UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Yazınsal Yaşamlar

22 Eyl 2011
Mehmet Sürücü

Thomas Mann, James Joyce ve Oscar Wilde

Marias’ın kitabında, Faulkner, Conrad, James Joyse, Henry James, Arthur Conan Doyle, Robert Louis Stevenson, Turgenyev, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Malcolm Lowry, Rimbaud, Oscar Wilde, Mişima, Laurence Sterne gibi pek çok yazarın yaşamlarından bilinmeyen ayrıntılar derlenmiş. Sözün gelimi de olsa, dedikodudan hoşlanmadığımızı iddia ederiz çoğu zaman. Ama söz konusu ünlü, yaşamımızda yazdıklarıyla farklı, özel bir yere sahip yazarlar olduğunda, bunu göz ardı ederiz çoğunlukla. Onların farklılıkları, abartılan, söylentilerle, uydurmalarla çeşnilendirilen, yeri geldiğinde bir efsaneye de dönüştürülen yaşamları her zaman sıradan insanların şaşkın, haset ve hayranlık dolu ilgilerini üzerine çekti. Onlarla ilgili her şey, en inanılmazı bile her zaman ilgimizi çekti.

Giuseppe Tomasi di Lampedusa (1896-1957)

İlk anda isimi pek fazla çağrışım yaratmadı bende. Okuduğum bir yazar değildi. Ama sonra sinemayla ilgisinden yola çıkarak, hakkında bir şeyler aramaya koyulduğumda; Visconti’nin ünlü Leopar’ının yazarı olduğunu öğrenince işler değişiverdi. Türkçeye bir tek de o kitabı çevrilmiş, Can Yayınları tarafından basılmış.

Kitapta Lampedusa ile ilgili yazılanlar bana bir çok şey düşündürttü. Ben yazarları genelde, her yanı tıka basa kitaplarla dolu penceresiz bir odada, üzerinde bir sürü, kimisi rastgele bir yerinden açılmış, kimisi ortasından açık, ters çevrilmiş, rastgele saçılmış, birkaç tanesi, gelişigüzel üst üste konmuş kitaplarla kağıtların, kalemlerin, belki içinde uzunca bir tüy olan bir mürekkep hokkasının olduğu kocaman bir masada, duvarın dibindeki zarif çöp tenekesi ağzına kadar buruşturulmuş, bir kısmı da oraya buraya saçılmış kağıtlarla dolu, gözlerini tavana veya odanın herhangi bir yerindeki boşluğa dikmiş, yazmaya çabalarken veya ilgiyle, tüm her şeyiyle bir kitabın içerisine kaybolup okurken hayal ederim. Böylesi bir yazar ondan garibime gitti belki de.

Bunca yıldır, çok değişik yerlerde, bazen isteyerek, bazen zorunluluktan, bazen utana sıkıla, bazen kimseyi umursamadan, çantamın içinden, usulca kitabımı çıkarıp, onun derinliklerine daldığım oldu. Bugün bile, bazı kitaplarımın rastgele sayfalarını karıştırırken, kimisinin içinden birkaç kum tanesi yere düşerken, başka bir sayfasından belli belirsiz bir martı sesi yükselir, kenarında bir dalgadan sıçramış damlacıktan kurumuş bir iki tuz zerreciği yuvarlanıp avucuma düşüverir. Birinde Sarıkamış’ta üşüyen, sayfaları çeviren parmaklarımı, bir başkasında çocukluğumu, sırtımdaki keçi kılındaki torbayı, içindeki kitabın üzerine sinmiş soğan ve zeytin kokusunu anımsarım.

Neden bilmiyorum, belki de biliyorum; Lampedusa daha yakın geldi bana, koltuğunun altında kocaman, kitap ve yiyecek dolu bir çantayla. Belki evinde mutlu olmadığını düşündüm, karısının çok çekilmez, geveze, onu rahat bırakmayan bir kadın olduğunu, okumasını, yazmasını gevezelikleriyle, mutfakta bilerek, isteyerek çıkardığı tabak, çanak tıkırtılarıyla, aşırı temizlik takıntısıyla onu sokaklara kaçmak zorunda bıraktığını hayal ettim. Veya kapalı yerlerde kalma fobisinin olduğunu, gençliğinde çok seyahat ettiği için, her fırsatta dışarı kaçmak istediğini uydurdum. Öyle veya böyle, onun bu hali bana daha bana yakın, daha sevimli geldi.

