Ursula K. Le Guin - Omelas'ı Bırakıp Gidenler
Ursula K. Le Guin,
"Omelas'ı Bırakıp Gidenler",
Gülün Günlüğü
(Çev.: Ümit Altuğ),
İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
s. 09-15.
Kitap için aktif bağlantı
Öykü forumdan kaldırılmıştır (Bkz: Forum İşleyişi).
Re: Ursula Le Guin - Omelas'ı Bırakıp Gidenler
Le Guin’in Omelas’ı Bırakıp Gidenler adlı öyküyü yazışının çıkış noktası ile ilgili bir açıklaması var alıntı yaptığım kitapta. Aşağıya ekliyorum.
Re: Ursula Le Guin - Omelas'ı Bırakıp Gidenler
Öyküyle ilgili düşüncelerimi de en kısa zamanda eklemeye çalışacağım.
Re: Ursula Le Guin - Omelas'ı Bırakıp Gidenler
Omelas; yönetilen, yöneten ilişkilerinin olmadığı veya asgari düzeye indirgenmiş, çok az sayıda toplumsal kural ve yasanın olduğu, borsanın, reklamların, gizli polisin, bombaların, din adamlarının ve askerlerin olmadığı, bir yerdir. Tüm bunlara karşın halkı basit insanlar değildir. Burada cinsellikler en saf, doğal haliyle, hep birlikte yaşanılır, bu haz dolu ayinlerden doğan çocuklar hep birlikte büyütülür. İnsanlar hiçbir zaman suçluluk duygusu nedir bilmezler.
Evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bu masal kentinde, civardan akın akın gelen halkın da katıldığı, Yeşil Çayırlar’da bir Yaz Şenliği yapılmaktadır. Yeşil ve mavi mutfak çadırlarından yemek kokuları gelmekte, dokuz, on yaşlarında bir çocuk, insanların ezgilerinin büyüsüne daldıkları kavalını çalmaktadır. Ciddi suratlı, genç süvarilerinin atlarını dizdikleri başlangıç çizgisinin yakınlarındaki bir çadırdan öten, görkemli, hüzünlü, içe işleyen bir boruyla yaz Şenliği başlar.
Bu More’un, Campanella’nın, Bacon’un ütopyalarını çağrıştıran Omelas’ın diğer bir yanı daha vardır. Büyük bir kamu binasının mahzeninde, kapısının hep kilitli olduğu, penceresi olmayan, tozlu, pis, ıslak, örümcek ağlarıyla satılmış bir hücrede, yanına kimsenin gelmediği, orada neden olduğunu, neden kapatıldığını bile bilmeyen, akli dengesi yerinde değilmiş gibi görünen, belki de sakat doğmuş, zaman ve süre kavramını yitirmiş, zayıflıktan bacakları incelmiş, çöp gibi olmuş, midesi kemiklerine yapışmış bir mahpus çocuk vardır.
Mutluluklarımızı, refahımızı, başka insanları, bazen de en sevdiklerimizi yalnızlığa, kimsesizliğe, acılara, yokluğa mahkûm ederek, çekmemiz gereken bedelleri onlara ödeterek, bunların pahasına kazanıyor, yaşıyoruz. Aslında gerçeklerden, doğal olandan, iyiden kopuşun, olanaksızı istemenin bedelidir tüm bunlar. Varlığın, mutluluğun, her şeyin tümünü kendine, kendisi için isteyenler, diğer yanda suçsuz, aslında onun da yaşamın güzelliğinden alması gereken hazlarını, özgürlüklerini, mutluluklarını çaldıklarını biliyorlar. İlk anda fark edilebilecek bir paradoks söz konusudur burada.
Öyle bir dünya düşünün, refahınız, zenginliğiniz, varlığınız, mutluluğunuz hep bir yokluğun, yoksulluğun varlığıyla oluşmak zorunda olsun. Acıdan, yokluktan, yoksunluktan yana olan bedelleri bir başkasının ödemesi gereksin. Omelas’ın bizin bildiğimiz dünyadan çok fazla bir farkı yok. Olsa olsa sayısal farklılıklar var. Bir yanda binlerce, milyonlarca yokluk, sefalet, diğer yanda küçük bir varsıl kesim. Bunlar Omelas’ın zıddı, karşıtı, anti ütopyası değil, bir paradoksun iki farklı yanıdır. Olsa olsa bir tersinmeden söz edilebilir belki.
Bu paradokstan çıkış var mıdır? Omelas’ı bırakıp gidenlerin olduğundan söz ediyor yazar. Başkalarının, bu bir kişi bile olsa, özgürlüğü, sefaleti, mutsuzluğu üzerine kurulmamış yerlerin olması gerektiğine inananlar olduğundan söz ediyor.
Peki ya Salem O’da neler oluyor? Onu terk edenler nereye gidiyor?
Tanımlaması zor burukluklar, rahatsızlıklar uyandırdı öykü bende. Bir yanımda, bastırmaya, örtmeye çalıştığım, görmemezlikten geldiğim bazı duygularımda sızılar oluşturdu. Tersine bir tanımışlık vardı içten içe okuduklarımda. Bir vicdan sızısı, bir suçluluk duygusu…