UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tutku

25 Haz 2008
Barış Acar

Bütün Öyküleri
YKY
2000
s. 23-32

Öykünün indirilebileceği son tarih: 15 Temmuz 2008.

İndirmek için tıklayın:
Bu oyku forumdan kaldirilmistir. (Bkz: Forum İşleyişi.)

Kategori:

Re: Tutku

Yeni oykumuz hosgeldi...


Re: Tutku

Bu haftaki öykümüzle haşır neşir olmaya başlayalım.

Herkese iyi okumalar.


Sinemasal Anlatı

Aslında "Tutku", "Bodur Minareden Öte" kitabının "Köyden" bölümünün ilk öyküsü (Bkz.: http://www.uzunhikaye.org/forum/viewtopic.php?f=3&t=4). "Evdeki" bize kasabadan seslenirken, "Tutku"nun sesi köyden geliyor. Çağdaş'ın daha önce söylediği gibi yazarın hapisten çıkıp köyüne dönüşünü müjdeliyor.

Buna karşın öykünün başkişisi Deli Osman. Yani yine öyle bir ferahlık bulamayacağımızı daha baştan fısıldıyor bize.

""
Sağ ayağım izmaritin yanına gelince durdum.

Sanırım öyküyü sevmemin nedeni bu cümle oldu. İyiden iyiye Atılgan'ın giriş cümlesi ustası olduğunu düşünüyorum artık. Ayağıyla kendini yabancılaştıracak kadar sıkılmış bir yazar (Elif'in eleştirilerinden sonra karakter demeye korkuyorum Osman'a).

Cinsellikle ilgili vurgularını sevmiyorum Atılgan'ın. Çok üstü örtülü yapıyormuş gibi davranıyor ama aklı fikri orada sanki. Bunun öyküye ne kattığını da çok anlamıyorum.

Onun yerine öyküye yaşarlık kazandırdığını düşündüğüm şu anlatımlar daha ilgi çekici geliyor bana:

""
Üsküplülerin sokak kapısı aralığında, elinde üstüne salça sürülmüş bir dilim ekmek, sırıtkan, höt desem kaçacakmış gibi tetikte, sümüklü, yalnayak bir oğlan vardı. Bir göründüm. Kapıyı kaparken elinden ekmeğini düşürdü. ben durmadım. Köşeyi dönünceye değin ardımdan hep bir ağlama sesi geldi.

Ayrıca Çocuk Osman'ın develerin arasında boncuk peşinde koşmasıyla şimdi onu peşinden koşan çocuklar arasındaki tezatlık hoşuma gitti. O olsa kendi peşinden gitmezdi de, yine bir köşede oturup boncuklarıyla oynardı ya da deve yolu gözlerdi gibime geliyor.

Dayak yedikten sonra heyet odasında, köylüye bakışını anasına kızar gibi Osman'a söyletiyor yazar:

""
Nedense anama kızıyordum. İlenmeye başladı mı hep kızardım, dinlemezdim.

Öykünün doruk noktası yaklaşırken:

""
Birden ensemde bir şey gezindi. Uzandım aldım. Karıncaymış. Ezdim, attım.

Bu iki anlatım biraz Karaosmanoğlu'nun Yaban'ını anımsattı bana. Köylüye karşı mesafeli bir duruş, bir öfke sezinledim.

Öykünün doruğu dediğim iki olaydan ilkinde, yazarın, Osman'ın damda Hatice'yi gözetlemesini anlatılırken, yine sinematografik anlatıya çok uygun bir öğeyi kullanımı gözüme ilişti. Osman dama çıkarken ve inerken iki kez "kiremitler sıcaktı" diyor. Böylece bir sekansın açılıp kapanması gibi, iki karanlık arasına hikayesini koyuyor. Bir görüntüyü sinemasal anlatıya dahil eden, arada ne olursa olsun, kameranın açılmasından önce ve kapanmasından sonraki iki karanlık arasına sıkışıyor olmasıdır diye düşünüyorum. Edebiyatta bunun kullanımı da sinemasal görüntüyü zorluyor okuyucunun gözünde. 1. Kiremitler sıcaktı: Az sonra bir şey olacak. 2. Kiremitler sıcaktı: Az önce bir şey oldu. İki yönden hikayeyi işaret eden bir kurgu.

