UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Araf

12 Oca 2011
separy

İnsan acı çekerken günün en zor zamanı geceler derler, geçmek bilmez, uzadıkça uzar, gecenin karanlığı acıyı körükler… Öyle değilmiş, artık biliyordu Deniz.

Günün en zor kısmı sabahıymış diye düşündü. Gözünü açtığı o ilk an değildi zor olan. O ilk şuursuzluk anı çok hafif, çok sakin, nerdeyse mutlu bir andı. Sonra birden kim olduğunu, ne olduğunu, artık nasıl olacağını hatırladığı, bilincin yerine geldiği o ikinci an vardı, işte günün en zor kısmı o zaman başlıyordu.

Her sabah o anda, acı sanki ilk defa yaşıyormuş gibi çöküyordu yüreğine. Bilincin yerine geldiği o saniyeden itibaren, artık hiçbir şeyin eski güzel günlerdeki gibi olmayacağı gerçeği, bir taş gibi gelip oturuyordu göğsüne, sıkıştırıyordu içini. Bu ağırlıkla değil yataktan kalmak, nefes almak ve uyanık kalmak bile zor geliyordu ona. Gözünü dolabın kenarına dikmiş kıpırdamadan yatakta yatarken, son günlerde yaşanan her şey gözlerinin önünden geçiyor ve her sabah, söylenmiş acı sözleri, verilen çaresiz karşılıkları, nedenleri düşünüp, aynı muhasebeyi tekrar tekrar yaparken buluyordu kendini. Tüm yaşananlar, yaptığına kendi de şaşırıp, bu ben miyim dedirten ve sonucu pişmanlıkla biten hareketler, başkalarının söyledikleri, bakışları, hepsi üzerine çullanıyordu. Uyanıp da görmeye başladığı bu karabasan, yataktan kalkmayı ve güne başlamayı imkansız kılan bir ruh haline dönüşüyor, yeni başlayan gün, hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Yeni gün önünde manasız ve anlamsızca uzanıyor, her yeni günden korkuyordu artık Deniz.

Hiçbir zaman sabah insanı olmamıştı. Her gün daha saatin ilk çalışında, hem de neşeyle uyanan, beş dakikada giyinip, onuncu dakikada tam makyaj, şık şıkırdak yola koyulabilen kadınlara oldum olası özenirdi. Ama artık sabah yataktan kalkmak, aynada gördüğü yüzü kabullenmek, dün çıkardığını değil de yeni giysiler bulup giymek ve kendini evin dışına çıkarabilmek, çok büyük bir mesele, hatta neredeyse fiziki bir imkansızlık olmuştu onun için. Kendince insan üstü bir iş başarıp sokağa çıkabildiğinde, caddenin kalabalığı, dolmuş bulmak, şehrin her gün artan sıkışıklığına ve bir yakadan diğerine geçme macerasına dahil olmak, bir süre onu kendinden alıkoyuyor, sonra camdan dışarı bakarken, insanların nasıl olup da gülüp şakalaştığına, mutluluklarına şaşırıyordu; Herkesin sevdiği hala yanındaydı demek…
Bu ofiste onu "İşe yeni başlayan tuhaf kız” olarak tanıyorlardı. Hemen her sabah geç geliyor, onu bu ofise tavsiye eden en yakın arkadaşı Esen dışında kimse ile konuşmuyordu. Gülmüyordu herkes gülerken, en fazla nezaketen sırıtıyordu birisi güzel bir şeyler söylediğinde. Öğlenleri yemek söylese bile, nerdeyse tüm paketi çöpe döküyor, sürekli çay ve sigara içiyordu. Yüzü hep bilgisayara dönük olduğu halde, arada etraftakilerden gözyaşlarını saklayamayıp, tuvalete kaçarak salya sümük ağladığı için, gözleri hep kırmızı, içine çöküktü. Saçı eskiden de kolay şekle girmezdi, kıvırcık bir kalabalık olarak kendi bildiği şekilde kabarırdı, ama şimdi kökünden kesesi vardı, sen sağ ben selamet…

Mezun olmasına çok az kalmıştı aslında. Mimar olup, bunca yıldır kazandıkları üç kuruştan arttırıp da ona gönderen ailesine, emeğin boşa gitmediğini gösterebilecek, hem kendini geçindirip, hem de onlara faydalı olabilecekti. Tabii bu halinin aksine, aklını başına toplayıp, okulda bitirme projesini zamanında teslim edebilir, ofiste ona söylenenleri duymaya başlayıp, patronuna boş gözlerle bakmak yerine, Esen’in anlattığı gibi herkesin beğenisini kazanan, o başarılı genç mimar adayı olduğuna onu inandırabilirse.

