UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

04 Eki 2010
Barış Acar

Büyük jestlerle var olan, sürekli ahkâm vaktinde üstlerine düşen büyüleyici ışık altında konuşan, “tarih yapma bilinci”yle donanmış kahramana karşı, sıradan yönleriyle “insan”ın temelinde olduğu bir bina inşa etmek mümkün müdür? Bir süre önce Mustafa filmi üzerine yapılan bir tartışma (Bkz.: Mustafa ve Notlar üzerine) esnasında bir kenara düşmüştüm bu notu. Şimdi, "Öyküde Konu" sorununun tartışıldığı bir dönemde, sıradanlık meselesine değinmek yerinde olabilir diye düşünüyorum.

Edebiyatta Homeros destanları, tiyatroda Aiskhylos, Eurupides karakterleri, plastik sanatlarda Ortaçağ’ın aziz portreleri, Leonardo’nun tanrısal yüzleri, Michalangelo’nun anıtsal figürleri, Delacroix’nın ulus inşa eden insanları, Wagner’in, Verdi’nin operaları, hep büyük kahramanlar ve kahramanlıklar üzerineydi. Gerçi, halk edebiyatlarında sıradan insana rastlamak mümkündü ama onların da çoğu ya figüran rolünde kalıyordu ya da bir süre sonra “baht dönümü”nden geçerek efsanevi bir kahramana dönüşüyorlardı. Handiyse, modern çağda Clark Kent’in temsilcisi olduğu sıradanın mitleştirilmesi motifine sahne oluyorlardı.

Modernizm açısından bakacak olursak, sanat tarihinde kahramanın tahtından indirilmesi yirminci yüzyılın alametifarikası. Hatta, modernite içinde daha gerilere uzanarak, Boccaccio’nun öykülerinde sıradan insanın gündelik hikâyelerini bulmak mümkün. Dostoyevski, Çehov, Maupassant durup durup sıradan insana bakıyor değiller mi? Shakespeare, Balzac, Yaşar Kemal tarihsel kişiliklere odaklandıklarında bile onların sıradan insan yönlerini öne çıkarmaya, görünür kılmaya çalışmıyorlar mı? Antik Yunan’ın tanrılar kenti Olympos Dağını merkez alan kahramanlık öykülerinden günümüze gelene değin kahraman tipolojisindeki değişim tek tek ele almayı gerektirmeyecek kertede açık. Antigone’nin ikilemi ile Hamlet’in ikilemini karşılaştırdığımızda ilk önce “kuşku”nun muazzam artışını gözlemleriz. İkincisinde evrensel ya da toplumsal yasalar değil, yasalar karşısındaki insanın tutumu gözler önüne getirilmiştir, insanî hata riski tartışma konusu edilmiştir. Hamlet’te ilk dikkatimizi çeken, kahramanın artık o kadar da kahraman gibi görünmüyor oluşudur, kendini kahramandan çok sıradan insana yakın duyuşudur. Kafka’nın Gregor Samsa’sını, Camus’nün Yabancı’sını, Beckett’ın karakterlerini de bu çerçeve içinde daha iyi anlamlandırabiliriz.

Modern edebiyatı baştanbaşa sarmış bu izleği takip edersek bir anti-kahraman olarak inşa edilmiş ve kahramanlığın, Hegel’in sözünü ettiği anlamda kurumsal kahramanın, ortadan kaldırıldığı ya da en azından bambaşka bir şeye dönüştürüldüğü bir alana ulaşırız. Anti-kahraman bir kahraman parodisi olarak kaşımıza çıkmaya başlamıştır bundan böyle. Ne ki, amaç kahramanı alaya almaktan çok, onun insan olarak varlığına dikkat çekmektir. Bu dönüşümün varlığına karşın eğer ki, kahraman yok edilemez, nitelikleri dönüşüme uğratılamaz, kahraman mitosu yenilgiye uğratılamaz, noktasında ısrar ediliyorsa bunun güncel yaşamdaki karşılığı herhalde Hollywood sinemasının iyiden iyiye sulandırdığı kahraman tiplemesi olacaktır. Oysa 20. yüzyılın büyük yazarlarının bize gösterdiği, kurumsal bir iddianın evi olarak kahraman mitosunun ve kahramanlık öykülerinin geri çekilmekte olduğu yönündedir. Özellikle 20. yüzyıl başı Sovyet sineması bu geri çekilişin başyapıtlarını üretmiştir. Eisenstein ve Pudovkin, bugün izlemekte olduğumuz sinemanın teorisini yazarlarken, kahramana karşı “kahramanın dağılışı”nı önererek yeni bir öznelik deneyimini sanat tarihine armağan etmişlerdir.