Fotoğraflarına baktım; rahatına düşkün, yemeyi içmeyi seven birisi izlenimi bıraktı bende. Çeşit çeşit mekanlarda hayal etmeye çalıştım onu. Güneşli bir günde, arkasındaki sarmaşıklarla örülü duvarın dibindeki banka serdiği ipek mendilin üzerindeki lezzetli kurabiyelere, pastalara sevgi ve iştahla bakışını, mendilin kenarındaki, ayraçla herhangi bir sayfası işaretlenmiş, biraz yanında, kitabı açacağı zamanı bekleyen sanırsız elini, yağmurlu bir günde, kenarından sular süzülen şemsiyesinin en yağmur ulaşmayacak yerine, koltuğunun altına sığdırmakta güçlük çektiği çantasını, yaprakları dökülmüş bir kayın ağacının dibinde, dökülmüş kuru yaprakları görmeyen, başka bir dünyaya bakan dalgın gözlerini, izlediği filmin ihtiyaç arasında, rahatsız bir sinema koltuğunda, soluk ışığın altında okumaya çalıştığı elindeki kitabıyla, sabırsızca filmin başlama gongunu bekleyişini düşündüm.

""
Her zaman ağır ağır yürürken hatırlanır, seçkin bir havası olduğu, aydınlık bakışlarının hiçbir şeye dikkat etmediği, koltuğunun altında içi kitaplarla, evinde öğle yemeği yemediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır. O ünlü çantayı büyük bir doğallıkla taşır, Proust’un ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta dolmalık kabaklar olmasına aldırmazmış bile. Görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şeyi kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış.. karısının söylediğine göre “yolunun üstünde hoşa gitmeyecek bir şey görürse, kendini dizeleriyle avutabilmek için” Shakespare’nin bir cildini yanına almadan evden ayrılmazmış. Lampedusa’nın kitap sevgisi o boyuttaydı ki, onları kasa olarak da kullanırmış: Kitapların arasına ufak miktarlarda kağıt paralar yerleştirir, sonra da elbette ki paraları hangi cildin içine koyduğunu unuturmuş. Bu nedenle kütüphanesinde iki hazine bulunduğu söylenir. S.42

""
Mütevazi alışkanlıkları vardı, kitapçıları bir yana bırakırsak sık sık sinemaya gider, arada bir de yemeğini lokantada yerdi, gençliğinde çok yolculuk etmiş olsa da seyahate çıkmazdı. İzlediği filmleri (haftada iki ya da üç tane) ajandasına, yanında bir sıfatla not eklerdi; Denizler Altında Yirmibin Fersah’a uygun gördüğü sıfat spettacolare idi. S42

""
Lampedusa her zaman insanların kendi hatalarını yapmaları için rahat bırakılmaları gerektiğini söylermiş. S44

Yanında taşıdığı Shakespare’nin cildinden kaç kez bir şeyler okumak zorunda kaldı bilemiyorum. Ama sokağa bu kadar “donanımlı”, “hazır kıt-a” çıkması onu gözümde daha bir yakın kılıyor.

Yazınsal Yaşamlar-Javier Marías-Can Yayınları-Çev.Pınar Savaş-İstanbul 2008

Kategori:

Re: Yazınsal Yaşamlar

Kendisinden bihaber olduğum yazar hakkındaki izlenimlerinizi keyif alarak ve gülümseyerek okudum.

