UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kalyonlar

09 Mar 2011
Ömer Faruk

Filyos’un benzersiz yaz gecelerinden biriydi. Mendil kadar hafif, ılık bir rüzgar esiyor, kestane ağaçlarının arkasından yükselen ay, gökyüzünde tepsi gibi parlıyordu.
İlker, evin kapısını yavaşça kapattı. Sessizce uyuklayan bahçelerin arasındaki dar sokaklardan hızla geçip deniz kıyısına indi. Parkın önündeki kumlu yola gelince Kale’ye doğru koşmaya başladı. Eski Liman’a yaklaşınca durdu. Yorulduğundan değil, güvenlik sınırına geldiğinden durmuştu. Taş iskele az ötesindeydi ve ayın ışığıyla aydınlanan denizin altında uğursuzca kıpırdıyordu. İskelenin kendisinden değil, dışarıya yansıyan karaltısından korkardı İlker. Suyun içinde, saldırmaya hazır dev bir balık gibi görürdü onu. Bu cesaret kırıcı tanıklığın verdiği yılgınlıkla Eski Liman’a fazla sokulmak istemezdi. Oysa, harika bir yapıydı iskele. İlk çağlara kadar uzanan geçmişi, sayılmayacak kadar çok görkemli ve parlak anılarla doluydu. Yüzyıllar boyunca Karadeniz’le savaşmış, limana sığınan gemileri onun insafsız poyrazından bütün gücüyle korumuştu. Zamanla, deniz seviyesinden biraz aşağıya inse de bugün bile işe yaradığına göre, hala yeterince sağlam olmalıydı.
Gündüzden gözüne kestirdiği bir kum yığınının arkasına gizlenmişti İlker. Burası, Eski Liman’ı rahatça gözetlemek ve batık iskeleden yeterince uzak olmak gibi iki zıt amacı birleştiren en uygun noktaydı. Eğer bu gece kalyonlar gelirse, ki geleceklerinden emindi, onları en iyi bir biçimde buradan izleyebilirdi. Bulunduğu yerden onu Eski Liman’daki birinin görebilmesi ise, biraz karanlığın da yardımıyla neredeyse olanaksızdı.
Aradan dakikalar geçti. Uykusu geldi İlker’in. Gözkapaklarında duyumsadığı ağırlık, canını sıktı. Ya kalyonlar gelir de onları göremezsem diye tasalandı. Ayağa kalktı, annesiyle babasının duvarda asılı duran resmini anımsayarak gülümsedi kendi kendine. Çabalamaya değecek bir iş yaptığının bilincindeydi ve bu onu mutlu ediyordu. Kumlara uzandı yeniden, denizden gelen seslere kulak kesildi. Göremese bile, küreklerinin şapırtısından, tayfalarının gürültüsünden kalyonların geldiğini anlayabilirdi. O zaman, ne yapar eder, batık iskeleye iyice yanaşır, hatta gerekirse nefes alıp vermeyi bir yana bırakıp onları izlerdi.
İlker, eski Ceneviz kalesindeki nöbetçi bir asker gibi, olanca dikkatiyle denizi gözledi ama ne bir ışık gördü Siyah Burun’dan kıvrılan, ne de bir ses duydu dalgalarınkinden farklı. Şafak sökene kadar yerinden kımıldamadı. Tan yerinin tuhaf kızıllığı kasabayı kuşatırken, aydınlanan havanın verdiği cesaretle Eski Liman’a doğru yavaş yavaş yürüdü. Merakı korkusunu bastırıyor ama ayaklarının titremesine engel olamıyordu. Sabahın ilk ışıklarının harmanladığı deniz, donuk ve karanlıktı. Taş iskele derinlere dalmış bir balık gibi gözden kaybolmuştu.
Kalyonlar ise gelmemişti.

