UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Radyo

21 Mar 2011
Emrullah

Transistörlü radyoların içlerinde minik insanların yaşadıklarına inandığım bir yaştaydım. Boyum da ancak annemin pilili eteklerine sarılabilecek kadar uzundu. Gulliver’in devler ülkesinde, çevremdeki hiç bir şeyin benim küçük bedenim için yapılmadığı bir sürü eşyanın ve kocaman devlerin arasında yaşıyordum.

Çocukluğumda istisnasız bütün evler birer konfeksiyon atölyesi gibi çalışırdı. Annem de bu atölye-nin hem patronu hem de işçisiydi. Bütün ev halkı için yılın her dönemi bir şeyler ördüğünü hatırlı-yorum. Babam için kışın soğuğunu bertaraf edecek kalın hırkalar, yalın ayak gezmeyi huy edinmiş dedeme renk renk, desen desen patikler, benim içim etekler, pijamalar, çoraplar ve daha bir sürü şey… Kendisi için mi? Komik olmayın. Terzi kendi söküğünü dikebilir mi hiç?

Daha sonraları insanların, giyecekleri etekleri, süveterleri kocaman lambalar altında aydınlatılmış vitrinlere bakarak seçtiklerini, daracık kabinlerin içinde giyinerek, boy aynaları önünde denediklerini gördüğümde, bir hayli şaşırdığımı anımsıyorum.

Ceyda’yı da bir ara dikip elime tutuşturuvermişti. Ceyda kim mi? Annemin benim için diktiği ilk ve tek oyun arkadaşım; yani bir bez bebek. İçine çaput doldurulmuş yumuşacık vücudu, birkaç kat halinde sarı yünden saçları, babamın pantolonundan artan kumaşlardan dikilmiş ve düğme ile bede-nine tutturulmuş çivit mavisi bir elbisesi, suluboyayla boyanmış küçücük kırmızı dudakları ve düğ-meden yapılmış çipil çipil gözleriyle; dünyanın en mutlu oyuncağıydı Ceyda. Bu devler ülkesinde, ben de bir dev oluncaya kadar geçen sürede, en yakın arkadaşım olarak, gittiğim her yere taşımıştım onu.

O gün evimiz hiç ummadığım kadar kalabalıktı. Herkesin beni şapır şupur öptüğünü, yanaklarımı okşadığını, bacaklarıma çimdik atarak ne kadar çabuk büyüdüğümü herkese onaylatmak adına bana hayranlıkla nasıl baktıklarını, hala dün gibi hatırlarım. Bütün gün boyunca yediğim boyalı şekerler-den dilim rengarenk olmuştu. Dilimi herkese çıkartarak, bu renk cümbüşünü göstermem her nedense pek ayıplanmamıştı. Küçük bir hanımefendi olmak zorunda değildim. Aksine hiç tanımadığım bir sürü insan benim ne kadarda şirin bir yavrucak olduğumu söylemiş ve yanağımdan makas almıştı. O gün benim doğum günümdü. Ceyda ise, doğum günü hediyem…

Doğum günümde dedem -oturduğu koltuktan hiç kalkmayan o kocaman dev- bile kocaman elleriyle beni belimden kavrayarak kucağına oturtmuş ve bir müddet bu kalabalığı izlememe izin vermişti. Sihirli olduğunu sandığım, radyo denen makineyi bu kadar yüksekten ilk defa görüyordum. Şeffaf bir ekran üzerinde hiç bilmediğim çeşitli kalınlıkta dizilmiş yatay ve dikey şeritler, bunların arasına hiç anlamadığım bir düzende yerleştirilmiş garip işaretler vardı. Aynılarının, okula ilk başladığım gün sınıfın duvarında asılı görecektim. Daha sonra birinci sınıf boyunca elimizdeki plastikten yapılma fasulye ve çubuklardan, bütün bu harf ve rakamların aynılarını defalarca yapacaktık.