""
Bugün bile, bazı kitaplarımın rastgele sayfalarını karıştırırken, kimisinin içinden birkaç kum tanesi yere düşerken, başka bir sayfasından belli belirsiz bir martı sesi yükselir, kenarında bir dalgadan sıçramış damlacıktan kurumuş bir iki tuz zerreciği yuvarlanıp avucuma düşüverir. Birinde Sarıkamış’ta üşüyen, sayfaları çeviren parmaklarımı, bir başkasında çocukluğumu, sırtımdaki keçi kılındaki torbayı, içindeki kitabın üzerine sinmiş soğan ve zeytin kokusunu anımsarım.
Öykü tadında ve aynı zamanda şiirsel ifadelerinizi beğendiğimi söylemeliyim.
""
Ben yazarları genelde, her yanı tıka basa kitaplarla dolu penceresiz bir odada, üzerinde bir sürü, kimisi rastgele bir yerinden açılmış, kimisi ortasından açık, ters çevrilmiş, rastgele saçılmış, birkaç tanesi, gelişigüzel üst üste konmuş kitaplarla kağıtların, kalemlerin, belki içinde uzunca bir tüy olan bir mürekkep hokkasının olduğu kocaman bir masada, duvarın dibindeki zarif çöp tenekesi ağzına kadar buruşturulmuş, bir kısmı da oraya buraya saçılmış kağıtlarla dolu, gözlerini tavana veya odanın herhangi bir yerindeki boşluğa dikmiş, yazmaya çabalarken veya ilgiyle, tüm her şeyiyle bir kitabın içerisine kaybolup okurken hayal ederim.
Şöyle bir düşündüm, ben yazarları nasıl hayal ediyorum diye. Renkli bir yelpaze çıktı karşıma. Kimisi, yalnız yaşadığı ama bir temizlikçinin düzenli olarak uğradığı belli olan evinde, küçük loş bir odada, masa lambası ışığında daktilosunun başında, burnunun üstüne yerleştirdiği gözlüğü, masasının kenarında beklemekten soğumuş bir fincan kahvesi, ağzının kenarındaki külü düşmek üzere olan sigarası, kolları katlanmış ama temiz ve ütülü olan gömleği, hafif dağınık saçlarıyla geldi yerleşti zihnime. Kimisi yazın başlangıcı olan günlerden birinde, uzak bir kasabada, sığınak olarak kullandığı küçük, iddiasız evin bahçesinde, küçük, eskimiş, tahta bir masada, daktilosunun başında, üzerinde beyaz, salaş, yer yer kırışık bir gömlek, kulağının arkasında bir kalem, alnında –belki sıcaktan, belki aradığı cümleleri bulamanın sıkıntısından -boncuk boncuk ter damlalarıyla ; kimisi, serin bir bahar günü, aşağısı deniz olan bir tepeciğin kenarına oturmuş , kadife ceketinin yakasını kaldırmış, hafif rüzgârda dalgalanan saçları, ceketinin derin cebinden çıkardığı ve sol dizinin üzerine yerleştirdiği –nedense solaktı bu yazar- ortadan katlanmış defteri ve kalemiyle dolaştı zihnimde. Kimisi, bir fabrikada, çalıştığı torna tezgâhının başından ayrılıp on dakika verdiği molada, üzerindeki kirli önlüğünün cebinden çıkardığı küçük not defteri ve kurşun kalemiyle, ayakta, kendisine ait, dar ve küçük eşya dolabını masa niyetine kullanarak bir şeyler yazarken ve kimisi, ocaktaki yemeği karıştırırken, birden uzun elbisesini hafifçe toplayarak içeri koşup, masada hazır duran kâğıt yığının üzerine eğilip, bir eliyle önüne düşüp görüş açısını kapatan saçlarını çekmeye çalışıp diğer eliyle aklına gelenleri yok olacaklarmış gibi hızla yazmaya çalışırken [yemek yanmadı merak etmeyin:)] Sanırım yazar hayal etmeyi burada noktalasam iyi olacak Smile
""
Neden bilmiyorum, belki de biliyorum; Lampedusa daha yakın geldi bana, koltuğunun altında kocaman, kitap ve yiyecek dolu bir çantayla. Belki evinde mutlu olmadığını düşündüm, karısının çok çekilmez, geveze, onu rahat bırakmayan bir kadın olduğunu, okumasını, yazmasını gevezelikleriyle, mutfakta bilerek, isteyerek çıkardığı tabak, çanak tıkırtılarıyla, aşırı temizlik takıntısıyla onu sokaklara kaçmak zorunda bıraktığını hayal ettim. Veya kapalı yerlerde kalma fobisinin olduğunu, gençliğinde çok seyahat ettiği için, her fırsatta dışarı kaçmak istediğini uydurdum. Öyle veya böyle, onun bu hali bana daha bana yakın, daha sevimli geldi.