Kurum Olarak “Kahraman”ın Yapısökümü

Öyleyse "sıradan insan"a duyulan tepkinin nedeni ne olabilir? Tarihle birey arasındaki uzaklıktan kaynaklanan bir yanılsama mı? Sonuçta tarih, yüzyıllar boyunca, kurumların tarihiydi, insanların tarihi olamazdı. Yaşayan, soluk alıp veren insanlardı belki, ama sözünü etmeye değer değillerdi yine de. Dünya bir kurumlar dünyası olarak tanımlanmalı, rasyonel aklın kuşattığı evren bir denklemler evreni olarak var olmalıydı. Bu tarih içinde insana yer olamazdı, hele de sıradan nitelikleriyle… Marks’ın “Tarih yapan özneler değil, sınıflardır.” tanımı bile bu genel şablona uyum göstermiyor muydu? Tabii, bunu yüksek sesle savunan Marksistlerin aksine Marks’ın sınıf kavramını mutlak olarak değil, gelip geçmesi gereken bir takım kütlesel oluşumların analizi için bir öneri olarak kullandığı gerçeğini göz ardı edersek.

Bu noktadan ötede tartışmaya açılan sorunun “Yaşam kurumların yaşamı mıdır, yoksa kişilerin yaşamı mı?” şekline dönüştüğünü görebilir ve bu soru karşısında öncül olarak alınan metodolojinin Hegel felsefesinin tarihyazımından kaynaklandığını saptayabiliriz. Hegel felsefesinin dönemi içindeki ayırt edici yanının ise, devlet kavramına verdiği özel önem olduğu bilinir. Hegel’e göre “devlet”, insanlık tarihinin serilip dökülmesinin üst noktası, zihinsel olanın dünyada karşılık bulmasının adıdır. Öyle ki, devlet kuran bir canlı olarak insanın 18. yüzyıldan itibaren yalnızca kurumsal yapıdaki yeriyle değerlendirilmesi istenir. Bu anlamıyla tam tamına bir statüko olarak çıkar karşımıza Hegel felsefesi. Giderek onun Machiavelist bir katı kurum adamı olduğunu söylemek de olanaklı hale gelir. Böylece bütün aydınlanma felsefesinin en kritik sorusu olan “kişisel özgürlüklerle toplumsal düzen arasındaki çatışma”nın kökendeki varlığını sürdürmekte olduğunu görebiliriz. Tarih konusunda öncül olarak alınan felsefe bu çerçeveye sıkıştığında da, “devlet başa kuzgun leşe” anlayışının dayanılmaz hafifliği tarafından çepeçevre sarmalanmış oluruz.

Söz buraya geldiğinde ve tarihyazımı konusunda Hegel’den yola çıktığımızda “öznelik durumları” üzerine odaklanmak tartıştığımız konu açısından özel bir önem taşıyor. Keza, Hegel'de öznenin ötekiyle savaşım içinde kendini kurması “özbilince ulaşma” anlamında “insan” kavramının yaratılması için başat. Ortaçağ’ın kitleselliğinden bağımsızlaşmış, dünyaya dokunan ve onu değiştiren bir birey olarak özne, moderniteyle birlikte tarih sahnesine çıkmak gereğini duyuyor. Kendi farkındalığı içindeki bu yeni özne, giderek tanrısal “yüce” kategorisiyle ilişkiye geçiyor ve onun içinde ikame ediyor. Dolayısıyla modernitenin sonucunda kadim zamanlar kahramanın sahneyi terk ederek, tanrısal niteliklerini özneye devrettiğini söylemek mümkün görünüyor.