Evde kimse yoktu. Büyükannesiyle büyükbabası erkenden kalkmışlar, onu yatağında göremeyince meraklanıp aramaya çıkmışlardı. İlker, evde onları bulamayınca şaşırdı biraz. Daha çok, canının sıkıntısını kimseyle paylaşamadığına üzüldü. Sonra balkondaki sedire uzandı, birkaç dakika içinde uyudu.
Büyükannesiyle büyükbabası eve geldiklerinde o hala uyuyordu. Yaşlı kadınla adamın akılları başlarından gitmişti ama bunu torunlarına hiç belli etmediler. Onu ne kadar çok sevdiklerini göstermenin dışında hiçbir şey yapmadılar. Ne anlattıysa dikkatle dinlediler ve bu yaptığını başkalarına söylememesi konusunda onu sıkı sıkı uyardılar. Tabii, yalnız kaldıklarında, büyükanne büyükbabayı bir güzel haşladı. Çocuğun kafasına Ceneviz kalyonları saçmalığını sokan oydu çünkü.
O ağustos ayında dokuz yaşına basan İlker, büyükannesiyle büyükbabasına verdiği sözü tuttu. Kalyonları görmeye gittiğinden kimseye söz etmedi ve bir daha gizlice evden dışarıya çıkmadı.