Yorumunuzun ardından şu alıntıları okuyunca
""
“…evinde öğle yemeği yemediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır…Proust’un ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta dolmalık kabaklar olmasına aldırmazmış bile. ”
bende de şöyle bir izlenim uyandı. Lampedusa’nın ya ona çok aşık ve onunla ilgili bir eşi olduğunu düşündüm ya da yazarı hayatının merkezi yapmış bir eş, onu hem eşi hem çocuğu gibi gören bir eş. Lampedusa’yı olduğu gibi kabul etmiş, ona göre yaşantısını biçimlendirmiş bir kadın. Lampedusa gün ışığını kaçırmamak için öğlenleri hep dışarıda olmak ister; ama rahatsız midesi de düşünülmeli, belki bugün uygun hazır bir şeyler bulamayacak lokantada ya da canı eşinin yemeklerinden yemek isteyecek, dolmalık kabak meselâ, tatlısını da eksik etmemeli… Smile
""
“karısının söylediğine göre ‘yolunun üstünde hoşa gitmeyecek bir şey görürse, kendini dizeleriyle avutabilmek için’ Shakespare’nin bir cildini yanına almadan evden ayrılmazmış. “
Bu satırlarla da aşık ve ilgili eşin Lampedusa’nın beden sağlığı kadar ruhuyla da ilgili olduğu izlenimi uyandı. Yemeyi sevmesi konusunda ise hemfikirim Smile Fotoğraflarına ben de baktım ve özellikle birinde –siyah deri bir koltukta bir bacağını diğerinin üzerine atmış, elinde sigara tuttuğu kolunu , koltuğun bir kenarından sarkıtmış olan- yüzündeki ifadeyle de nedense bende de sizde olduğu gibi rahatına düşkün ve de biraz vurdumduymaz biri izlenimi uyandırdı. Smile Ancak sizin eklediğiniz fotoğrafa baktığımda ve şu alıntıları okuduğumda ise
""
“Görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şeyi kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış. . karısının söylediğine göre 'yolunun üstünde hoşa gitmeyecek bir şey görürse, kendini dizeleriyle avutabilmek için' Shakespare’nin bir cildini yanına almadan evden ayrılmazmış. ”
disiplinli, duyarlı biri… Kimbilir… Bu kadar dedikodu yeterli sanırım Smile Not : Bu arada Denizler Altında Yirmibin Fersah’a uygun gördüğü sıfatın -spettacolare – anlamını bulamadım, merak ettim.


Re: Yazınsal Yaşamlar

di Lampedusa'yı tanımıyordum. Hoş şimdi de tanıyor sayılmam. Mehmet Sürücü'nün yazarı tahayyülü öykülü, güzel bir metin çıkarmış ortaya. Yalnızca fotoğraflarını görüp kitaplarını okuduğumuz bir yazarın günlük hayatını düşünme ihtiyacı hissetmemiz onunla yakınlık kurma çabamızla ilgili olmalı. Belki de okuduklarımızın kendi mahremiyetimizi ihlâl ettiğini düşündüğümüzden bu ihlâle karşılık vermeye çalışıyoruz. Kim bilir?

crocus dedi ki:
Not: Bu arada Denizler Altında Yirmibin Fersah’a uygun gördüğü sıfatın -spettacolare – anlamını bulamadım,merak ettim.

spettacolare (it.) harikulâde, olağanüstü, muhteşem. (İngilizcesi de spectacular)


Re: Yazınsal Yaşamlar

Yazarları yazdıkları kadar biliyoruz. Bu nedenle yazarı düşünürken yazarla yarattığı karakterler arasındaki sınır belirsizleşiyor kimi zaman. Yakınlık kurma çabasını da kolaylaştıran bir şey bu. Ama öte yandan bu belirsizleştirmenin çoğu kez yanılsamadan öteye gidemediği de bir gerçek. Yine de ne onsuz ne de onsuz olmuyor sanki.