Tanrısallıktan arınmış, “aşkın” olmayan bir öznenin varlığı, sanat alanında tanınmış olmasına rağmen, siyasa ona pek ılımlı bakmıyor. Sonunda tartışma gelip şu noktada düğümleniyor: Bütün 20. yüzyıl deneyiminin ardından öznelik yeni bir biçimde kurulamaz mı? 21. yüzyılda, yücelik durumunu, tanrısallığı ve dolayısıyla bunların yarattığı kurumsal kabuğu dışarıda bırakan bir özneliğin artık olanaklı olduğunu söyleyemez miyiz? Akhilleus’un, Napolyon’un ya da Süperman’in dışında, Maupassant’nın, Çehov’un, Sabahattin Ali’nin öykü kişileri birer “özne” olarak görülemezler mi? Büyük jestlerle varolan, müthiş kararlı, kurumsal özneler değil onlar. Yine Hegel düşünüşünün izinden giderek, “tarih yapma” nosyonuyla değerlendirecek olursak, tarih yapan özneler değiller. Tarih yapan sınıflarla ilişkili belki, Deleuze’ün söylediği gibi, daha dağınık, daha fragmanlara bölünmüş, daha “insan” özneler. Buradaki vurgu yine “kuruma karşı insan” iması taşıyor. Buradan hareketle sıradan insanın kahraman olarak yeniden inşasının temelinde özneliğe ilişkin bu yeni algının yattığı savlanamaz mı?

Neticede, sorulacak soru değişmiyor: Hegel’deki hiyerarşik/ kurumsal yapıyı ne yapacağız, sıradan insanı savunmak ya da insanı sıradan yönleriyle savunmak (onun özneliğini aşkın bir öznelik olarak ele almadan savunmak) için gidebilecek bir yol bulunamıyor mu? Deneyiminin biricik sahibi olabilecek sorumluluk ve hak sahibi özne, ille de kurum insanı mı olmak zorunda, kahramanın özgür iradesi ve tercihleri olamaz mı; kaldı ki bu özne olarak kahramanın asıl karakteri değil miydi?

Kategori:

Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

barış, yoksa hala duymadın mı? "insan öldü!".. "kim öldürdü?" dersen, "fail-i meçhul" demek gerekir, değil mi..Smile


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

oktay dedi ki:
barış, yoksa hala duymadın mı? "insan öldü!".. "kim öldürdü?" dersen, "fail-i meçhul" demek gerekir, değil mi..Smile

"İnsan"ın neliği ve konumu ile ilgili sorular, sorunun apayrı bir boyutu elbette. Ancak yazıda muradım, daha çok, "kahraman mitosu" ve "sıradan insan" olgularıyla uğraşmak.


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

şunun için gündeme getirdim:

Barış Acar dedi ki:

Deneyiminin biricik sahibi olabilecek sorumluluk ve hak sahibi özne, ille de kurum insanı mı olmak zorunda, kahramanın özgür iradesi ve tercihleri olamaz mı

"özgür irade" ve "tercihler" üzerinden gidilecek yolda karşımıza en fazla varoluşçuluk çıkar.ondan ötesi yoktur, ki "varoluşçuluk" da temelden "hegelci" bir karakter arzeder.onun düşünme tarzı "hegelcidir"..

deleuzde'den bahsetmişsin yazıda ama başladığın yere geri dönmek zorunda kalmışsın, "özgür irade ve tercih" ile - bu sorunun zorlayıcılığından kaynaklanıyor tabii-

belki de şöyle sormak ve sorunsallaştırmak gerekiyor: "insan nasıl korunacak? değil, insan nasıl kendini aşar?"*

bu bağlamda cogito dergisinin 25. sayısında yer alan "üstüninsan: diyalektiğe karşı" makalesi -deleuze kaleme almış- ilginç olabilir.