Yıllar sonra, askerliğini tamamlayıp memleketine geri döndüğünde büyükannesi ölmüş, büyükbabası ise emekli olmuştu. O daha üç yaşındayken boşanıp başkalarıyla evlenen anne ve babasındansa bir haber yoktu.
Odasındaki masanın üzerinde Üniversite’nin gönderdiği bir mektup vardı. Dört ay önce, o askerdeyken gelmişti. Yarım bıraktığı hukuk fakültesindeki derslerine devam edebileceğini müjdeliyordu. Son zamanlarda aldığı en iyi haberdi bu ama, o henüz ne yapıp yapmayacağına karar vermiş değildi. Önünde uzun bir yaz vardı. Düşünüp taşınmak için zamanı boldu.
Yazın sonlarına doğru bir sabahtı. Erkenden evden çıkan İlker, denize yumruk gibi uzanan tepenin üzerindeki Ceneviz Kalesi’ne kadar yürüdü. Tepeye çıktı. Eski Liman’ı seyretti. Masmavi ve yemyeşil tonların arasına sıkışmış batık iskelenin karaltısı hala ürkütücüydü. Dev bir balığa benziyordu. Tepede biraz soluklanan İlker, dar bir patikadan aşağıya indi ve Siyah Burun’un en uç noktasından denize atladı. Yarım saat yüzdü, üşümeye başlayınca kayalardan birine çıkıp oturdu.
Bir süre denize, dalgaların kabarıp alçalmalarına baktı. Kayaların arasına sıkışan beyaz köpüklerin yükselerek yayılmalarını seyretti. Yavaş yavaş uykusu geliyordu. Dayanamayıp uzandı, kayadaki bir tümseği yastık yapıp uyudu.
Uyandığında saat on olmuştu. Güneş iyice yükselmiş, yakıcılığı artmıştı. Burada biraz daha kalırsa deniz anası gibi eriyeceğini düşündü. Kayalara basa basa Siyah Burun’a çıktı. Elbiselerini giyip sahile indi.
Plaj hafif hafif dolmaya başlamıştı. Tanıdık, tanımadık bir sürü insan denize giriyor, güneşleniyor, voleybol oynuyordu. Öğleye kadar kumsalda adım atacak yer kalmazdı.
Eve döndüğünde İlker’in ilk işi, çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla bahçedeki çeşmede ayaklarını yıkamak oldu. Kumlardan kurtulduktan sonra, arka tarafa geçip balkona çıktı. Niyeti, asma yapraklarının gölgesinde oturmaktı ama, büyükbabasının çaldığı udun sesini duyunca bundan vaz geçip mutfak kapısından eve girdi.
Büyükbaba sağlıklı ve dinç bir adamdı. Yirmi yıl önce Fabrika’nın muhasebe müdürüyken kendi isteğiyle emekli olmuştu. O günden sonra, bütün ilgisini ve zamanının çoğunu müziğe yöneltmişti. Küçük yaşta öğrendiği uddan başka çok iyi tanbur ve kemençe de çalardı. Evin her tarafı müzik ve nota kitapları, eski veya yeni Türk Müziği plakları, kasetleri ve çalgılarıyla doluydu. Eskiden sık sık arkadaşlarıyla toplanır, sabahlara kadar fasıl yaparlardı. Ama artık o günler geride kalmıştı. Arkadaşlarının kimi Filyos’tan ayrılmış, kimi de ölmüştü. Kalanlar da ya hastaydı ya da bunak.
Yaşlı adam udunu bırakarak torununa sevgiyle gülümsedi. Açık pencereden ılık bir rüzgar daldı odaya. Perdeler nazlı nazlı dalgalandılar. Büyükbaba, torununun yüzündeki ifadeyi çözemedi.
İlker büyükbabasına yaklaştı. Parmaklarının ucuyla udun tellerine dokundu. Gözlerini rüzgarın yeniden şişirdiği perdeye dikti.
-Neden hep aynı makamdan çalıyorsun?
Dalgın bir sesle, sanki aklı başka bir yerdeymiş gibi sormuştu.
Büyükbaba sesini çıkarmadı. Torununun bakışlarındaki ümitsizlik yaşlı adamı rahatsız etmişti. Çocukluğundan beri onu hiç bu kadar tuhaf görmediğini hatırladı ve büsbütün tedirgin oldu.
Son zamanlarda acemaşirana takılıp kalmıştı, doğru. Her çalışında yeni bir güzellik keşfediyordu bu makamda, şimdiye kadar farketmediği yepyeni duygu derinlikleri yakalıyordu. Bunda garipsenecek ne vardı ki? Her sanatçı bir makama sevdalanırdı. Selahadin Pınar’ı kürdilihicazkarsız, Saadettin Kaynak’ı segahsız düşünmek mümkün müydü? Osman Nihat Akın’ın makamı ise hiç kuşkusuz, nihaventti.
İlker, kaşlarını kaldırdı.
-Ama notaların bazılarını yanlış çalıyorsun.
Yaşlı adam hayretle torununa baktı. Demek farketmişti.
İlker o gece uyuyamadı. Mutfağa girdi, çıktı. Salona geçti, oturdu. Radyoyu açtı, kapattı. Tevizyonu açtı. Dörde kadar koltukta bir sağa bir sola döndü. Sonra yatmaya gitti. Ertesi gün erkenden evden çıktı ve akşama kadar dönmedi. Büyükbabasının kendisini merak edeceğini biliyordu. Ama buna aldırmadığını farketti ve rahatladı.
Ertesi gün kahvaltıda uzun süre konuşmadılar. İlker, semaverden yeni bir çay doldurdu bardağına. Şeker koyup karıştırdı. Bir yudum içtikten sonra, gözlerini yaşlı adamın yüzüne çevirdi.
-Onlar neredeler, büyükbaba?

Birden bir gong sesi duydu yaşlı adam. Elindeki bardak ağır ağır yere düştü, paramparça oldu. Masanın diğer ucunda oturan büyükanne ayağa kalktı ve,
-Evet, soruyu duydun!... diye bağırdı.
Sonra da kendisine hiç yakışmayan bilmiş bir tavırla ekledi:
-Tam bir dakikan var!... Doğru yanıtı verirsen büyük ikramiyeyi kazanacağız!....