Sanırım, son sahnede, Hatice Osman'ın omuzlarını tuttup "gelme" dediğinde Osman'ın hiçbir şey söylemeden öylece bakakalması öyküye duyduğum sempatiyi bütünledi.


Aklıma gelen bir soru:
Fadime ananın yitik gözü kocasını yitirdiğinden midir? Yoksa oğlunun böyle aklı yerinde değil, ondan mı?


Re: Tutku

""
Bu iki anlatım biraz Karaosmanoğlu'nun Yaban'ını anımsattı bana.

Karaosmanoglu kelimesini okumamla sonraki kelime "Yaban"i okumam arasinda gecen kisacik surede (kurbaganin suya atlamasiyla suyun ses cikarmasi arasindaki sure gibi yani) "acaba kim ki bu Karaosmanoglu?" diye dusundum. Baris, yillarin Yakup Kadri'sini "Karaosmanoglu" yapmissin ya, ne diyeyim sana. Ben mi deliriyorum yoksa Yakup Kadri mi kotu soyadi secmis karar veremedim. Neyse...

Yusuf Atilgan bende bir aliskanliga neden oldu. Oykuyu okuduktan sonra kendime "bu sefer kim nereden nereye gitmek istiyor acaba?' diye soruyorum. Atilgan da elini korkak alistirmamis, bu oykuye "gitmek isteyen" iki canli ("karakter" diyemiyorduk degil mi?) yerlestirmis. Osman, dayak yedikten sonra heyet odasindaki "yargilama"dan kacmak istiyor bir an once. Dayak yemisligini kabullenememekten mi? Yenilmislikten utanmaktan mi? Yoksa yalnizca annesinin ilenmlerini duymamak icin mi? Evet, annesinin ilenmesini sevmiyor, ama bence baska bir nedenle kacmak istiyor oradan. Acaba ne ola ki? Kacmak isteyen ikinci canli da Hatce. Onun kacmak istedigine dair acik secik bir fikir edinemiyoruz, ama hem sehre gelin gitmenin yuksek bir mertebeye ulasmak oldugunu vurgulayan dedikodulardan hem de "Evdeki" oykusunun kontenjanindan kolayca bu cikarimi yapiyorum. Yerseniz.

Yine de oykudeki esas "kacmak" eylemi bu degil bence. Atilgan'in okudugumuz diger iki yokusunde de kahramanlarin yasanan gercekligin disinda bir hayal dunyasinda yasadiklarini, simdiyi degil surekli olarak belirsiz bir gelecegi dusunme egiliminde olduklarini, verili gercekligin getirdigi/ dayattigi iliskileri (tavuk-horoz, anne-kiz, kadin-erkek, vb.)kabul etmediklerini goruyoruz. Esas kacis, bence, bu duzeyde gerceklesiyor. Kafayi kendini unutmaya calismak gibi gorunuyor bu da bana. Bu anlamda "Evdeki" oykusunde camdan disariyi izleyen kizla disarida nara atan sarhos arasinda da bir paralellik oldugunu dusunuyorum. Bu kacisin (ya da yabancilasmanin) okudugumuz uc oykude de temel tas oldugunu soylemek zor degil. "Tutku"daki kahramanin bir "deli" olmasi bu soyutlamayi daha da kolaylastiriyor okur acisindan. Okur, anlaticinin deli oldugunu biliyor. Okudugunu ona gore yorumluyor. Ona hemen inanmiyor mesela. "Acaba aslinda ne oldu da bu boyle anlatiyor?" diye kuskucu yaklasiyor. (Ornegin, Hatce'nin Osman'a su verirken acimanin otesinde, gercekten de isveli gozlerle baktigina kim inaniyor?) Buna ragmen, onun anlattigi seye inandigini da biliyor. Bir yerde okurla anlatici arasinda da bir yabancilasma gerceklesiyor. Bu yabancilasma, Osman'in kendisini sarsan Hatce'ye bombos bakan gozlerine (oykunun sonuna) dek suruyor. Karakterin ictenligine inanma, ama onunla ozdeslesememe. (Hay aksi! "Karakter" dedim.)