*F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt - yüksek insanlar hakkında, 3. kısım


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

Bu çağın “kahramana” bakışı yığılmış kitelenin düşkün bakışıdır. Bu çağın insanı – bu çağın “sınırlarını çizmek” hususu da önemlidir- “kahramana” öykünerek ve belki de bunun için hasetle bakar. Öykünmenin içindeki yüceticilik, hasetin ölümcül zehrinde ölüme terkedilir. Her iki tutum da “sıradan insanın” tepkisel düşünüşünü örnekler. Örneğin bu tepkisel düşünüşe Batman- The Dark Knight filminde Joker’in gözlerinden bakılmasını “öneriyorum” , burada söz konusu film incelenmeyecek...
***
“Sıradan insan” kendini sıradanlık ile özdeşleştirerek görür. Sıradanlığı ise kahramanlığın tam karşıtı olarak tespit eder. bu durumda “kahramanlık” zorunlu olarak eninde sonunda bir “değer kaybına” uğratılacaktır.( “Zayıflar, bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar.”, "Her zaman, kuvvetlileri zayıflara karşı korumak gerekiyor” nietzsche) “Kahramanlık” ve “sıradanlık” kategorileri sıradanının düşünce sistemetiğinde tanımlanmışlıkları ile tasavvur edilemezler.

Sıradanın düşünce sistematiğini yırtan ilk “kişi” olma “şansına erişen” Nietzsche’nin şu sözlerine bu bağlamda bir göz atalım:
“En kaygılı olanlar dahi sorar bugün: “insanı nasıl korumalı?” Zerdüşt tek ve ilk soranı olduğu şeyi soruyor: insanın üstüne nasıl çıkılacak? Üstün insan benim için çok önemli, insan değil, ama tek olan benim için odur: hemcins değil, en sefil değil, en dertli değil, en iyi değil”*

Bu sözlerle Foucault’nun “insan öldü” diyişini önceleyen Nietzsche için “üstün-insanın önemi” nedir? “En iyi yada en kötü olmayan üstün insan”, sıradan ve kahraman olmayan -“insan olmayan”- üstün-insan şeklinde yankılandığında, bu kişi nereye konumlanmış olur? yada bir yere konumlanmış olur mu?
***
“Nietzsche nin üstün insanı kahraman değildir” dediğimde pek çok itiraz duyar gibi oluyorum: “Nasıl olur? Nietzsche’nin üstün-insanının kahraman olmadığını nasıl iddia edilebilir? Nietzsche değil midir “istisnai-bireye” sayfalar dolusu övgü düzen? ” bu itiraza cevabım şudur: “sıradan gözler” Nietzsche okuduğunda ya “sıradan” bir metin-bir haset-, ya da bir tür “kahramanlığa övgü” okur. Her ikisi de Nietzsche’ci düşünüşün “rizomik karakterini” bir indirgemeye tabi tutarak, her şeyden önce Nietzsche’nin “okuyucudan” talebiline de kör kalarak okumaktadırlar. aslında “okumaktadırlar ” diyerek cömert davrandım, burada söz konusu olan bir “okutulma”dan ibarettir.


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

Benim de aklıma hemen öyküdeki Ömer Seyfettin kahramanları ile Sait Faik'in kahraman olmayanları geldi. Hepimiz farklı pencerelerden bakmışız belki de. Bunun bir evrim meselesi olduğunuve sinemayla da eşzamanlı giden çizgide; günümüzde "kahraman"dan çok "sıradan"ı okuduğumuzu,izlediğimizi söyleyebiliriz sanırım.

Yine "Anayurt Oteli" ile "Feride" kıyaslaması da örnek olarak düşünülebilir.