İki karış boyumla -ki dedem kalın parmaklarını üzerime doğrultarak hep böyle azarlayan cümleler kurardı- parmak uçlarımda doğrularak bu yüksekçe sehpanın kenarına çenemi dayar, sihirli olduğuna inandığım sesleri çıkaran makineye bakarak, düşlere dalardım. Bu kocaman transistörlü radyodan çıkan seslerin kaynağı olduğunu düşündüğüm ve benim küçük parmaklarımın bile girmediği dehlizlere Ceyda’yı iyice yaklaştırarak, içindeki minicik insanları görebilmesini umardım. Büyü gibi karmaşık ve bilinemez bir şeydi benim için. Ben büyüdükçe her şey küçüldü ama bu radyo asla…
Parlak metal renginde, kenarlarında tırtıkları olan ve yaklaştığınızda tıpkı bir ayna gibi aksinizi gös-teren irili ufaklı düğmeleri gördüğünüzde, bütün bu karmaşanın içerisinde zihninizin alıştığı düzen fikri, sizi bir an olsun rahatlatabilirdi. Heyhat! Bu düğmeler dahi tekdüze bir halde değildi. Çoğu farklı büyüklükteydi ve farklı işlevleri vardı. Birbirinin aynı düğmeler yan yana, farklı büyüklükte olan diğerleri ise onlardan biraz daha uzakta, sıra sıra dizilmişlerdi. Bu küçük düğmelere sadece basılabilirdi. Birine basıldığında basılı olan bir diğeri derhal eski halini alıverirdi.

Benim için ne kadar sihirli ve karmaşık bir tarafı olsa da, parlak bir ağaçtan mamul bu evladiyelik mobilyanın, bir ‘Tık’ lık canı vardı. O da dedemin parmaklarının ucundaydı. Dedem radyonun en sağındaki, orta büyüklükte ve üzerinde kırmızı bir leke olan düğmeyi çevirdiğinde ‘Tık’ diye bir ses çıkar; radyo canlanır ve içindeki minik insanların sesleri işitilirdi. Gene aynı yöne çevirmeye devam edildiğinde salonun içerisini bir cümbüş alır giderdi. Asıl büyük olan düğme ise tam bir karın ağrı-sıydı. Dedem ne zaman bu kocaman düğmeyi çevirmeye başlasa, yatay şeritlerin üzerindeki beyaz bir plastik parçanın sağa ya da sola gidip geldiği görünürdü. Bu basit mekanizmanın dahi ne kadar karmaşık olduğu, genç bir kız oluncaya kadar zihnimi meşgul etmeye devam edecekti. Dedem bu kocaman düğmeyi, içerideki minik insanların seslerini duyuncaya kadar çevirir, sesler yeterince net duyulmadığında yüzü gölgelenir, iyiden iyiye aksileşirdi.

Bütün ailenin evde olduğu mutluluk günlerinde, yurttan sesler korosunun kadınlı erkekli çeşit çeşit seslerinin, saz eserlerinin, şen melodi ve fasılların salonumuzu bir anda ele geçirdiğini anımsıyorum. Evin içinde devinen bütün bedenlerin hareketlerini yavaşlatarak, içinden sesler yankılanan makinenin başına yerleştiklerini hayretler içinde izlerdim. Babam, elini kapkara mürekkebe boyayan resimsiz ve sıkıcı gazetesini bir an için okumayı bırakır ya da okuyormuş gibi yapar; evin reisi olarak bu mutluluğa en az katılan O olurdu. Gene de oturduğu koltuğun meşe kaplamasına parmaklarıyla vurarak ya da bacak bacak üstüne attığında havada kalan ayağında asılı duran terliğini sallayarak, radyodan çıkan melodilere eşik ederdi. Annem sobanın kenarında, bir yer minderinde, çoğu kez elinde bir tığ oyasıyla sonu gelmez bir motifin girdabında kaybolur, bir taraftan da tiz sesiyle şarkıların en sevdiği dörtlüklerini terennüm ederdi. Dedem sadece şarkıların değil; arkası yarınların, akşam ajanslarının, istisnasız bu sihirli kutudan çıkan her türlü sesin gedikli müdavimiydi. Ben ve Ceyda, bacak bacak üstüne atmış halde koltuğuna gömülmüş babamın havada sallanan ayağına bir ata biniyormuş gibi oturur; harikalar diyarına yolculuğa çıkardık. Babam, ayağı yoruluncaya kadar bu eziyete tahammül eder, masallarda anlatılan yakışıklı prens ve güzel yüzlü prenseslerin yaşadığı harikalar diyarına ulaşmama izin vermeden, gazetesinden başını kaldırarak beni kucağına alırdı. Siyah beyaz bir hayat yaşayan bu uzun boylu adamın, beni kucağına alarak ben ve Ceyda ile oyna-dığı zamanlarda, göz ucuyla ailesine bakarken yüzünün aldığı ifadenin; asla tasvir edemeyeceğim mutluluğun bir başka çeşidi, meleksi bir masumiyetin cisimleşmiş hali olduğunu düşünürdüm.