Bunları hatırlayıp, yaptığı işe, çizdiği projeye vermeye çalıştı kendini. Bu halleri bir başkasında görse, ayıplar, ”Bu kadarı da insanın kendisine saygısızlığı” gibi büyük laflar ederdi, biliyordu. Zaten zor olan da kendini bu haliyle kabul edebilmekti işte…

Evet, onu terk etmişti Ozan. Sevmiyordu, sevmeyecekti artık. Bundan sonra sevgilisi, hiçbir zaman da kocası olmayacaktı. "Arkadaş" olacaklardı bundan sonra.

Son zamanlarda hep ettikleri o uzun kavgaların birinden sonra, bir akşamüstü söyledi Ozan ayrılmak istediğini. Ona ne kadar kızsa, içerlese de, hazır değildi duyduklarına… Kulaklarında ardı ardına patladı söyledikleri: Evliliğe ya da ciddi bir ilişkiye hazır değilmiş, bu yaşta bu kadar bağlanmak normal de değilmiş zaten, başka insanlar tanımaları, hayatı görmeleri ikisinin de faydasınaymış aslında. Böyle hissedebildiğine göre herhalde aşık da değilmiş! Belki de hiçbir zaman bir bütünün iki yarısı olamamışlar. İkisine ait bir gelecek göremiyormuş, uzatmanın faydası yokmuş, arkadaş kalmak ikisi için de daha iyiymiş…

Artık sana aşık değilim diyen birine ne denir? “Ama ben seni seviyorum, bu büyük şehre karşı seninle ayakta duruyorum, ben, ben olmaktan çıktım, biz oldum, gelecek sen yoksan boş ve karanlık görünüyor, sensiz olmaktan, yalnız olmaktan öyle korkuyorum ki kalbim sıkışıyor…” Tüm bunları söylemenin bir anlamı var mıydı? Ozan kapıdan çıktı, üzerinden kalkan yükün ağırlığı ile hafiflemiş, bir kuş kadar özgür… Deniz Esen'le paylaştığı öğrenci evinde kaldı, tek başına, gidenin ardından soluğu tutularak.
“Ayrılık ölümden de zor” der şarkı, bilmiyordu o kadarını, bir şey diyemezdi ölüm acısına Deniz. Onun bildiği, en yakınının artık en ona yakın olmak istememesi, bu kadar alışmışken, artık onsuz olmaktı. Gördüğü filmde, oturduğu deniz kenarında, yediği yemekte onu anmak, aramaktı. Karşısındayken bile ona bir daha eskisi gibi bakmayacağını, elini tutmayacağını, sarılmayacağını, sevmeyeceğini bilmek ve hep o eski onu özlemekti. Kaybetme acısı belki de hep aynıydı, ama bu defa üstüne bir de istenmemenin eksikliği, suçlanması kalmıştı.

Keşke etraflarındaki bu insanlar, uzak kaldıkları şehirlerdeki kendi ailelerinin yokluğunda, bu kadar önemli olmasalardı ikisi için de. O zaman arkadaş kalalım falan demezlerdi belki, kestirip atarlardı birbirlerini hayatlarından. O her şeyi birlikte yapan grubun içinde, en çok onu görmek, en çok onunla konuşmak isteyip, yine de kenarda durup, onu seyrederek yaşamak zorunda olmazdı. Ama hem onsuz olmak, hem de diğerlerini bırakmak mümkün değildi işte. Yalnız kalmaktan bu kadar korkarken, yapayalnız olmak ne mümkün...