Osman'in hayata bakisinin "yanlis" oldugunu, "carpik" oldugunu, gercekte olanla ortusmedigini biliyorsak, Osman icin bir cikis yolu olmadigini da biliyoruz demektir. Belki bir gun baska birini bu kadar sevecek yine. Ama ona da ulasamayacak. Ac gozlerle bakacak.

""
Cinsellikle ilgili vurgularını sevmiyorum Atılgan'ın. Çok üstü örtülü yapıyormuş gibi davranıyor ama aklı fikri orada sanki. Bunun öyküye ne kattığını da çok anlamıyorum.

Bu konuda Baris'a katiliyorum. Sanki cinsellik isin dogasi geregi degil de zorla sokuluyormus gibi geliyor oykunun icine. Dogal degil tasarlanmis bir cinsellik yasiyor insanlar. "Bu da Freud'un edebiyata armagani mi acaba?" diye dusunmeden edemiyorum.


Re: Tutku

Atılgan'ın cinselliğe yaklaşımı aslında karakterlerinin yaklaşımlarından kaynaklanmıyor mu?

Üç öyküsündeki kahramanların - belki de antikahraman demeli- durumları düşünüldüğünde, "mahcubiyetleri, gelenekle ilişkileri, sıkışmışlıkları" böylesi bir vurguyu gerektiriyor diye düşünüyorum.

Ne dersiniz arkadaşlar?


Re: Tutku

Barış, sana zahmet öyküyü bana düz biçimde gönderebilirmisin? Ek yapmadan. Mümkünse tabi.
sevgiyle..


Re: Tutku

abdullah şahin dedi ki:
Atılgan'ın cinselliğe yaklaşımı aslında karakterlerinin yaklaşımlarından kaynaklanmıyor mu?

Üç öyküsündeki kahramanların - belki de antikahraman demeli- durumları düşünüldüğünde, "mahcubiyetleri, gelenekle ilişkileri, sıkışmışlıkları" böylesi bir vurguyu gerektiriyor diye düşünüyorum.

Ne dersiniz arkadaşlar?


Bastirlimis cinselligin, karakterlerin yasadigi bunalimda bir payi var elbette. Ama Atilgan'in bunu veris biciminde dogal olmayan bir seyler oldugunu hissediyorum. Baris'in da dedigi gibi sanki karakterlerin akli fikri surekli oradaymis gibi. Yazar tarafindan dikte edilen bir sey gibi gorunuyor bana bu. Belki de yazarin, insanlarin iliskilerinin anahtar bileseninin cinsellik oldugunu dusunmesinden (eger oyle dusunuyorsa) surekli cinsel objeler geciyor gozumuzun onunden. Bir de soyle bir sey var:
""

Yazar kendisiyle yapilan bir söyleside yazilarinda cinselligin ön plânda olusunun sebeplerini köydeki çocukluk günlerine kadar götürür: “Köy çocuklari çok küçükken bile cinsellikle iç içedir. Hayvanlarla sik sik karsilasmak, kizli oglanli evcilik (kari-kocalik) oyunlari falan. Yazilarimda cinselligin ön plânda olusu, cinselligi önemsemem belki buradan geliyor.” (link)


Re: Tutku

Arkadaşlar, Tutku'yu okuyamadım. Tez zamanda okuyup yazacağım. Siteye pek sık yazmıyorum ama sık sık giriyorum, yazılanları okuyorum. DaKa sık yazacağım.
Selamlar...