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

Rahmi Öğdül, bugünkü yazısında tam da Ergin Yıldızoğlu'yla tartıştığımız kahramanın dağılışına ilişkin dile getirmeye çalıştığım şeye vurgu yapmış:

""
Siyasal ve toplumsal evreni iç içe geçmiş dairelerden oluşan bir tür dart oyunu olarak düşünen yaklaşımlar, tüm sorunların çözümü ve kaynağı olarak gördükleri merkezi daireyi hedefleyerek fırlatıyorlardı oklarını. Bilirsiniz, eş merkezli dairelerden oluşmuş bir hedef tahtası ve bu tahtaya fırlatılan oklardan oluşan bir oyundur dart. Kökenlerinin eski okçuluk sanatına dek gittiği söyleniyor. Hedef tahtasının merkezinde yer alan küçük daire çok önemlidir. Bu daireye “bulleye”, yani boğa gözü adını vermeleri boşuna değil; iktidarın her şeyi gören, düzenleyen, denetleyen merkezidir burası. Boğayı gözünden vurursanız en yüksek puanı alırsınız. Destanlarda da kahramanlar oklarını, canavarların hep gözüne nişan alarak fırlatırlardı. Kahramanların düşüncelerini, stratejilerini, hedef tahtasının eşmerkezli daireleri belirliyor. Merkezde asıl sorun, merkezi çevreleyen daireler de ise bu sorundan türemiş ikincil sorunlar yer aldığı için canavar tam gözünden vurulmalıydı..

Dart tahtası görünümündeki bu siyasal yapının dağıldığına tanıklık ediyoruz günümüzde. Giderek ağsallaştığını ve iktidarın da bu ağın her yanına sızdığını görüyoruz. Kahramanlar açısından artık canavarların ne kör edilecek gözleri ne de kesilecek başları var. Bu yüzden kahramanlara da pek gerek kalmıyor. Gözler ve başlar akışkan hale geldikçe, bir ağ gibi yayılıp kılcallaştıkça iktidarı tek bir merkezde aramak gittikçe güçleşiyor.


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

mikro iktidar çözümlemelerinin iktidarı mikrolaştırması karşısında tabii olarak "kahraman" da, gerek "güce sahip olma" bağlamında, gerekse "iktidara" saldırma bağlamında bir dönüşüme uğrayacaktır. bu ise "kahramana" gerek kalmadığı anlamına gelmez, kahramandaki dönüşüme işaret eder. "kahraman" tekil, yıkız, tutarlı, kimlikli bir yapı değildir artık. dediğim gibi, sıradanın karşıtı olan tıkız kahramanlık zaten sıradanın kahramana bakışını yansıtır... kahraman "kendisini" sıradan üzerinden tanımlamaz (hegel'in kölesi gibi değildir), hatta "kahraman" artık tanımlama uzamının kenarındadır, asalaktır kahraman.deleuze'ün göçebesidir belki..


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

oktay dedi ki:
"kahraman" tekil, yıkız, tutarlı, kimlikli bir yapı değildir artık. dediğim gibi, sıradanın karşıtı olan tıkız kahramanlık zaten sıradanın kahramana bakışını yansıtır... kahraman "kendisini" sıradan üzerinden tanımlamaz (hegel'in kölesi gibi değildir), hatta "kahraman" artık tanımlama uzamının kenarındadır, asalaktır kahraman.deleuze'ün göçebesidir belki..

Başlangıçta edebiyata ait olan bir sorunun (Homeros'un yapıtı tarafından içerilen tarih ve birey sorununun) felsefeye (Sokratesci kuramsal aklın Platon ve Aristoteles tarafından kategorileştirilerek mutlaklaştırılması yoluyla) tayin edilse bile anayurdunda (sanatın topraklarında) tartışılmasını işlevsel buluyorum.

Bu yüzden kahramanla ilgili yukarıdaki cümleleri Herakles ile Hamlet arasındaki gerilim üzerinden tartışmak isterim. Gücüm yettiğince de aynı tartışmayı farklı örnekler üzerinden Camus'nün, Beckett'in anti-kahramanlarına dek sürdürmek niyetindeyim.