-Büyükbaba, büyükbaba!...
Yaşlı adam sarsmalara tepki vermedi. Gözleri kapalı, teni soğuktu. Doktor Adli bey yirmi dakika sonra geldi. Birlikte büyükbabayı odasındaki yatağa taşıdılar. Yaşlı adama ilaçlar verildi, serum takıldı. Durum ciddiydi ama şimdilik merak edilecek bir şey yoktu. Yarın, gerekirse ambulansla şehirdeki hastaneye kaldırılabilirdi.
Torununun bazı kuşkuları vardı. Onları açıkladı istemeye istemeye.
-Dün ilk kez yanlış notalarla çaldı acemaşiranı. Daha önce böyle bir hatasına tanık olmamıştım.
Doktor Adli bey bu gözlemi ilginç buldu ve cebinden çıkardığı not defterine kaydetti.
İlker bütün gün bahçede oyalandı. Çiçeklere su verdi, incir topladı, hamakta kitap okudu, radyo dinledi. Arada bir büyükbabasını yokladı. Biten serum şişesini dolu olanıyla değiştirdi.
Gün boyu hava çok sıcaktı. Akşam yemeğini balkonda yedi. Ortalık iyice kararınca televizyonu açtı. Haberleri izlerken kestane ağaçlarıyla kaplı tepelerin arkasından kocaman bir ay doğdu. İlker, büyülenmiş gibi aya bakakaldı.
Büyükbabası uyuyor muydu yoksa uyanık mıydı, belli değildi. Ama nefes alıp verdiğine göre demek ki, hala yaşıyordu. İlker komodinin üzerindeki küçük lambayı yaktı ve yatağın ayakucuna oturdu.
Yaşlı adam, gözlerini açtı, torununu gördü.
Büyükbabasının kendisine baktığını farkeden İlker, kederli bir sesle mırıldandı.
-Hatırlar mısın, küçücük bir çocukken bana kalyonları anlatmıştın. Ve demiştin ki, ‘Sabırla beklersen, bir gün o kalyonları görebilirsin.’ Ben o kalyonları asla göremedim Büyükbaba.
Büyükbaba yorgun bir tavırla baktı. Torununa neyin gerçek neyin yalan olduğunu söylemeyi çok isterdi. Ama yapamadı. O sabah ta yapamamıştı. Bundan sonra da yapamayacaktı.
İlker birden ciddileşti.
-Kalyonlar gelmedi, Büyükbaba. Ama onlar da gelmedi. Onlar nerdeler Büyükbaba?
Yaşlı adam, torununun ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Yıllardır beklediği, yanıtını vermeye çok önceden hazır olduğu bir soruydu bu. Sağ elini güçlükle kaldırarak, duvarda asılı duran genç bir erkekle genç bir kadının yan yana çekilmiş fotoğraflarını gösterdi. Bir şeyler söylemeye çalıştı ama dudaklarının arasından yalnızca hırıltıya benzer bir ses çıktı.
İlker, itiraz etti.
-Hayır, büyükbaba. Tanımıyor kimse onları. Babam dediğin adam senin oğlun değil. Annem kimle evli? Neden yirmi yıldır bizi aramadı?

Yeni bir gong sesi daha duydu yaşlı adam. Bu seferki daha şiddetliydi, bu yüzden çınlaması uzun sürdü.
Büyükanne odanın kapısında durmuş, elleri belinde söyleniyordu:
-Hadi bakalım, ver yanıtını. Ama çabuk ol. Hiç zamanın kalmadı. Bütün bir gece seni burada bekleyecek değilim.

Büyükbaba yalnızca bakıyor, konuşmuyordu.
Sessizlik o kadar uzadı ki, İlker’in canı sıkıldı. Büyükbabasına yıllardır sorması gereken sorular, neden böyle son dakikaya sıkışmıştı ki? İlker, yailı adamı yoklamak için yeniden odasına gittiğinde farketti onun öldüğünü. İçini bir korku kapladı. İlk kez bir ölüyle aynı odadaydı. Bir süre kıpırdamadan durdu. Sonra yavaşça yatağa yaklaştı. Büyükbabasının yüzüne baktı. Bu onu biraz cesaretlendirdi. Telefona kadar gidecek gücü kendisinde buldu ve doktoru aradı.
Sokak kapısını kapatıp dışarı çıktığında saat ikiydi. Kestane ağaçlarının arkasından yükselen ay, gökyüzünde tepsi gibi parlıyordu. Hava rüzgarsız ve ılıktı. Deniz kıyısına indi. Kayalara çarpan dalgaları seyretti bir süre. Sonra, Kale’ye doğru yürüdü. Yolda eski bir şarkı geldi aklına. Ama sözlerini anımsayamadı, unutmuştu.

