Ya Orası?
Yaşamın, elde edebilmek için uğruna mücadele edilmesi gereken zenginliklerle kurulu olduğu ve her insanın, bu zenginliklere erişebilmek için savaştığı doğru mu?
Bu sorunun cevabını öğrenme fırsatını henüz bulamadım çünkü hâlâ sabah kalkıp sıkıcı ve ‘mecburi’ davetine icabet etmem gereken bir okulum ve akşama kadar duvarındaki saate daldığım -uydurma, her daim dersi dinlersin- bir sınıfta zihnime çivilemem gereken bir yığın bilgi var. Hoş, bu anlattıklarım her ne kadar okuldan bezmiş bir yeniyetmenin dillendirdiği abukluklar gibi görünse de benim için -garip belki ama- en devasa duvar bu ve ben, ne denli uğraşsam, didinsem de bu gerçekliği bir türlü aklımdan sökemiyor, ondan sıyrılamıyorum.
Ne kadar manasız, değil mi? Seneler geçse, hatta bazı hakikatlerin ayrımına varsam bile o sıkılgan tavrım bir türlü değişmiyor. Kendimi ne zaman yoklasam, bir parça içimi dinlemeye kalkışsam -bundan vazgeçebiliyor muyum ki?- içine gömüldüğüm bu bataklıktan kurtulmak için bir yerlere tutunmak ister buluyorum kendimi. Gülme, sevgili okur. Aklından geçenleri tek tek dökebilirim sana. Evet, bunlar o “gerçek” yaşamdaki kavganın yanında ne ki, değil mi? Keşke benim yerimde olsan da o içinde bulunduğun keşmekeşten kurtulsan, değil mi? Evet, biliyorum ama bilmek, şu sızlanmalarımı dindirmeyecek, ne yapalım, kaderimiz bu olsun.
Hâlbuki -kötü bir bağlama, affola- nasıl denir, çalışkanım; öğretmenlerin sevdiği, onlara göre pek bir “olgun” bir öğrenciyim. Hatta edebiyatı, felsefeyi seviyorum ya biraz, -ne kadar bildiğim, bildiğimi sandığım da meçhul- belki bir parça daha öne itekliyor bu durum beni. Oysa ben, önde olmak, herkesin sevdiği, örnek gösterilen bir öğrenci olmak istemiyorum. Oğuz Atay şöyle bir cümle kurmuştu vakti zamanında: “Sınıfta tahtaya kalktığım zaman, gene, şiirleri en iyi ben okuyordum; çünkü öğrenmiştim en çok bağıranın en iyi şiir okumuş sayıldığını.” Bize bağırmamızı tembihliyorlar, efendiler! Avaz avaz bağıranın kazanacağını söylüyorlar. Kazanmak buysa, birilerinin sesini bastırmaksa buna canı gönülden bağlı olmamızı, hatta bunun devamlılığı için çanak tutmamızı bizden nasıl bekliyorlar?
Bütün bunlar, günlük yaşamın içinde bir biçimde kendisine yol açan ama bir vakit sonra, ufak bir silkinme anında yitiveren küçük detaylar. Yaşam, gerçekten bu kadar basit mi? Onların iddia ettiği gibi; iyi bir puan, iyi bir üniversite, şirketler, bankalar, beyaz yakalılar. Bilemiyorum.
En çok da bu ürkütüyor ya insanı. Bilsem, tecrübe etsem, başıma kötü bir şey geleceğinden emin olsam bile korkmam, çekinmem bu kadar. Ancak bilmiyorum. İşte budur insanı bulantıya sürükleyen. O kadar tepeden bakmaya, tablonun bütününü görmeye ne gerek? İşte, yaşamın sillesini yememiş, iki kapı ötede annesiyle babasının uyuduğu bir yeniyetme, şu küçücük ayrıntıda cebelleşirken bunu söyleme cesaretine kapılabiliyor: işte bahsettiğin bulantı, Sartre, bu kadar basit değil mi? Evet, seçimlerimle varım, biliyorum; bunu yadsımak için makul sebeplerim de yok. Ama sorunum, nerede düğümleniyor, biliyor musunuz? Zaman geçtikçe, bu seçimlerin başkalarının eline geçtiğini, başkalarının istediği biçimde şekillendiğini görüyorum. Herkes, her ne kadar bunu inkâr etse de insanın doğasının -o varolduğu söylenegelen safsatalığın- “hep daha fazlasını istemek” üzerine kurulu olduğunu ve bu kargaşanın içinde var olmak, bir şeyler becerebilmek istiyorsam bu oyuna dahil olmam lazım geldiğini söylüyor.
Tuhaf. Öyle bir konum düşünün ki aynı anda hem tozpembe hem gri, bulanık bir dünya görebiliyorsunuz; çocukluğun arkada kaldığı bir yerde, arafta.
Evet, burası eğitim cephesi; küçük hesapların dolup taştığı, avuçlarca tere gömülü insanlarla dolu ve eminim ki hiçbiri, nasıl bir adım atması gerektiğini bilmiyor; herkes, birtakım şeylerle teskin etmeye çalışıyor kendini fakat bunu başaramıyor.
Ya sizin ora nasıl?
Gerçi, pek sanmam ama sormuş olmak için sorayım; bu yazıyı, yazmış olmak için yazdığım gibi: Yarıştığımıza değecek mi?