O günden beri yine akıyordu hayat herkes için, her ne kadar Deniz Araf’ta kalmış olsa da. İki aydır aynı arkadaşlarla, aynı yerlerde, ama artık ayrı taraflardaydılar. Hevessiz, neşesiz, hep küskündü Deniz. Çoğunlukla kendisine söyleneni duymuyor, sürekli bir yerlere dalıyor, etrafında yaşananlar sanki ona dokunmadan etrafından süzülüp geçiyordu.
Gün içinde hala Ozan’ın ne yaptığını, ne yapacağını düşünüyor, bir bahane bulup mutlaka iş çıkışı onu da görmesine ihtimal verecek planlar yapıyordu. Başka şeyleri düşünürken bile aklının bir köşesinde onu düşünüyor olmaya şaşıyordu. İnsan zehrini bu kadar özler miydi? O zehir ki her temasta daha çok yayılacak, biraz daha yakacak, çok acıtacak. Ama her bağımlı gibi yoksunluk hissediyor ve birazcık ondan koyabilmek için içindeki boşluğa, sürekli onu görebilmenin yollarını kuruyordu kendi kendine. Birine bağlı olmak ama bağımlı olmamak… Mümkün müydü acaba?

Ozan o kadar hevesli değildi bu planlara katılmaya. Bir bahaneyle ya hiç gelmiyor ya da herkesten geç kalıyordu toplu buluşmalara. Erkek erkeğe görüşmeler de daha sık olmaya başlamıştı. Bir aradayken nazik ama mesafeliydi artık. Bu akşam Esen'in yaş günü şerefine buluşulacağı için kesin gelir ama diye düşündü, içi umutla doldu. Üstüne biraz çeki düzen vermeye, hatta makyaj yapmaya çalıştı işten çıkarlarken. Esen'in onu böyle görünce buruk gülümsediği gözünden kaçmadı. Üzülüyor bu halime diye geçirdi içinden, arkadaşına bu kadar zayıf ve güçsüz göründüğü için utandı kendinden.

Çiçek pasajı her zamanki gibi kalabalık, gürültülü ve rengarenkti. Daha vakit çok da geç olmamasına rağmen, hemen bütün masalar dolmuş, sigara dumanı şimdiden havayı ağırlaştırmıştı. Öğrenci bütçesi için pahalı bir seçim olsa da, Esen çok severdi burayı, hesap bölüşülüp ödenecekti artık Türk usulü. Onlara ayrılan masada on - on iki kişi vardı şimdiden. Gözü heyecanla Ozan'ı aradı, gelmişti işte, masanın diğer ucundaydı. O masada birr tek Ayça'yı garipsedi görünce. Yan sınıftaki bu hoş, akıllı ve bir o kadar da zengin kızın bu akşam çağrılı olmasına bir anlam veremedi. Esen'le bir yakınlıkları yoktu onun bildiği, ama durmadı üstünde, Ozan'a kaydı hemen aklı, kalbi.

Doğum günü kızı gelince hareketlendi masa, herkes öpüştü, selamlaştı. Masadan biri gitar çalmaya diğerleri eşlik etmeye geçti daha oturur oturmaz. Kadehine içkisini doldurup etraftakilere katılır görünmeye çalıştı Deniz. Kaçamak bakışları sırasında Ozan'la göz göze geldiler. O kadar özlemişti ki onu, kaçıramadı bakışını, çeviremedi yüzünü. Gülümsedi, kadehini ona doğru kaldırdı. Ozan hazırlıksız yakalanmışça ve beceriksizce karşılık verdi, sonra başını çevirdi tekrar. Söylenen şarkıya eşlik etmeye devam etti.

Deniz de şarkıya katılmaya çalıştı ama beceremedi pek. Zaten gerçekten içip söylemeye kendini kaptırabilmek, ancak bir kaç kadeh sonra mümkün olurdu onun için. İki yanındakilerin şarkı arası sohbetlerine katılmaya çalıştı yapabildiği kadar. Bakmazken bile ne yaptığını görebilecek, başkası ile konuşurken bile kime ne söylediğini duyabileceği kadar pür dikkat Ozan'daydı aklı. Yan yana oturmasalar bile çoğunlukla Ayça’ya dönük olduğunu gördü Ozan’ın. Sanki en çok ona gülüyor, şarkılara sanki bir tek onunla eşlik ediyor gibiydi. “Yok yok bana öyle geliyor, iyice bir tuhaf oldum.” diye geçirdi içinden suçlulukla.
Bu bakışları iyi tanırdı oysa, hayranlıkla ve pür dikkat karşısındaki dinleyen Ozan, yumuşak, onaylayıcı bir bakışla bakan Ozan, arada muzip bir gülümsemeyle çekiciliğine çekilik katan ve bunu farkında olan Ozan. Bu Ozan’ı iyi tanırdı Deniz, uzun zamandır görmemişti sadece… Mutlu, hevesli, karşısındakine meraklı bir hayranlıkla, keşfetmek için bakan, yüzünde bir heyecan dalgasının gezinmesine engel olamayan Ozan. O zaman anladı Deniz. Bu yeni Ozan’ın sebebi Ayça’ydı! Birden Ayça’nın uzun zamanlı erkek arkadaşından ayrıldığını duyduğunu hatırladı geçenlerde. Hatta üzülmüş, kendi ile aynı durumda olduğunu düşünüp içi burkulmuştu bu kız için! Demek böyle teselli buluyorlardı birbirlerinde… Bir başkası için eskimiş olan heyecanlar, yeni heveslerde canlanıyordu demek.