Kategori:

Re: Kalyonlar

Kestane ağaçları, deniz, eski iskele ve tabiki kale...Oraları tanıyan ve Filyos'a dair anıları olanların bir çırpıda aklına geln imgeler sanıyorum bunlar olur. Eğer Filyos'a dair bir hikaye yazmam istenseydi bende sanırım bunlardan bahsederdim. Kestane ağaçlarının nasıl renk değiştirdiklerinden, sarıdan kızıla dönen yapraklarından bahsederdim. Tarihten, eskiye ait olanın nasıl dağın eteklerinde keşfedilmeyi beklediğinden, envai çeşit bitkinin, böceğin ve ağacın Pagan bir inancı benimsemiş insanlara ait mabetleri, kemerleri, taş duvarları nasıl içine gömüp bizlerden sakladığından bahsederdim... sonra Filyos çayı ile denizin buluştğu yerden, kuşlardan, bıldırcından, üveyikten, çulluktan bahsederdim... Balıkçılardan, balığın tenekesi bir liraya satıldı mutluluk günlerinden bahsederdim mesela... Ve çokça insanları anlatırdım. Evet en çok da onları anlatırdım. Nemli havasından, mısır tarlalarından, maruldan, pırasadan, ıspanaktan bahsederdim... Ve daha bir sürü şeyden.

Teşekkürler Ömer Faruk...Her sene gidiyorum Filyosa belki, ama hikayeni okuduğumda keşke oralarda olsaydım dedim kendi kendime... Aşağıdaki cümleler sanıyorum bir çocuk tedirginliğinin, korkularının ve mutlu olabilmeye dair haklı isteminin en güzel anlatımlarından.

"İskelenin kendisinden değil, dışarıya yansıyan karaltısından korkardı İlker. Suyun içinde, saldırmaya hazır dev bir balık gibi görürdü onu. Bu cesaret kırıcı tanıklığın verdiği yılgınlıkla Eski Liman’a fazla sokulmak istemezdi."


Re: Kalyonlar

Öyküyü büyük bir merakla okudum. Özellikle ilk kısımdaki bekleyiş ve gerilim beni peşinden sürükledi. Ancak çocuğun büyümesine biraz hızlı geçildiğini düşündüm. Burada anlatı daha çeşitlendirilebilirmiş gibi geldi. Birkaç da not aldım.

""
Onu ne kadar çok sevdiklerini göstermenin dışında hiçbir şey yapmadılar.

Bunu yazar (ya da tanrı anlatıcı) söylemese de biz eylemlerden çıkarsak.

""
Her sanatçı bir makama sevdalanırdı. Selahadin Pınar’ı kürdilihicazkarsız, Saadettin Kaynak’ı segahsız düşünmek mümkün müydü? Osman Nihat Akın’ın makamı ise hiç kuşkusuz, nihaventti.

Öykünün içinde makale bilgisi gibi durmuyor mu?

""
Büyükbabasının kendisini merak edeceğini biliyordu. Ama buna aldırmadığını farketti ve rahatladı.

"Aldırmadığını fark etti"... Peki biz bunu nasıl anlıyoruz? Anlatı konumundaki bu "tanrı anlatıcı" hatasına sık sık dikkat çekmeye çalışıyorum. Öykünün dokusunda bunu göstermenin pek çok yolu var. Onlar araştırılmalı.

""
-Evet, soruyu duydun!... diye bağırdı.

Bu öfkenin kaynağını çok anlayamadım ben öyküden.

Duru bir anlatımınız var. Ellerinize sağlık.