Herakles (Herkül) de Hamlet de, şu veya bu şekilde, "sıradan insanın bakış açısından" tanımlanmış kahramanlar (bunun ötesinin tanımlanabilirliğinin -Nietzsche'nin perspektifinin- ise sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünüyorum); ancak bu saptama onların arasında önemli ayrımlar olmadığı ya da bu ayrımların önemsiz addedilebileceği anlamına gelmiyor. Keza klasik anlamdaki kahramanın (tarih yapan tanrısal güce sahip birey) daha modernitenin başlangıçlarında çözülmeye başladığını ve Hamletle birlikte (belki öykü anlamında Boccaccio ile birlikte demeliydik) şüphe ya da zayıflıklarıyla kendini gösteren, sıradan insana yakın bir karaktere dönüşmeye başladığını saptayabiliriz diye düşünüyorum. Burada, belki de, asıl soru, "sıradan insan"ın nasıl olup da kahraman olacağı oluyor.


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

Barış Acar dedi ki:

Başlangıçta edebiyata ait olan bir sorunun (Homeros'un yapıtı tarafından içerilen tarih ve birey sorununun) felsefeye (Sokratesci kuramsal aklın Platon ve Aristoteles tarafından kategorileştirilerek mutlaklaştırılması yoluyla) tayin edilse bile anayurdunda (sanatın topraklarında) tartışılmasını işlevsel buluyorum.

Bu yüzden kahramanla ilgili yukarıdaki cümleleri Herakles ile Hamlet arasındaki gerilim üzerinden tartışmak isterim. Gücüm yettiğince de aynı tartışmayı farklı örnekler üzerinden Camus'nün, Beckett'in anti-kahramanlarına dek sürdürmek niyetindeyim.

kanaatimce, "anayurtlar" ancak "kuramsal akılın" düşünme tazrı ile ortaya çıkarlar. sanat, "anayurt" olamaması ile sanattır,sanat sınırları ihlal etmesi ile "sanattır." sanat ve felsefeyi yalıtmak, her halükarda "sanat-karşıtı" bir tutumu imler. din, bilim, felsefe sanatsal etkinlik olmalarına rağmen bunu unutan ve ciddişen "sanatsal etkinlikler" değillerse, nedirler ki...

öte yandan, diyelim ki bir "anayurt" belirlene-biliniyor olsun- imkansızdır ama- Rahmi Öğdül alıntısıyla ve alıntıdaki "mikro iktidar" göndermeleriyle başlığa "sosyoloji" ve "felsefe" davet edilmiş olunuyor. yine de bu tutumda ısrar edilirse "anayurttan" alır başımı giderim... zaten kalamam ben herhangi bir "anayurtta", "mizacıma" ters bu..


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

Sözcüklerle terimsel düzeyde ilgilenmemek gerekir. "Anayurt", elbette ve sadece metafor. Dolayısıyla kimsenin gitmesini ya da ikame etmesini sağlayacak bir sözcük olmamalı. Derdim, yalnızca, fenomenin kendisinden uzaklaşarak -her ne kadar metafizik söylemden oldukça uzak olsa da- salt düşünüm düzeyinde kalarak metafiziğe akraba bir söylem üremesinden kaçınmak. Bu yüzden, fenomenler düzeyine inip, doğru bir sıra izlemek için sanat yapıtına dönmeyi öneriyorum.

Bu foruma başlangıcından beri davetli olan ve bu konu çerçevesinde söyleyecekleri olduğuna inandığım Rahmi Öğdül'den alıntıyı da bu yüzden yaptım. Bir fenomen olarak "oyun"a gidiyor ve argümanlarını oradan derleyerek derdini ifşa ediyor. "Kahraman"ın neliği ve özellikle "yapısökümü" konusunda bu yöntemi -daha önce de belirttiğim gibi- işlevsel buluyorum. Aslında Homeros'u, Hamlet'i, Mersault'yu hakkıyla açabilsek kavramsal düzeydeki uslamlamalarımız daha çok ete kemiğe bürünecek.