Böyle anlarda; zaman susar, saatlerin tik takı duyulmaz, mekan önemini yitirirdi. Bu yavaşlık anında Tanrı; ışıklar içinde salonumuzda belirir, her birimizin içinden geçer, kalplerimize mutluluk tohumları ekerek, ikinci bir ‘Tık’ sesine kadar bizimle bu mutluluğu paylaşırdı. Oysa bütün bu olup biteni, bir tek ben ve Ceyda bilirdik.

Radyomuzun içindeki minik insanların artık bizlerle konuşmadığı, karanlık dehlizlerinden hiçbir sesin işitilmediği zamanlar da olurdu. Dedemin iyiden iyiye canının sıkıldığı bu felaket günlerinde annem; radyonun üzerinden aşağıya sarkan, iğne oyasından yapılmış danteli kaldırır, önce nemli bir bezle radyoyu siler sonra farklı bir bezle kurulayarak, Nuri amcaya götürülmesi için hazırlardı.

Nuri amca benim gözümde, radyo içinde yaşayan küçücük insanlar hastalandığında, onları iyileştiren iyi kalpli bir doktordu. Dükkanının penceresinde; “NURETTİN ELEKTRONİK – Her marka radyo teyp tamiratı ve bakımı yapılır.” yazısını okuyabilecek yaşa gelene kadar da hep öyle kalacaktı. Asıl isminin Nuri değil, Nurettin olduğunu ve kırk yıllık dost ve ahbaplarının O’nu böyle çağırdıklarını da, gene o zaman öğrenecektim.

Gene radyomuzun bozulduğu can sıkıcı günlerden birinde, dedemle Nuri amcaya gittiğimizi hatırlı-yorum. Uzun ve gözyaşı dolu çabalarım sonucunda Ceyda da bizimle gelebilmişti. Annemi ikna edebilmek uğruna, kim bilir kaç kez kendimi holdeki mozaik kaplı soğuk betona atmıştım. Onu paltomun sağ cebine yerleştirmiştim. Sol elimle dedemin elini tutarken, sağ elimi de Ceyda’nın düşmesini engellemek için sürekli cebimin içinde tutuyordum. Ceyda halinden memnun gibiydi. Düğme düğme gözleriyle bütün olanlara tanık olacak ve dahası o gün beni çok şaşırtacaktı.

İşi olmayanların asla uğramayacağı, çıkmaz bir sokağın girişinde; tonozlu, ince uzun bir dükkandı burası. Bu karanlık mekanı mağara olmaktan çıkaran; girişindeki soluk ve ne zaman silindiği kesti-rilemeyen camekan ve üzerindeki yazılardan başka bir şey değildi. Evet, kesinlikle bir mağaraydı burası… Envai çeşit elektronik eşyanın, yan yana, üst üste gömüldüğü bir mezarlık…

Elimi tutan devin bacaklarına, sımsıkı sarılmıştım. İçeri girmek ben ve Ceyda için ölüm gibi bir şey olacaktı sanki. Tereddüt içindeki bizi dükkanının kapısında gören Nuri amca, ameliyat masasından kalkarak, elinde bir avuç şekerle yanımıza kadar gelmişti. Dedem kadar büyük bir devinki kadar olmasa da, büyük ve kalın elleri vardı. Ceyda’yı kucağıma alarak iki cebime de tepeleme şeker dol-durmuştum. Tabi bir tanesini de hemen ağzıma atıvermiştim.