Sonra çok güldü, çok konuştu Deniz. Etrafındakiler dünyanın en heyecanlı, en komik hikayelerini anlatıyorlardı ve rakı daha önce hiç bu kadar kolay içilen bir içki olmamıştı. Oysa gözü ve kalbi hala masanın diğer tarafındaydı. Başı dönüyor, pasajın gürültüsü ve gitarın sesi gitgide daha da yükseliyor, sadece pasaj ve içindekiler değil, sanki tüm şehir, onunla birlikte, ona gülüyordu. Masanın diğer yanı, dünyanın da öbür yanı olmuştu sanki. O dünyada eski sevgililer yeni aşklar buluyor, o dünyada Ozan bir başkasına sevgiyle ve hayranlıkla bakıyordu. Öte dünyada yeni umutlar heyecanlar vardı, bu taraf ise yenik bir dünyaydı, yenilgiyi kendi ilan etmiş, kendi sahiplenmiş, şimdi ise fıldır fıldır dönen bir dünya.
Ozan’ın mutluluğundaki tek tedirginlik onunla göz göze gelmekti sanki. Masanın bu tarafına nerdeyse hiç bakmıyor, hatta sandalyesinde diğer tarafa dönük oturuyordu. Bu haksızlık içini acıttı Deniz’in. Ne yapmıştı bu kadar istenmeyecek, ne yapmıştı varlığından huzursuzluk duyulacak? Bir suç varsa eğer tüm bu yaşananlarda, gerçekten de Deniz miydi o suçlu? Mutlu olmak istemişti, yalnız olmamak, Ozan’la bir olmak istemişti bu hayata karşı. Ozan’ın da bunu istediğini hatırlıyordu, kendisini sevdiğini, ona da aynı merakla, bu heyecanla baktığı zamanları hatırlıyordu. O bakışları Deniz uydurmuyordu ya, hepsi yalan hepsi kandırmaca olamazdı…
Birden yerinden kalktı, soracaktı Ozan’a. Yürüdü, yanında durdu, kulağına eğildi; "Biraz dışarı gelsene."
Ozan başını kaldırıp ona biraz can sıkıntısı, biraz da endişeyle baktı. “Olay çıkaracağımı sandı” diye düşündü Deniz. Aslında bütün masada bir sessizlik olmuştu. O zaman anladı, herkesin bu yeni havadisten haberdar olduğunu ve en az Esen kadar onun gelişinin de merakla beklendiğini masada... Ozan’ın ayağa kalktığını bir rüyada gibi fark etti Deniz, sonra arkasını dönüp dışarı doğru, kalabalığı yararak yürümeye başladı. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, yokuş tırmanıyormuş gibi nefesi daraldı.
Pasajın dışı da, neredeyse içi kadar kalabalıktı. Her iki yöne de aynı uğultu ile akan insan selinin kenarında durdular.
“Söyle, ne oluyor!” dedi Deniz. Bağırdığını kendi sesini duyunca anladı ancak.
"Sarhoşsun.” dedi Ozan yüzü gerilerek.
Deniz işte bir suçum daha diye düşündü. Kabahat yine bende… Hep suçluydu Deniz! Ozan’ın aşkı bitmiş, Deniz’in ki bitmemişti! Zayıf olan, mutsuz olan, hayatına devam edemeyen oydu! Aylardır mutsuzluğu ile Ozan’a yük oluyordu! Şimdi de sarhoş olup, Ozan’ın canını sıkan insandı işte…
“Neler oluyor???” diye haykırdı bu sefer.
“Bir şey olduğu yok” diye sinirlenerek cevap verdi Ozan. “Neden bahsettiğini anlamıyorum.”
Bu kadarı fazla diye geçirdi içinden Deniz.
“Ayça’yı sen mi getirdin?” diye soludu ve Ozan’ın yüzündeki her türlü itirafın yerine geçen çaresizlik bakışını görünce nefesini tuttu.
Yine de inkar etti Ozan;
"Ayça’yla falan gelmedim, erkek arkadaşından yeni ayrılmış, arada bir konuşuyoruz, iyi bir kız, birbirimize iyi geliyoruz…”
Sonra söylemek istediğinden çok söylemiş olduğunu fark etmiş gibi sustu. Yere bakıp, parke taşlara vurmaya başladı ayağını.
Deniz “Keşke” dedi, arkasını getiremedi. Keşke sen böyle susmasaydın hep konuşman gereken yerde diyecekti, sonra diğer keşkeleri sıralayacaktı, Suçlu gerçekten ben miyim diye soracaktı ama çok yorgun hissetti kendini. Geçmiş ayların tüm ağırlığı ve yorgunluğu üzerine çöktü. Sonra çok ama çok üşüdü birden sokağın ortasında. Kendi de anlamadığı bir şeyler geveleyip içeri yöneldi. Ozan'ın ardından gelip gelmediğine bakmadan yürüyüp, yerine oturdu.