Re: Tutku

""
“O zamanlar Hatçe’yi bilmiyordum. Bu avlu ötekilerden başka bir avlu değildi daha.”
“Bir o var bana alışamayan.”
“Bana değil, benden öteye bakar gibiydi.”
“Boşuna çabaydı bunlarınkisi. Bütün gün toprakla didişmekten bitkin insanları uyandıramayacaklardı.”
“Kala kala Kör Fadime’nin piçine mi kaldım? dese de benim varlığımı biliyor.”

Bu güzel cümleleri okuyunca, ben olsam, ben anlatıcı kullanmazdım diye düşündüm. Zira, Osman böyle anlatamaz. Osman deli. Bir A’yı bilir, bir de O’yu. A’yı, … eski bir merdiveni andırdığı için, O’yu da demir çembere benzettiği için aklında tutabilmiş. Deli Osman’ın zekâsı harfleri birbirine çatıp sözcükleri birbirine bağlayarak okumayı öğrenecek kadar gelişkin değil. (Acaba diyorum, Atılgan bunu mahsus mu yapıyor?)
Atılgan’a gelince, ne güzel anlatmış, ne güzel tarif etmiş Osman’ın Hatce’ye duyduğu aşkı, onun çocuklarla, köyle, anneyle olan ilişkisini, duygusunu…

""
“İstersen veririm sana bunları; ama burada değil. Gel hele” “Bana bir dizi gök bocuğu vereni unuttum…”
Verilen bu ayrıntıların öyküdeki işlevini, öyküye ne kattığını anlamadım. Osman bir adamın tacizine belki tecavüzüne uğramış da ondan mı deli olmuş. Bilmiyorum. Boncuk merakı, tutkusu, boncukların renginin Hatçe’nin gözlerinin rengiyle aynılığı… bir şey çıkaramadım.
Bizim feminist yazarlardan biri Anna Karenina için, eğer romanın yazarı bir kadın olsaydı romanın sonunda kahramanın kendini öldürmesine izin vermezdi, onu kurtarırdı, demiş. Bunu duyan bir başka yazar da, oysa, Tolstoy, o bölümde kahramanını rayların üzerinden kaldırmak için öyle çırpınıyor ki… kahraman kararını vermiş, Tolstoy’a başka bir seçenek bırakmıyor, demiş.
Tutku’nun sonunda, elâlemin ne düşüneceğinden korkan Hatce’nin Osman’a el edip onu eve ya da avluya çağırdığını, kapıyı kapayıp onunla konuştuğunu, ellerini Osman’ın omuzlarına koyduğunu ve elleri Osman’ın omzunda öylece durduğunu okuyunca yukarıya yazdığım bu yorumlar geldi aklıma. Burada tam tersi, elâlemi önemseyen öykü kahramanı kendine rağmen yazarın istediğini yapmış, yazara tâbi olmuş.
Bir şey daha vardı fekat unuttum. Aklıma gelir gelmez yazacağım.


Tutku

""
“O zamanlar Hatçe’yi bilmiyordum. Bu avlu ötekilerden başka bir avlu değildi daha.”
“Bir o var bana alışamayan.”
“Bana değil, benden öteye bakar gibiydi.”
“Boşuna çabaydı bunlarınkisi. Bütün gün toprakla didişmekten bitkin insanları uyandıramayacaklardı.”
“Kala kala Kör Fadime’nin piçine mi kaldım? dese de benim varlığımı biliyor.” Bu güzel cümleleri okuyunca, ben olsam, ben anlatıcı kullanmazdım diye düşündüm. Zira, Osman böyle anlatamaz."