Bir dev için pek de büyük olmayan, üzerinde çoğunu ilk defa gördüğüm nesnelerin gelişi güzel yı-ğıldı, karmaşanın mekanıydı bu masa. Masanın köşesinde sarı ışık saçan bir masa lambası vardı. Üzerinde de bu ışığı belirli bir yöne yönlendiren huni şeklideki şapkası…Dükkanın camekanından sızan gün ışığı dışında bu mağarayı aydınlatan yegane ışık kaynağı, bu masa lambasıydı. Radyonun içinde yaşayan minicik insanları görememiştim belki. Ama masanın üzerinde, bir karmaşanın orta-sındaki cımbızı, çeşitli ebatlardaki kerpetenleri, göz yuvasına kıstırılarak kullanılan birkaç çeşit büyüteci, ellerin ulaşamayacağı derinliklere girebilen ameliyat aletlerini görebilmiştim. Ortalıkta hiç kan yoktu. Belli ki Nuri amca işini oldukça iyi yapıyordu.

Dedem ve Nuri amcam koyu bir sohbete dalmıştı. Ceyda’yı kucağıma alıp bu mağarada saklandığına inandığım minik insanları aramaya koyulmuştum. Artık çalışamayacak hale gelmiş sadece bir kabuktan ibaret antika radyoların arasına, duvarın bir köşesinde çeşitli renk ve boyutlardaki kutuların içine, tozlu metal rafların en kuytu köşelerine baktım. Ortalıkta onlara ait hiç bir şey yoktu. Ne bir ceset, ne de onlara ait bir iz…

Arayışlarımın artık sonuna geldiğini düşündüğüm bir anda; alçak bir sehpanın üzerinde, bu mağara-da bulunan radyolardan bile birkaç kat büyük, bir başka makineyle karşılaşmıştım. Sağ alt köşesinde yan yana dizili aynı büyüklükte birkaç düğmesi, kül renginde kocaman bir camı vardı. Radyomuzun üzerindeki türlü şerit ve işaretlerin hiç birini, bu devasa makinede görememiştim. Ceyda’yı her zamanki gibi içindeki minik insanları görebilmesi umuduyla önündeki cama yaslamıştım ki, ağzından şu kelimeler döküldü: “Basit ve güzel” İlk ve son kez o mağaranın içinde konuştu Ceyda. Büyüyüp, ben de bir dev oluncaya kadar da hiç konuşmadı. Onu, odamın köşesinde bir rafın en üstünde unutunca, ağlamaklı haliyle benimle tekrar konuşmaya çalışmıştı ya da ben öyle sanmıştım.

Dedem, “Bırak televizyonla oynamayı Ceyda. Gidiyoruz, hazırlan.” diyinceye kadar, en çok sevdi-ğim oyuncağımın tekrar benimle konuşması için yalvardığımı hatırlıyorum. Evet, basit ve güzeldi. Basit ve güzel…

Emrullah Ay
15.02.2011
Antakya/HATAY

Kategori:

Re: Radyo

Öykünün yapısal anlamdaki temel sorununu aşağıdaki iki paragraf özetliyor bana kalırsa.

""
İşi olmayanların asla uğramayacağı, çıkmaz bir sokağın girişinde; tonozlu, ince uzun bir dükkandı burası. Bu karanlık mekanı mağara olmaktan çıkaran; girişindeki soluk ve ne zaman silindiği kesti-rilemeyen camekan ve üzerindeki yazılardan başka bir şey değildi. Evet, kesinlikle bir mağaraydı burası… Envai çeşit elektronik eşyanın, yan yana, üst üste gömüldüğü bir mezarlık…

Elimi tutan devin bacaklarına, sımsıkı sarılmıştım. İçeri girmek ben ve Ceyda için ölüm gibi bir şey olacaktı sanki. Tereddüt içindeki bizi dükkanının kapısında gören Nuri amca, ameliyat masasından kalkarak, elinde bir avuç şekerle yanımıza kadar gelmişti. Dedem kadar büyük bir devinki kadar olmasa da, büyük ve kalın elleri vardı. Ceyda’yı kucağıma alarak iki cebime de tepeleme şeker dol-durmuştum. Tabi bir tanesini de hemen ağzıma atıvermiştim.

Anlatıcı sorunu Türk yazın dünyasını en çok uğraştıran sorunların başında geliyor bence. Anlatının her şeyden önce ve yalnızca "kurmaca" olduğu gerçeğiyle bir türlü yüzleşemediğimiz için olduğunu sanıyorum bunun.