Re: Edebiyatta Kahramanın Yapısökümü ve Sıradan İnsan

İnternette düzensiz aralıklarla takip ettiğim Proscenium Arch çalışmaları, gözden kaçırdığım bir süreç içinde (K)adıköy (H)amlet (A)araştırmaları (E)nstitüsü çalışmalarını başlatmış.

Burada Hamlet üzerine tutulmuş notlar hoşuma gitti. Daha sonra da üzerine düşünebilmek için buraya not alıyorum:

""
Hamlet, tıpkı Shelley’nin Frankenstein’ındaki golem gibi, yaratıcısı tarafından kontrol edilmekte zorlanıldığı açıkça görülen bir canavardır aslında. Bu canavar, kendi varlığını sorgulamaya giriştiğinde artık onu yazınsal bir imge gibi silgiyle yok etmek de, defter üzerinde kalan izleri yok etmek de olanaklı değildir. Bu güçlü sorgulama daha sonraları Shakespeare’in tutkulu okuyucusu Karl Marx tarafından ünlü 11. Tezinde geçen “yorumlamak – değiştirmek” ayrımına dönüştürüldü. “To be or not to be”den “not to comment, to chenge”e evrilen önerme 19. Yüzyılın toplumsal devrim hareketlerinde “yapmak var olmaktır, yapmamak yok olmaktır” önermesine poetik bir temel oluşturdu.

""
Hamlet oyunu bir kopuşlar metni, Hamlet de kopmakta olan soylu bir zihindir ve tıpkı Marx gibi O da varlığı ortaya çıktığı anda kendini yeniden üretmeye yönelmesiyle devrimci bir metindir: Bir karakter değil, bir icat olarak Hamlet’in işlevi giderek Foucault’nun erken dönem icadı dediği “insan” sözcüğüyle birlikte anılmaya da bu yüzden başlamıştır. Hamlet bir kopmanın olduğu kadar, bir aşmanın da bilincidir: Geçmiş(-teki cinayet) ve gelecek(-teki cinayet) arasındaki zincirde bir halka daha olmaya direnen zihin, şimdiki zamana saplanıp kalmış Freud’a göre histerik, Lacan’a göre hem histerik hem takıntılı, Jones-Lidz’e göre manik-depresif, Rank’e göre bir phantazie-mensch, MacCurdy’ye göre psikotiktir; aynı zamanda hem biseksüelliğini kabul edemeyen, hem kadınlığının arkasına saklanmış bir kadın, zinadan iğrenen bir gelenekselci, amcasının zina suçu ile kendi annesine duyduğu aşkın suçunu birleştirip kendini de cezalandıran idealist sanatçı prens olabilen Hamlet, Shakespeare’i Dostoyevski ile birlikte insanlığın / insanın çözülüşünün peygamberi haline getirir.

""
Aynı zamanda Hamlet tiyatral sanatların “itiraf ettirici” gücüne yaptığı aşırı göndermeyle performans sanatının çağdaş devrimci direniş hareketlerine nasıl bir keskin mizah kazandıracağını da göstermiştir. Hamlet, aslında Hamlet hakkındaki mitolojinin (ki bu Yunan mitolojisinden daha “uzun” bir hikâyeler zinciri demektir) ve söylemin altında gözden kaybolmanın hazzını yaşamanın deneyimlenmesidir. İdeal Hamlet okuru kendini çevreleyen kendi adıyla ilgili şamatanın kenarlarına doğru savrulur: Adlar ve eylemlere sahip olmanın olanaksızlığı, kendi adını ve kendi eylemini yaratmanın zorunluluğuna gönderir: Olmak ya da olmamak, varlığa açılmış korkunç parantezin içinde yaşayan yokluğun çağdaş ontolojik felsefelerden intikamının polisiye hikâyesidir.

Alıntıların yapıldığı kaynak: Düşsel Varlıklar: Hamlet - Göknur S.