Re: Yazınsal Yaşamlar

""
Belki evinde mutlu olmadığını düşündüm, karısının çok çekilmez, geveze, onu rahat bırakmayan bir kadın olduğunu, okumasını, yazmasını gevezelikleriyle, mutfakta bilerek, isteyerek çıkardığı tabak, çanak tıkırtılarıyla, aşırı temizlik takıntısıyla onu sokaklara kaçmak zorunda bıraktığını hayal ettim. Veya kapalı yerlerde kalma fobisinin olduğunu, gençliğinde çok seyahat ettiği için, her fırsatta dışarı kaçmak istediğini uydurdum.

Ben, Mehmet Sürücü'nün notlarında -yukarıda olduğu gibi- hep öyküsel bir yön buldum. Belki için için de kızdım bu yüzden ona, öykünün peşine düşmek yerine bu güzel notları "alıntı"nın vurdumduymazlığında tükettiğini düşündüğüm için. (Epey kişisel bir değerlendirme, ama söylemeden edemedim.)


Re: Yazınsal Yaşamlar

Yazar değil, sadece yazmaya çabalayan birisi olabileceğimi fark etmem şu son yılımda gerçekleşti. Ve gariptir bu da burada, Uzun Hikaye'de oldu. Bu nedenle istediğim, özendiğim ama olamadaığım, olamayacağım bir şeyin yerine, olabildiğimin yapabildiğini katmaya çalışıyorum.

""
"alıntı"nın vurdumduymazlığında tükettiği

Bana da çoğalıyormuş gibi gelmişti. Gerçi çok mu önemli. Bilemiyorum. Bu bir kapalı kaplardaki sıvı değil, bir yerde azalırken, bir yerlerde çoğalsın, hem de tükenecek gibi değil. Öykü üretemiyorum. Bir sürü taslak birikip duruyor. bazen gecenin bir yarıları uyanıp, uykumda gördüğüm, (yaşadığım) bir rüyayı karalamaya çalışıyorum unutmadan. Ama şu bir gerçek; benden bir yazar olmayacak. Olup olacağı bu kadar.

(Merak etme Barış, benimki daha kişisel oldu. Hem bir yudum şarap da içmedim)


Re: Yazınsal Yaşamlar

Anlıyorum, ama bu katıldığım anlamına gelmiyor.

"Alıntı"lanmasın demiyorum, ama alıntının kolay bir yanı var. Onun yerine alıntının içselleşerek yeni bir şeye dönüştüğü yeri arıyorum. Öyküden başkası değil orası. Bir türlü olmuş gibi hissetmediğimiz...

Şunu da unutmamalı, yazar olup olmadığınıza -ne kadar isteseniz de- siz karar veremezsiniz.

(Benim notlar bir miktar hayat suyuyla karıştırılmıştır.)


Re: Yazınsal Yaşamlar

""
Şunu da unutmamalı, yazar olup olmadığınıza -ne kadar isteseniz de- siz karar veremezsiniz.

Olduğuma ben karar veremem. Tamam. Kabul. Peki olamayacağıma da mı ben karar veremem?

Yazmak arzusu, paçamıza yapışmış, bırakmayan, türünü bilmediğmiz vahşi bir hayvan gibi. O hep orada, dişlerinin bir parçasını etimizin derinliklerine geçirmiş olarak sürüklenip duracak. Ama sadece bir okuyucu olmak daha kolay ve haz verici değil mi?


Re: Yazınsal Yaşamlar

Ben de Barış Acar gibi düşünüyorum. Sanırım, sizden süzülüp gelmiş olan, bilgilerin ya da tüm bu okumaların notlarından çok düşüncelerinizi, yorumlarınızı bir yazıya dönüştürmek, "yazmak" daha önemli. Üniversitede bir hocam "Bizler herşeyi büyütürüz. Filozof deyince, yazar ya da şair deyince illa ulaşılamaz isimleri düşünürüz ve bu da sanata ve bilime bizi kapalı kıldı. Aşık Veysel filozofların en büyüklerindendir ama bu adam yaşarken hatta bugün bile bir tek kişi ona filozof diyemedi" demişti.

Yazar sözünün kendisi bizi korkutuyor sanırım. Yazar olmayın Mehmet Sürücü ama yazın, okumaktan zevk alacağımıza inanıyorum.