Yukarıdaki paragraflara bakarsak anlatıcının kimliğiyle ilgili bu sıkıntının varlığını daha iyi görebiliriz. Bizimle konuşan kişi bir yandan "devin bacakları"na sarılıyor, bir yandan "tonozlu dükkân"ı tanımlıyor. O bir çocuk mu, yoksa "tonoz"u bilebilecek kadar yetişkin biri mi? Bu ikisi arasında gidip geliyorsa anlatı, sınırları nerede, nasıl çiziyoruz? Öykünün içinde bunun farklı örnekleri çok sayıda verilebilir. Okuyucu hangi gerçekliğe inanacak? Takip ettiği, sözünü kulak verdiği anlatının kimliği neden yok? İçten içe yine tanrı anlatıcının karasularına girdiğimizi hissediyorum.


Re: Radyo

""
Bu ikisi arasında gidip geliyorsa anlatı, sınırları nerede, nasıl çiziyoruz? Öykünün içinde bunun farklı örnekleri çok sayıda verilebilir. Okuyucu hangi gerçekliğe inanacak? Takip ettiği, sözünü kulak verdiği anlatının kimliği neden yok?

Böyle bir yorumu bekliyordum. Benimde üzerinde kafa patlattığım bir sorun yada problematik olarak bakıyorum ben daha çok. Evet burada öykü yazarı(yani ben)kendi kişisel mekanını teşhirciliğe varan betimlemeler ve tamlamaların peşinde koşuyor olabilir. Barış beyin sorduğu sorular tabiki cevaplanması gereken sorular. Peki okuyucunun hangi gerçekliğe inanacağı konusunda onları ne kadar yönlendirebiliriz? Yada böyle birşeye hakkımız var mı gerçekten? Gene öykünün takip ettiği yöntemin neden bir kimliği olmak zorunda?


Re: Radyo

Emrullah dedi ki:
Peki okuyucunun hangi gerçekliğe inanacağı konusunda onları ne kadar yönlendirebiliriz? Yada böyle birşeye hakkımız var mı gerçekten? Gene öykünün takip ettiği yöntemin neden bir kimliği olmak zorunda?

Anlatıcı, öykünün kahramanı olarak olayın öznesi ise bir karakter olabilmesi için kimliklendirilmeli.


Re: Radyo

"Transistörlü radyoların içlerinde minik insanların yaşadıklarına inandığım bir yaştaydım."

Aynı görevde olmasalar bile kısa bir cümle içinde "-ler,-lar" eklerinin çokluğu gözü yoruyor. "Radyoların içleri" ifadesi anlam bakımından da bir bozukluk oluşturuyor. "yaşadıklarına" sözcüğünüyse "yaşadığına" şeklinde değiştirmek mümkün. Kendinden önce gelen "insanlar" kelimesi çokluk anlamı katıyor çünkü.

"Gulliver’in devler ülkesinde, çevremdeki hiç bir şeyin benim küçük bedenim için yapılmadığı bir sürü eşyanın ve kocaman devlerin arasında yaşıyordum." Bir çocuğun gözünden yetişkinlerin dünyası hoş bir şekilde dile getirilmiş.

İkinci paragrafta "çocukluğumda" şeklinde belirtmeye gerek var mı acaba? Öykünün ilk cümlesiyle çocukluğa dönmüştük, tekrar gibi olmuş. Üstelik metinden çıkarıldığında eksikliği hissedilmiyor.

"Annem de bu atölye-nin hem patronu hem de işçisiydi." Önceki cümlede bütün evlerden, burada ise kendi evlerinden bahsediyor. Anne, diğer evlerdeki çalışmaları da yönetiyor gibi bir anlam çıkıyor.

"Kendisi için mi? Komik olmayın. Terzi kendi söküğünü dikebilir mi hiç?" Yazarın soluğu öykünün kelimelerinde gezinir durur fakat burada yazar sakınmdan yüzümüze doğru hapşırmış gibi:)

"Herkesin beni şapır şupur öptüğünü, yanaklarımı okşadığını, bacaklarıma çimdik atarak ne kadar çabuk büyüdüğümü herkese onaylatmak adına bana hayranlıkla nasıl baktıklarını, hala dün gibi hatırlarım. Bütün gün boyunca yediğim boyalı şekerler-den dilim rengarenk olmuştu." Cümleler arasındaki geçiş göze batıyor. Anı şeklinde kaleme alınmış fakat, bana kalırsa, "hala dün gibi hatırlarım" gibi bir ifade kullanmak yerine cümle, bulunduğu paragrafın içinde eritilse daha akıcı olur. Bir de Ceyda'yla daha önce tanıştığımız için doğum günü hediyesi olduğunun söylenmesi kalabalık bir görüntü oluşturuyor.