Yanındakilerin söylediklerini duymadan boş gözlerle etrafa bakıp, kadehinde kalanı bir kerede içti. "İşte şimdi bitti" diye düşündü. Daha fazla bu masada oturmamalıyım diye geçti içinden, yanınkilerin anlattığı en komik hikayeleri daha fazla dinlemeyeceğini anladı. Herkes ne kadar uzaktı masanın bu ucuna. Kendi kendine olmaktan, yalnız kalmaktan korktuğu için gelip oturduğu, İstanbul’un belki de en kalabalık yeri Çiçek Pasajı’nda, Ozan ve en yakınlarının olduğu bu masada, dünyanın en yalnız insanıydı Deniz.
Bırakayım da tüm masa öte dünyaya dahil olsun, bana bu kadar eğlence yeter diye geçti içinden. Sessizce ayrılmak, diğerlerinin eğlencesini bölmeden gitmek için ayağa kalktı. Sandalye paltosuyla birlikte devrilip arka masadaki bardakları devirince ve kendisi de sendeleyip tutunmak isterken, o masadan bir adamın kucağına meze tabağını dökünce bunu pek başaramadığını anladı. Adam hışımla kalktı. Gitar durdu, herkes Deniz’e baktı. Her iki masadaki alkol oranı da artmış olmalı ki, o masadan birisi;
“Adam olup, sahip olsanıza yanınızdaki sarhoş karıya!” diye bağırınca ortalık birden karıştı.
Masanın delikanlıları ile yan masadaki bıçkın ağabeyler bir anda itişmeye başladılar. İlk yumruk kimden geldi anlamadı Deniz, ama o kargaşada Ozan’ın gelen bir yumruğu savuşturup, ikincinin hedefi olmaktan kaçamadığını gördü. Başka sandalyeler tabaklar devrildi, kızlar hep bir ağızdan bağırarak, erkekleri tutmaya, bir taraftan da arada kalıp ezilmemeye çalışıyordu. Kendisi ise sanki donmuş gibiydi, itiş kakışın ortasında birileri ona çarpıp, çekiştirirken, düşmemeye, ayakta kalmaya çalışıyordu. Böyle durumlara alışık garsonlar olaya hakim oldular çok geçmeden, kavgacıları ayırıp, hesabı kestiler, herkesi ayrı kapılardan pasajdan dışarı çıkardılar.
Beyoğlu’nun ortasındaki darmadağın halleri pek tatsızdı, kimsede doğum günü kutlayacak hal kalmamış, herkesin keyfi kaçmıştı. Kavgaya alışık olmayan iyi aile çocukları olarak, bıçkın ağabeyler tarafından tartaklanan erkeklerin çoğunda, bir iki yara bere vardı. Ozan’ın dudağı patlamıştı, fena kanıyordu. Ayça’nın elindeki mendille kanı silmeye çalıştığını gördü Deniz. Şaşkınlıkla yanlarına gitti, mendili Ayça’nın elinden çekip Ozan’a yöneldi ama Ozan yüzünü buruşturarak başını çevirdi. Buz gibi bir bakışla;
“Yeter, bırak artık lütfen” dedi.
Elinde mendil, arkasını döndü Deniz. Hızla yürümeye başladı. İnsan seline kendini kaptırıp, Galatasaray'ın önündeki taksilere kadar gelmişti ki bir anda yanında Esen belirdi;
"Dursana, nereye gidiyorsun bu halde? " diye bağırdı nefes nefese...
Her şeye rağmen Esen en yakınıydı, peşinden koşan da yine oydu işte, onu ne kadar ne kadar çok sevdiğini söyleyecekti ama Esen onu dinlemeyip devam etti:
“Bu kadar içecek ne varmış, onun çekip gitmesiyle kalan herkes birbirine daha da girecekmiş, Ozan zaten kötü hissediyormuş, şimdi de bunlar olmuş, Ayça da geldiğine pişmanmış, sarhoş olup pasajda olay çıkarması yetmezmiş gibi sonra da çekip gitmesi şart mıymış…”
Ne diyeceğini bilemedi Deniz, “Böyle olmasını istemedim” diyebildi, “Ben kimsenin eğlencesini bozmadan gitmeye çalışmıştım” diye kekeledi. Bir taksi durmuştu tam önünde. Esen'den kolunu kurtarıp taksiye attı kendini, “Göztepe” dedi şoföre.
Hareket edince, kendini koltuğa bıraktı, başı hala çok dönüyor, midesi bulanıyordu. Bu gece ilk defa ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra değil ama yorgun ve yenilmiş ağlıyordu. Ozan’ın onu artık sevmediğini bilse de, o son bakışını ilk defa görüyordu. Sadece kızgınlıkla değil, gerçek bir bıkkınlıkla bakmıştı ona Ozan. Sanki ikisinin de mutlu olmasına izin vermeyen oymuş gibi bakmıştı. Haklı diye düşündü. Kendi Ozansız mutlu olamıyordu, Ozan’ın da başkası ile mutlu olmasına tahammülü yoktu.
Sadece Ozan değil, herkes için suçlunun kendisi olduğunu anladı taksinin arka koltuğunda ağlarken. Güçsüz, zayıf, mutsuz, kıskanç bir insandı artık ve bunu herkes biliyordu. Herkes ondan hayatına devam etmesini, gülen, gezen, anlatan, dinleyen, veren, yaşayan eski Deniz olmasını beklerken, o tüm bunları bırakmış, acısına takılıp kendi arafında kalmıştı. Bir başkasına dönüştüyse bu arkadaşlarının ya da Ozan’ın suçu olabilir miydi? Sahi ne zaman bırakmıştı kendi olmayı? Ozansız kalınca mı, yoksa çok daha önce Ozanla bir olunca mı? Kendini severdi oysa, bir zamanlar mutluydu, hevesi, neşesi, aklı, coşkusu, merakı ile o Deniz’i çok ama çok özledi… Ozan’ı kaybetmeye o kadar dalmıştı ki, asıl Deniz’i yitirdiğini anlayamamıştı…
Taksi trafiğe rağmen adım adım köprüye yaklaşıyordu, bu köprü tüm muhteşemliği ve diğer her şey kadar, intiharları ile de ünlü diye geçti aklından. Bugüne dek hiç düşünmemiş olsa da üzerinde, ilk defa hak verdi o insanlara. İlk defa köprüden karşıya geçmek ve yola devam etmektense, kapıyı açıp kenara koşmak ve rüzgara karşı bir nefes alıp, kendini bırakıvermek çok kolay göründü. Zaten devam edememek demek, kendini bırakıvermek demek değil miydi? Devam edebilme eyleminin gerektirdiği gücün yanında, bırakıvermenin kolaylığı ne kadar cazipti…
Sonra gece sabaha göre daha kolay diye düşündü. Gece yorgun zihin artık isyan ediyor, uykuya kaçmak bitkin vücuda ve ruha bir ilaç gibi geliyordu. Bu akşam uyku çok hızlı gelmiş, karşı koyulamayan davetkar bir uyuşukluk onu kendine çekiyordu. Daha fazla mücadele edemedi, kendini bırakıvermenin kolaylığını düşünürken, gece yarısı bir taksinin arka koltuğunda, tek başına, kendini bırakıverdi…

