yaratılıyor.

Söz konusu kısımları çıkarıp öyküyü yeniden okuyalım; anlatının bundan herhangi bir kaybı olmayacağını düşünüyorum. Hatta Turuncu Paltolu Adam'ın (böyle söyleyince Oğuz Atay'ın Beyaz Mantolu Adam'ı geldi aklıma) sessizliğine bir tebessüm ekleneceğini sanıyorum.


Re: Turuncu Palto

Çok yarinde bir uyarı. Değindiğiniz konuda gerçekten haklısınız. teşekkür ederim . Düzeltiyorum hemen.


Re: Turuncu Palto

Atmosfer yaratma anlamında güzel bir öykü olduğunu düşünüyorum. Tasvirler yerine oturmuş. Mekan ve insanlar gözümünüzün önünde rahatlıkla canlanıyor. Ancak dilin kullanımında bazı sıkıntılar var. Ürküp, havalanıp, sıkıştırıp, sıçrayıp, bakıp, alıp, kamburlaştırıp, çıkarıp... Ben öykü okurken sürekli aynı yapılarla karşılaştığımda öyküden uzaklaşıyorum. Sanki yazar kendisini çok fazla belli ediyormuş gibi geliyor. Öyküyle aramda yazarın olduğu hissine kapılıyorum. Gerçekten de öyle ama kendimi öyküye bırakıp gidemiyorum. Daha kıvrak bir dil arıyorum. Artık söylenmemiş söz kalmadığı genel kabul görüyor ama zaten hep "başka nasıl söylenir"in peşinde değil miyiz? Bu güzel öykü daha kıvrak bir dille anlatılamaz mıydı? Merak ediyorum.


Re: Turuncu Palto

Bir zaman kesidi içinde öykü mekanına giriş, olayın gelişimi ve mekandan çıkış görsel açıdan net. Ancak olayın gelişimi içinde öyküye giren karakterlerin karşılaşmaları esnasında(adem ve zabıta'nın) kimi cümlelerde aksadı okumam.O kısım daha detaylı anlatılmış ama nedense ben okurken takıldım akıcılık açısından.

"İkisinde de daha önce benzeri şeyler yaşamış bir hal vardı"
bu cümlede acaba bir eksiklik mi var diye düşündüm bir de.

Fakat şurada;
"Adem’in dudaklarındaki derin sohbet gülümsemesi, tanıdık diyalogların, sırnaşık şekline dönüştü."
cümlesinden sonra karakterler "turuncu paltolu-mavi üniformalı" dan, "adem-zabıta" olarak kimliği ile anılıyor, bu vurgu hoş geldi bana. Ve öykü sonunda tekrar "adem" karakterinin "turuncu paltolu" ya dönüşümü resim sayesinde oluyor ki bu bağlantıda iyiydi.

Yalın ve güzel bir kurguydu. Pazar yeri çok güzel bir mekan seçimi.
Elinize sağlık Mehmet Bey.


Re: Turuncu Palto

Öykü demini almamış bana göre. Yerine oturmamış,kendini anlatmayan ifadeler, zaman kullanımında sıkıntılar var. Öykü boyunca pazarın içine giremedim, hep kenardaydım.
Mehmet Sürücü'nün daha güzel öykülerini okumuştum.


Re: Turuncu Palto

Merhaba,

Turuncunun mutluluğu çağırıştıran, heyecan verici bir renk olduğunu söylerler. Renklerin hayatımızda ne derece etkili olduğu tartışılır tabi ama öykünüzü okurken neden turuncu, diye sormaktan kendimi alamadım. Kahramanın rengarenk olan pazar yeriyle uyumu ve bir vakitler çamur lekelerinden uzak olan capcanlı Monet tablosu, sonra, yine kahramanın iç burkan durumu, şaraba sığınışı ve şarabı kundaktaki bebek gibi koynunda taşıyışı... Zıtlıklar bir arada ele alınmış gibi geldi. Turuncunun zıttı olan rengin mavi olması ve üniforma benzerliği.. Mavinin umudu, turuncunun mutluluğu nitelediği halde anlamlarından uzak şekilde kendilerini göstermeleri gibi.

Öykünün genelinde, zaman geçişleri ve dili kullanımla ilgili kimi aksaklıklar gözüme çarptı. Pazar yerinin hareketliliğine uygun olarak kısa, eylem cümleleri birbirni izliyor. Arada kendini gösteren uzun cümleler anlatımın gidişatındaki uyumu bozuyor ve kimi anlam belirsizliklerini içinde barındırıyor. Değineceğim noktalar daha çok dilin kullanılışına yönelik olacak, bunlar okurken duraksamama neden oluyor çünkü. Evet, anlattıklarınız okuyucunun zihninde canlanıyor, ne anlattığınızın yanında ne anlatmak istediğinizi de anlıyoruz fakat öyküyü tekrar elden geçirdiğinizde çok daha iyi bir hale geleceğini düşünüyorum. Bu ağırlıklı olarak dilin kullanılışıyla ilgili bir mesele.

Yukarıda bahsettiklerimi örneklemesi bakımından aşağıya birkaç ekleme yapacağım.

"Daha sessiz, sakin, kalabalık olmayacağını düşündüğüm ara yollardan pazaryerine doğru pedal çevirdim."

Yukarıdaki cümlede "kalabalık" kelimesini görmezden geldiğimizde,

"Daha sessiz, sakin olmayacağını düşündüğüm ara yollardan pazaryerine doğru pedal çevirdim." Burada, daha sessiz ve daha sakin olacağı düşünülen ara yolların bir tercih olması söz konusu. Sessiz sakin olan fakat kalabalık olmayan.

İkinci paragraf hareketlerle dolu ve bunun bir sonucu olarak fiil cümleleri birbirini izliyor. Fakat paragrafın son kısmında durağanlığa geçiş çok hızlı bir şekilde yapılıyor:

"...çınarın üst dallarına doğru havalanıp, kayboldu gitti. Pazar yerinin alışıldık görüntüleri. Satıcıların bağırışları, dalgalanan kalabalık, yürümenin bir sorun olduğu daracık tüneller."

"Küçük zabıta kulübesinde, nikotinden sararmış parmaklarının arasında yarım bir sigara ve çay bardağı tutan, gözleri boşluğa bakan zabıta memurundan..."

Bu cümlede parmaklarının arasında sigara ve çay bardağını, aynı anda, tuttuğu anlaşılıyor. Bir de cümledeki "zabıta" kelimelerinden baştaki çıkarılabilir gibi geldi.

Samimi bir üslupla kaleme aldığınız öykünüzü okumak güzeldi..


Re: Turuncu Palto

Öykü çalışmamı titizlikle inceleyip, aksayan yanlarını paylaşımınız beni çok sevindirdi.