"Bu kocaman transistörlü radyodan çıkan seslerin kaynağı olduğunu düşündüğüm..." Tekrar eden bir şekilde radyonun transistörlü olduğunu belirtmeye gerek yok sanki. Öykünün hemen başında zihnmizde bir görüntü belirdi çünkü. Öykü içinde geçen tüm radyo kelimelerini bu görüntüyle eşleştiriyoruz kendiliğinden. Yine aynı şeyi tekrarlayacağım; anlatıcı çocukla, anlatıcı yazar arasındaki gelgitler öyküyü olumsuz yönde etkiliyor.Bir örnekle açıklamak gerekirse;

"Babam, elini kapkara mürekkebe boyayan resimsiz ve sıkıcı gazetesini bir an için okumayı bırakır ya da okuyormuş gibi yapar." Bu, ancak biir çocuğun sözleri olabilir. Bir yetişkinin resimsiz ve sıkıcı bir gazateden bahsetme ihtimali daha düşük gözüküyor. Ancak diğer yandan, "Evin içinde devinen bütün bedenlerin hareketlerini yavaşlatarak, içinden sesler yankılanan makinenin başına yerleştiklerini hayretler içinde izlerdim." ya da "... bir taraftan da tiz sesiyle şarkıların en sevdiği dörtlüklerini terennüm ederdi." cümlelerinde gördüğümüz üzere, iki karış boyu olan bir çocuğun böyle cümleler kurması pek mümkün gözükmüyor.

Öykünüz anı bünyesinden çıkıp bir çocuğun gözünden anlatılacak olursa çok daha başarılı olur diye düşünüyorum. Mutlu aile tablosuna, çocuk merakının güzelliğine dair ayrıntılar yazarın gözünden kaçmamış. Sıcacık bir öykü fakat üzerinde çalışılmalı diyorum.


Re: Radyo

Öykümü okuduğunuz için çok teşekkür ederim Büşra hanım.

Bahsettiğiniz aksaklıkların bazıları "Tanrı anlatısı" sorunsalıyla çoğu kez benzeşmekte. Bu benim öyküyü yazarken ve tekrar okuduğumda üzerinde defalarca düşündüğüm problemlerden bir tanesi. Yazar öykü kahramanıyla kendisi arasındaki sınırı ne ölçüde ve nasıl çizmelidir?

Yazarın kendi gerçekliğini okuyucunun yüzüne hapşırması olarak nitelendirdiğiniz sakat bir durumdan bahsediyoruz. Belki asıl sorun kurgunun kendisinde olabilir. Bir anı yada çocuğun gözünden yetişkinlerin dünyasını anlatacak bir öyküden çok yazarıda öyküye birşekilde dahil edebilecek başka bir kurgudan bahsetmek, onun peşinden koşmak gerekecek diye düşünüyorum.


Re: Radyo

Yukarıdakileri ilgiyle takip ediyorum. Buradayım Smile Eleştirilere ek olarak "Hanım,Teyze" gibi adlardan sonra gelen akrabalık ünvanlarının büyük harfle yazmamanız bir tercih mi, bunu soracaktım.


Re: Radyo

Akrabalık bildiren ünvanlar küçük harflerle yazılıyormuş, yakın zamanda, Emine Özzorlu'nun "Eşik" öyküsü aracılığıyla öğrenmiştim ben de. "Hanım, Bey" gibi saygı sözleri ise büyük harfle yazılıyor yine. Akrabalık ünvanları beni şaşırtmıştı. Yazım kılavuzunun yeni baskısında yapılan bir değişiklik mi acaba? Önceki baskıya bakmak lazım. Belki de yıllardır yanlışı doğru bildim:)