Bu eleştirye birebir katılıyorum, çünkü bunu hem deli biri, hem de köyde yetişmiş;oradan olan biri yazıyor (yazması gerekir). Oysa sonradan delirmiş ve kente didip gelmiş biri anlatıyor. Çağdaş Acar," 'kümesin Ötesi" ne dair yazdığı metinde şöyle demişti,öykü üzerine düşünürken doğrudan doğruya yazarın hayatına bakarak yorum yapmak doğru değil.." bu fikre katılmama rağmen şu ana kadar hep yazara yöneldim. (Bu benden mi kaynaklı bilmiyorum, klasik okuma anlaıyışı ile her şeyi yerli yerine koyma kaygısı güdüyor olabilirim.) Öykü kahramanına baktığımda akıllı bir deli ve kentli bir köylü görüyorum. Diğer öykülerinde olduğu gibi kahramana dair sorularımda yöneldiğim kişi kahraman değil de yazar oluyor. Bu, sanırım öykü kahramanı ile yazarın düşünsel açıdan sık sık iç içe geçmesinden kaynaklı ( daha doğrusu atılgan'ın kahramana sızmasından). Gene, Elif çok güzel tanımlamıştı:yazar elini çekmiyor kahramandan...Bunu en çok bu öyküde gördüm.( Bu gidişle kahramanlar ona ilenecek gibime geliyor). Bu nedenle de öykü kahramanları ile yazarın ilşkisinin, bağının sorgulanması gerekiyor gibime geliyor. daha önce de sormuştum, tekrarlıyorum: yazarın kahramana yaklaışımı nedir, bunu öykülerden tahlil etmemiz ne derece mümkündür?
Barış'ın da dediği gibi,Atılgan'ın öyküye girişi çok güçlü. Bu bazen riskli olabilir gibi...
Haddim değil ama şu ana kadar en beğendiğim öykü bu oldu. Çok güçlü tanımlmalar,sıcak ifadeler,ince gözlemler var.


Re: Tutku

""
Bir şey daha vardı fekat unuttum. Aklıma gelir gelmez yazacağım.

Elif'in aklına gelmeyen başkasının aklına iltica etmiş olabilir mi, bir hayli zaman geçmiş keza. Belki de bizim unuttuğumuzu sanıyor aklına gelmeyeni. :?:


Re: Tutku

“İstersen veririm sana bunları; ama burada değil. Gel hele” “Bana bir dizi gök bocuğu vereni unuttum…” Deli Osman'ın bu çocukluk anısıyla öykünün sonunda anlatılan, "Gözleri böyle yakın. Gök boncuklarım vardı benim. Avcuma alır bakardım. Böyle gömgök, pırıl pırıl. Parmaklarımı oynattım. Ellerim katı, kocaman. Şimdi ne yapacağım ellerimi." cümlesi arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Belki biraz zorlama ama öyküde boncuk veren adamın varlığının bir anlamı olsa gerek diye düşündüm ve dedim ki Deli Osman çocukluğunda onu gök boncuklarla kandıran adamı öldürdü katı, büyük elleriyle Hatçe'nin boğazını tüm gücüyle sıkıp onun cansız bırakarak.


Re: Tutku

Baris'in aktardigi Yusuf Atilgan'a Armagan kitabinda Mustafa Ones'in yaptigi degerlendirmeden:

""
Koyde kucuk-buyuk herkesce alaya alinan biri, Osman. Belki de bir genc kizin ilk kez kendisini hor gormeyisi, aciyarak bakan gozleri, cinsel icgudusunu ayrimsayip yonlendirmesini sagliyor. Cunku bu gozler, cocukken kandirilma pahasina bir deveciden edindigi, bilincaltina cinsellik simgesi olarak yerlesmis gok boncuklari ansitmaktadir ona. Yillar oncesi basindan gecmis, ayrintilarini unuttugu bir olayla o sirada yasadiklarinin simgesel duzeyde bagdasirligi, bulanik belleginde, ana sevgisine siginma, gonul borcu, cinsellik vb. karmakarisik duygulardan orulu agla sarmalanmis bir tapincaga donusturuyor Hatce'yi. s.360