xxx

Koltuğun sarsılması ile uyandı, nerde olduğunu anlayamamanın verdiği şaşkınlıkla gözlerini kıstı. Pencereden dışarı baktığında gördüğü bulutlarla birden nerde olduğunu hatırlayarak gülümsedi Deniz, hayatında ilk defa uçuyordu!
Ne dün gece, ne de ondan önceki gece uyuyabilmişti doğru dürüst heyecandan. Şimdi ise tüm hazırlıklar, alınması gereken izinler, gözü yaşlı vedalar, geçilen kontroller geride kalmış, koltuğuna yerleşip uçak havalandıktan sonraki o tedirgin ama bir o kadar da büyülü anlardan sonra, sonunda içi geçivermişti anlaşılan.
Yerinde doğrulup dışarı, uzaklara bakmaya ve bulutların arasından yeryüzünü görmeye çalıştı. İlk defa uçağa bindiğinde, tamamen başka bir ülkeye, kıtanın diğer ucundaki bambaşka bir kültüre, dile doğru uçacağını söyleseler inanmazdı. Şimdi parça parça gördüğü bu karlı dağlar, göller, nehirler ve diğer her şey, onun bu güne dek bildiği, tanıdığı her şeyden başkaydı. Üzerinde uçtuğu bu kıta, sadece bir kara parçası değil, bambaşka dünyalar ve uçsuz bucaksız bir bilinmezlikti Deniz için.
Beyoğlu’ndaki son geceyi ve sonra geçen şu son iki ayı düşündü sonra. Gecenin yarısında, hiç tanımadığı bir taksinin arka koltuğunda, ağlarken uyuyup kaldığı o gecenin üstünden sanki iki ay değil de, yıllar geçmiş gibi geldi. O geceden sonra sanki hayat birden hızlanmış ve ondan tarafta olmaya karar vermişti.
O gecenin ertesi günü işe gittiğinde Rusya’daki proje ekibinin bir asistana ihtiyacı olduğunu, az para kazanacağını, ama eğer aklını başına toplayıp da düşündüğü gibi iş çıkarırsa, gerçek tasarım işlerinde de ilereyebileceğini söyledi patron. Karadenizli, göbekli ve aksi patronlar da Tanrı’nın bize gönderdiği gizli melekler olabiliyormuş diye geçirmişti içinden Deniz.
Uzak diye, başka bir dil, başka bir iklim, süresi belli olmayan bir gurbetlik diye, ne ailesi, ne arkadaşları istememişti gitmesini, sahi Türkiye'de iş mi kalmamıştı? Ama Deniz kimseyi dinlemedi, kabul etti uzak diyarlara gitme teklifi. Gündüz ofiste gece evde çalışmış, uykusuz kalmış, bütün gücü ve azmi ile bitirme projesini teslim etmiş, mezun olmuştu.
Kimseye söylemese de gitmek onu hem ürkütüyüyor hem de buralardan gitme fikri ona herşeyden iyi geliyordu. Oturduğu yerde düşünürken ürperdi, onu bekleyen mutlak bir yanlızlık vardı o soğuk iklimlerde. Yanlız olmaktan bu kadar korkarken bildiği herkesten, ailesinden, arkadaşlarından, Ozan'dan ayrı kıtanın bir ucunda olmak, belki de bildiği korkuların en büyüğüydü. Bir taraftan da, uzun zamandır ilk defa, kalbinde bir şeylere karşı bir heves vardı Denizin. Gitmek istiyordu, yeni bir başlangıç yapmak, bilmediği görmediği yerleri keşfetmek, yeni insanlar tanımak, oralarla yenilenmek, gelişmek, genişlemek. Ne zamandır ilk defa içi kıpırdıyordu. Bunları düşünürken oturduğu yerde bu defa içinde bir umut dalgası kıpırdadı. Bu heves ve merak eski Deniz’e ait şeylerdi, demek ki kaybettiği eski Deniz’i oralarda bulabilirdi.
Ozan’ı düşündü bildik eski alışkanlıkla sonra. Onu sevmekten vazgeçmemişti, en azından dünyanın öbür ucuna bile gitse, gittiği yere kalbini de içinde her ne varsa birlikte götürerek gittiğini biliyordu. O geceden bir süre sonra Ayça eski erkek arkadaşına dönmüştü, Ozan da yine yalnızdı. Arkadaşça görüşmüşlerdi bir kaç defa daha, grup içinde. Uzaklara gitme fikrini duyunca, o da hoşlaşmamış, gereksiz bir macera demişti hatta. Oysa macera tam da ihtiyacım olan şey oysa diye geçirmişti Deniz içinden gülümseyerek. Sabahlara başlamak, eskisi kadar olmasa da hala zordu, yattığı yerden kalkmak için içindeki yeni hevesi bulup körüklemesi gerekiyordu her sabah tekrar tekrar. Ama gün içinde bazen tüm bir saat boyunca Ozan’ı hiç düşünmediği fark edip mutlu oluyordu. Kimbilir, belki bir gün gelecek tüm gün boyunca aklına bile gelmeyecekti Ozan!
Bilmediği tarihteki geri dönüşünü hayal etmeye çalıştı Deniz. Uçakta dönerken acaba aklında neler olacaktı, neler yaşamış, neler öğrenmiş, cebindeki hikayeleri neler olacaktı. Hakkında sadece resimlerde gördüğü o rengarek masal sarayını ve çok ama çok soğuk olduğunu bildiği, o uzak şehirden dönerken, kendi kalbinde neler olurdu, Ozan kimle, nerde olurdu o zaman, bilemezdi Deniz... Bildiği bir şey vardı ki; eğer geleceğinde Ozan'la olması gerekirse olurdu, olmazsa da ucunda ölüm yoktu… O Deniz’i kaybetmedikten sonra mutluluk nasıl olsa Deniz’i bulurdu!