Re: Ya Orası?
Tam yatmak üzereyken gördüm yazınızı, dikkatimi çekti. Kullandığınız bazı kelimeler cümleleri biraz yaşlandırmış. Sanki yaşınızın gençliğini kelimelerinizin eskiliiği ile kapatmaya çalışmışsınız. Ama hoş da olmuş.
Seçtiğiniz, yazmak için yazmış olduğunuz konu benim de sürekli kafamın içinde olduğu için özellikle dikkatimi çekti. Ele alışınızı beğendim. Şimdilik başka yorum yapmayacağım, sadece bir kere okudum çünkü yazınızı. Yatmadan önce kafamdaki düğmeye basıp karanlık düşüncelerimi uyandırdınız yine, teşekkür ederim, beni düşünmeye zorladığınız için...
Re: Ya Orası?
Nurullah Ataç, denemelerinin birinde(Karalama Defteri, 33. Deneme) şöyle yazıyor;
Turgut’un yaşam üzerine kurduğu ilk sorunun yanıtı var mıdır bilemem. Soruyu parçalarsak; yaşam bir mücadele midir?; Evet(ama her zaman değil), bir şeye erişmek için savaşmamız mı gerekiyor?; Evet(ama hep aynı şeylerle değil, bazen kendinle, bazen bir çalılıkla, büyük bir kayayla, bazen de insanla)
Yaşamak bir “hayatım melodram” olmamalı. Yaşam olduğuyla bizi daha çok iyimser ve umutlu yapmalı, kötümser değil. Çünkü gereken bu.
Ben böyle düşünüyorum.
Nurullah Ataç’ın yazdıkları konusunda da bir-iki şey söyleyeyim;
İnsanın başa çıkabileceği kadar sorunun peşine düşmesinde, insanın yanıtına ulaşamayacağı sorularla yaşamını karmaşıklaştırmasına gerek yoktur diyor.(bence)
Bir arıyı, kuşu, çiçeği görerek, güneşi, ışığı yaşamımızın içerisinde dünyayla, (atomik, mikro boyutuna dalmadan) onunla yanyana, beraber, onların içimizde erimelerine izin vererek yaşamalı diyor.(bence)
Alıntı: Karalama Defteri.s.59-60 Nurullah Ataç.YKY.
Re: Ya Orası?
Mehmet Sürücü, iletisinde düşüncelerinin kişisel olduğunu vurgulamış gerçi; ancak ben, bu konuda, başka bir pencereden, birkaç söz etmek isterim.
Camus'nün bu düşünceleri, sanırım benim evrene bakışımın başlangıç noktası.
Yaşımdan ötürü şahit olamadığım ama etkilerini hissettiğimi düşündüğüm yirminci asrı Camus, "korku çağı" olarak nitelendirmişti.
Bana sorarsanız, henüz oniki senesini devirdiğimiz yirmibirinci asrın da bundan pek bir farkı yok, olmayacak. Belki sadece biraz daha karışık, biraz daha üstü örtülü.
Ben, bu kadar kokuşmuşluğun ve çürümenin içerisinde umudun olduğundan pek emin değilim. Yaşadığım kent, çevre -belki de geçtiğimiz senelerin filozoflarına imrenme, bilemem- bunun için fazlası ile kötü, kötücül. Yükseltmek için didindiğimiz Babil Kulesi'nin tekrar başımıza yıkılmayacağından nasıl emin olabiliyoruz ki?
Ancak tüm bu düşüncelerime rağmen sizinle bu noktada hemfikirim.
Her ne kadar düşüncelere dalsak da, ara ara neden cümlesini tekrarlasak da ömür bir taraftan akmaya devam ediyor ve insan da ister istemez bu akışa bırakmak, orada ferahlamak ister buluyor kendini -ferahlayabiliyor mu, ayrı bir mesele.
Açıkçası, Beckett'ten alıntıladığım şu cümle, bahsettiğim bu endişe çağı'nın, bulantının ve umutsuzluğun bir dışavurumu olmakla birlikte tüm bu etkenlerle-tüm bu etkenlere rağmen sürdürülmesi gereken bir ömür olduğunu anlatır benim için:
Mehmet Sürücü'ye yorumu için teşekkürler.
Selamlar.
Re: Ya Orası?
kokuşmuşluk, çürüme, kötü, kötücül, yıkım... Bunlar nedir? Dünya mı, yaşam mı, insanların yaptıkları mı? Belki hepsi. Peki; tüm bunları kabullendik. Öyle. Öyle olmasının umutsuzlukla ne ilgisi var?
Burada Turgut'un umudu kokuşmuşluğun, çürümenin içerisinde araması veya kaynağını buraya bağlaması ne kadar uygun? Babil Kulesi yıkıldı daha önce başımıza. tekrar tekrar yıkılacak. yaşam hiçbir zaman daha kolay, daha kavgasız olmayacak belki de.
Ama burada, ne kadarını kabullenebilirim, eşik(eşiğim) nedir? Bence bu önemli. Yani yumruk yersin, kalkmazsın mı, yumruk yumruk üzerine kalkmaya çabalarsın mı?
Uzun bir zincir bu. Yaşam.
Turgut'un sorularına, soru sormasına her zaman insanın gereği olarak bakıyorum.