Oyku, tutkunun insan basarisindaki onemini ortuk olarak vurgularken, hic ummadigi bir sirada Hatce'nin kendisinden cinsel yaklasim bekledigini goren, ama, degerlendirecek deneyimden yoksun bulunan Osman'in ne yapacagini bilemez durumda birakarak sona erer. s.360

Mustafa Ones, "Bodur Minareden Ote", Yusuf Atilgan'a Armagan, 1992, Istanbul: Iletisim Yayinlari, s.357-363

Ben buradaki ikinci noktayi atlamisim oykuyu okurken. Bir tek ben miyim atlayan. O gozetlemede (voyeur) boyle bir ima hatirlamiyorum. Isin kotusu oykuyu de silmisim bilgisayarimdan. Bir yardimci olan cikar mi?


Re: Tutku

Benim de bu değerlendirmeyi okurken hoşuma giden, foruma makaleleri aktarırken de ilginç değerlendirmeler dediğim nokta burasıydı.

Elif de eleştirisinde bu nokta üzerinde durmuştu.

Hatçe "gelme artık" faslını söylerken Osman'a burayı biraz uzun tutuyor. Sonrası şöyle:

""
Ne var gözlerimde? Yapamam ki! Ellerini omuzlarıma beni sarsmak için koymamış mıydı? Neden çekmiyor? Alnımda incecik bir ter. Gözleri böyle yakın... Şimdi ne yapacam ellerimi?


Re: Tutku

""
'‘Köyden’' bölümünün ilk öyküsündeki farklı kişi, bir delidir. Neredeyse simgeseldir '‘deli’'lik bu öyküde. '‘Deli’'nin zaten kaskatı bir toplumdışılık özelliği vardır. Bunu köyün çocuklarıyla somutlar Atılgan. Osman'ı çileden çıkaran, en başta, saf olarak toplumsallığı temsil eden çocuk '‘güruhu'’dur. Dağlarca'nın dizesinde olduğu gibi, çocuklar gerçekten de ‘'korkunçtur'’lar. Bu öykü delinin ağzından yazılıdır. Dupduru bir ışık altında ayrıntılarına dek aydınlatılan Osman'ın bilinci, Osman'ın aslında çarpık olması gereken algılama görüngesinden (perspektif) yansıtılmaktadır. Bir delinin -ya da bir '‘garip kişi’'nin- bu akıllı ve aydınlık söylemi şaşırtıcıdır doğrusu. Ama Osman'ın yarım-akıllı bilincini büsbütün bulandıran umarsız tutkusuna karşın, yazarın Osman'ın omuzundaki gölgesinin aralıksız sezilmesine karşın, öykü inandırıcılığını yitirmemektedir garip bir biçimde. Böylelikle, iyice altı çizilmiş bir itilmişlik, farkında olunan bir kıstırılmışlıktır Osman'ın tutku çıkmazında biçimlenen. Okura böyle aktarılmaktadır. Bir dişli değil, bir kıskaç olabilir artık ‘"Tutku"’ öyküsünde kişiyi öğüten düzeneğin adı.

Kaynak: Füsun Akatlı, "Öyküleriyle Yusuf Atılgan", İmge Öyküler, S. 2, Nisan-Mayıs 2005, s. 64-68


Re: Tutku

Trenin ilerlerken belli bir ritmi olmayan hafif hafif yaylanışı var. Dev makinenin altlarından, demir tekerleklerden, kalın helezon yaylardan geldiğini düşündüğüm, daha çok trenin bir dönemeçten geçerken sağa sola yattığında duyulan inlemeyi andıran metalik sesler geliyor. Tüm bunlar üzerimde hafifletici, uyku getirici, rahatlatıcı, aceleci olmayan bir zamanın anı uzatan etkilerini bırakıyor. Belki bundan her fırsatta trenle yolculuğu yeğliyorum.