Kategori:

Re: Araf

Öyküde pek çok karakter adı geçmesine karşın nedense hep aynı kişinin çeşitli varyasyonlarıyla karşılaşıyoruz hissi yaşadım. Belki de bu hissi tetikleyen şey karakter adlarının sürekli cümle sonlarında anılması. Şiirsellik mi, yoksa yazar monoloğu mu karar veremedim.


Re: Araf

Öncelikle tesekkurler. Karakter isimlerini fazla kullandığımı ve bunun yazının akıskanlıgı bozdugunu fark etmistim, ama yorumladıgınız gibi bakmamıstım hic. Dusununce anlıyorum ki,aslinda oykude sadece bir karakter vardı yazarken benim icin, sadece onun hissi ve fikri ile ilgiliydi, diger karakterler bu yuzunden betimsiz ve silik. Hatta ilk basladıgımda birinci agızdan anlatırken, yazıyı agırlastırdıgını dusunup ücüncü kisiye döndüm.
ama okuyucunun algısından dusunup tekrar tekrar baklıyorum simdi. İlginize tekrar tesekkurler.


Re: Araf

Yukarıda konuşulan durum bende öykünün senaryo gibi algılanmasını sağladı. Belki de odaklanmamız gereken yerden çıkmamızı sağladı bu durum.
Farklı öykülerle de sizi aramızda göreceğimizden eminim. Teşekkürler


Re: Araf

separy dedi ki:
...ilk basladıgımda birinci agızdan anlatırken, yazıyı agırlastırdıgını dusunup ücüncü kisiye döndüm.
ama okuyucunun algısından dusunup tekrar tekrar baklıyorum simdi.

Bana üçüncü tekil şahıs anlatıları her zaman çok riskli görünmüştür. Eğer ki belirli bir yabancılaşma duygusu hedeflenmiyorsa ya da buradaki dil geleneksel anlatım tarzlarıyla harmanlanmayacaksa yazarın başına iş açabiliyor. Bu konuya "Tanrı Anlatıcı"yı Ne Yapmalı? yazısında değinmeye çalışmıştım.

İyi öyküler. Smile


Re: Araf

şu çiçek pasajı, istanbul, ev, iş yeri biraz daha tanısak daha mı güzel olurdu? belki bu öykü bir kaç sayfa daha yazılabilir. (barış bana gülme Smile )