Re: Radyo

Bu arada, Emrullah, afedersiniz, kendi öyküm gibi yanıtlayıverdim. Sadece "teyze, amca, dayı" vs., gereğinden fazla şaşırttı sanırım beni Smile


Re: Radyo

Hiç dert etmeyin Büşra Hanım, her ne kadar yazarı ben olsam dahi sizlerinde çokça bir parça emeği var hikayede.
İtiraf etmeliyim ki Emine Özzorlu'dan çok şey öğrendiğimi de itiraf etmeliyim:)


Re: Radyo

Akrabalık ünvanlarının küçük harfle yazılmasına benim de ne elim ne gözüm alışabildi aslında. Ancak TDK'daki açıklama aynen şöyle:

Akrabalık bildiren kelimeler büyük harfle başlamaz: Tülay abla, Ayşe teyze, Fatma nine, Kemal dayı, Saim amca, Ali enişte.
Akrabalık bil­diren kelimeler başa geldiğinde lakap yerine kullanıldığı için büyük harfle baş­lar: Nene Hatun, Baba Gündüz, Dayı Kemal, Hala Sultan.
Bazı tarihî ve menkıbevi şahsiyetlerde ise akrabalık bildiren kelime sonda olduğu hâlde unvan değeri kazandığı ve özel ada dâhil olduğu için büyük harfle yazılır: Gül Baba, Susuz Dede, Adile Hala, Gülsüm Bacı, Sultan Ana.

Emrullah dedi ki:
Hiç dert etmeyin Büşra Hanım, her ne kadar yazarı ben olsam dahi sizlerinde çokça bir parça emeği var hikayede.
İtiraf etmeliyim ki Emine Özzorlu'dan çok şey öğrendiğimi de itiraf etmeliyim:)

Emrullah, yazım kuralları konusunda yardımım olduysa buna sevinirim. Ancak şu iki cümledeki üç yanlışa bakınca, daha dikkatli olsan keşke diyorum. Smile


Re: Radyo

Böyle söyleyince gene aklıma o karikatür geldi:) Öğretmenine aşk mektubu yazan ilköğretim öğrencisinin gözlerindeki yaşlar...Gerçi ben sürekli hata yapmaya ve ağlamamaya niyetliyim:)

Bu arada Emine Hanım ile beraber yazdığımız bir hikaye var arkadaşlar. Fakat demlenmeye bıraktığını (kendi tabiri) söylüyor. Sürekli imla hatası yaptığımdan ve hiç uslanmadığımdan dolayı benim sözümü dinlemiyor:) Bence O'na baskı yaparak "Kuşdili Suskunluklar" isimli hikayemizi bir an önce sizlerle paylaşmanızı isteyebilirsiniz:) Son çare olarak sizlerin yardımınıza başvuruyorum.


Re: Radyo

Emrullah dedi ki:
Bu arada Emine Hanım ile beraber yazdığımız bir hikaye var arkadaşlar. Fakat demlenmeye bıraktığını (kendi tabiri) söylüyor. Sürekli imla hatası yaptığımdan ve hiç uslanmadığımdan dolayı benim sözümü dinlemiyor:) Bence O'na baskı yaparak "Kuşdili Suskunluklar" isimli hikayemizi bir an önce sizlerle paylaşmanızı isteyebilirsiniz:) Son çare olarak sizlerin yardımınıza başvuruyorum.

Hmm, işte şimdi meraklandım.

Çayın demini alması 8 dakikaymış. Smile


Re: Radyo

Hikayenin editörü olarak kendini atadığından beri pek işine pek karıştırmıyor:)


Re: Radyo

Hikaye yazdık denebilir mi bilemiyorum, bir çeşit atölye çalışması yaptık daha çok.

Barış Acar dedi ki:
Çayın demini alması 8 dakikaymış.

Farklı tür çaylar karıştırıldığında demini alsa bile tadı, kıvamı tutmayabiliyor.Smile


Re: Radyo

Emine Özzorlu dedi ki:
Farklı tür çaylar karıştırıldığında demini alsa bile tadı, kıvamı tutmayabiliyor.Smile

Ee, işte, Uzun Hikâye de kıvam tutturma yeri değil mi?


Re: Radyo

""
Ee, işte, Uzun Hikâye de kıvam tutturma yeri değil mi?

Ağzına sağlık Smile