Bandırma ile İzmir arasında harika, sarhoş eden bir bahar var. Tren coşmuş, kendini masmavi okyanusta, mavi bir sarhoşluğa kaptırıp giden yunus gibi dalıp çıkıyor yemyeşil tepelerin aralarına. Pencereden alabildiğince uzanan yemyeşil bir örtüden, yeşilin bimbir tonundan gözlerimi ayırmakta zorlanıyorum.

Bir ara sanırım artık “Bahar ve Yeşil Koması”na girdiğimde uyuyakalıyorum. Müzik çalarımdan kulaklarıma dolan Zabaleta’nın harpından dökülen ezgileri ısrarla bölmeye çalışan bir çocuk ağlamasıyla uyandım. Sonrasında yaklaşık yarım saat ağladı. Müzik iyi bir barikattı. Sinirlerinin iyice gerildiğini hissettiğim vagondakiler benim bu durum karşısındaki mutlu yüzümü gördükçe (çocuk arkamdaki koltuktaydı) bana da kızgınlıkla bakmaya başladılar. Belki de bana öyle geldi. Bilmiyorum. Belki de başkalarının böylesi rahatsızlıkları yanında kendi etkilenmeyişim bana bir utanma duygusu verdi. Her neyse.

Oldu olacak; biraz okuyayım dedim kendi kendime. Sırada “Tutku” öyküsü vardı. Okumak kesintili de olsa zevkli. Yeni binenlerden bilet soran kontrolörün sesiyle, konuşan yolcuların sesleriyle, pencereden akan bir “yeşil selle”, ortalarda gezinip duran “çay-kola-su-meşrubat arabası”yla, kesik kesik giden bir okuma.

“Sol ayağım izmaritin yanına gelince durdum. Yanıma yöreme baktım.” Daha ilk satırlarda bir yerlere çekildiğinizi hissediyorsunuz.

Kesiklerle ilerleyen öykü; “…ağa evlerine bayram badanasına gider…” kelimeleriyle bir dalgınlığa dönüşüyor. Ne yapsam böylesi bir iş uyduramam. Bunu yazabilecek kişi bunu bir yerlerde yaşamış, görmüş veya duymuştur mutlaka.


Re: Tutku

Sonra, böylesi bir şey yazabilmek için, aynı zamanda insanlardan uzaklaşmamak, kopmamak, bir yanıyla hep o “günlük sıradan dünya” nın içinde olmak gerektiğini düşündüm.
Boncuk Osman’ın öyküsü sızlatan, üşüten bir acıyı uyandırıyor içimde. “Çiğnenmiş lale yaprağı” acılığında.
Akhisar’ın çıkışında, rayların kenarındaki evlerden süzülen ölgün, sarımtırak bir ışığın aydınlattığı palmiyenin yaprakları rüzgarın “boşverhadigidelim ayartmasıyla” dalgalanıyor. Defterime birkaç izlenimi not ediyorum. Öyküden birkaç alıntının yanında, trenin penceresinden görünen birkaç görüntü.
Öykünün o “fitilin son saniyelerini” çağrıştıran sonları.
“Ellerim katı, kocaman. Şimdi ne yapacağım ellerimi.” Cümlesi, bana daha yukarılarda pek de dikkat etmediğim bir şeyler olması gerektiğini düşündürttü.
“Gözlerinde birden o maviyle karışık acıma başladı.” Cümlesinde buldum aradığımı. O Osman’daki mavi boncuk tutkusu. Hatçe’nin “mavi boncuk gözleri” birden o son satırlarda yazılmayan bir şey düşündürttü bana; tutkuyla, Hatçenin gözlerini boncuk sanıp, onları yuvalarından çıkarıp, kanlı avucunda ne yapacağını bilmeden bakan bir “Boncuk Osman”ı.

Bilemiyorum. Aşırıya kaçmış bir yorum de denilebilir. Ama o son satırlarda belirtilmeyen karanlık bir şey var gibi geliyor bana.