UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tayfa Öyküleri - Hırka

29 Oca 2014
Mehmet Sürücü

namaz
Bayram namazına giderken duyduk; Hırka İsmet ölmüş. Bir sızı, bir acı yürüdü içimizde. Boğazımız daraldı, yutkunamadık. Garibim, heder olan bir ömrün son soluğunu, bu mübarek bayram gününde Hazreti Azrail’e teslim ederek, unutulmuşluğunu, kimsesizliğini, suçumuzu tümümüzün suratına tükürür gibi verdi. Namaz çıkışı fısıldaşmalarımız, kimsesiz yaşayıp, yine kimsesiz çekip giden bu garipçenin yaşamında her birimizin kusurunun, kalpsizliğinin, umursamazlığının, günahının gizlenmeye çalışılan utancını da taşıyordu. Hastahanede, yoğun bakımda iki hafta yatmış. En yakınları, kardeşi, abisi, akrabaları, bir köylüsü, akranı, arkadaşı kimsecikler uğramamış yanına. Canını teslim ettiğinde muhtara telefon etmişler, köyünüzden bir ölü var, kimsesiz bir garip, bunu alın buradan, demişler.

morg
Dayımı morgta, öylece bembeyaz, mosmor uzanmış görünce vurulmuşa döndüm. İçim ağrıdı. Küçülmek, erimek, yok olmak istedim. Pek görmediysem, tanımadıysam da, dayımdı sonuçta. Ama ne çare? Muhtar haber verdi, devlet hastahesinden aradılar, dayın ölmüş, gidin alın diye. Bunca iş güç arasında ne yapacağımı şaşırdım bir an, ama sonra bir ölünün karşısında işi gücü, dünya hallerini düşündüğüm geldi aklıma, utandım. Vazife, son vazife, ne gelir elden. Kemiksiz Erdi’ye verdim navlumunu. Geldik hastaneye. Bir sürü evrak, bir sürü kâğıt formalite. Kafa basmıyor, koca hastanede o kata çık, bu kapıya gir, canım çıktı. En son hasta emanet bölümünde içinde askerlik resminden başka bir şey olmayan cüzdanını, çalışmayan, seneler öncesinden kalma kol saatiyle, kirli, dirsekleri yırtık, koltuk altları sökük hırkasını teslim ettiler. Ambulansa koyduk naaşını. O zaman artık tutamadım kendimi, gözlerimden yaş boşanıverdi, yol boyunca, başucunda ağladım.

emanet
Yaşlanmıştı. Bir gün daimi döndü köye. Nasıl sessiz sedasız, kimse duymadan görmeden çekip gidip, bir ömrü gurbette, yaz kış limanlarda, gırgırlarda heba ettiyse, yine öyle usulca geliverdi köye. Geldi sayılmaz belki; İlişti. Öyleydi, sandalyeye, sedire, her nereyeyse, oturmaz, hemen, iki soluk ötesinde sonrasında kalkıp gidecek gibi ilişiverirdi. Emanet gibi. Kahvecisin. Görüyorsun ister istemez. Bir kenara çekiliyor, beni görme, yok say beni dercesine ufalıyor, büzülüyor sandalyede, köşede. Belli, keyfi yok, neşesi yok, parası pulu yok. Arada bir çay veriyorum, utanıyor, eziliyor, zoruna gidiyor. Bir gün, dışarıda, duvara dayanmış, derin soluklarla çekiyor cigarayı. Çömeldim yanına, İsmet abi, biz kavede yetiştiremiyoruz, gündüz iş oluyor, tarla, inek, dana, zorlanıyoruz, eğer sence de uygunsa bize yardımcı olur musun, neyse zametinin karşılığı vermeye çalışırız, dedim. Baktı, Olur, lafı bir tuhaf çıktı dumanlı soluğunun arasından. Başladı kavede getir götür, çay demle, sabah ocağı yak işlerine. Daha o zamanlar pek değildi sağlığı yerinde. Gurbetlik, evsizlik, bekârlık, kimsesizlik, cigara, bir sıcak kap yemek bulamamak bitirmiş, kuru kemiğe çevirmiş vücudunu. Gücü takatı yoktu. Biraz çalışıp ayakta kaldı mı rengi soluveriyor, elleri ayakları titremeye başlıyordu. Bir gün gönlünü alıp, oluruna getirip kasabaya, hastahaneye götürdüm. Yatırdılar. Muayene, röntgen, kan, tahlil, epey uğraştık. Hastalığı şifasızdı, ciğerler... Doktor uzun uzun konuştu, en sonda da; sigara içme hiç olmazsa da, biraz daha rahat soluk alabilesin, dedi, taburcu etti. Ne yapacak içmeyecek de. O da biliyor, testinin yolu çarpacağı taşa bir parmak. Sonrası, öyle işte!

hayır duası
Dik kafalıydı çok. Ölünün ardından konuşmak caiz değil, rabbim günah yazmaya ama böyle ne deyim başka. Babamla bir akşam atışmışlar. Bir sevdiği varmış. İstersiz, istemezsin, nişan, para, derken, kapının arkasında gri, kolu yırtık hırkasını kaptığı gibi kayıplara karışmış. Ben daha bebeyim o zaman, bilmem ne olur biter. Ama babam sonrasında aylarca, aylar geçti yıllarca hazmedemedi bunu. Hep bir kolu kırık gibi dolaştı rahmete erene kadar. Onun kahrına, erkenden göçüp gitti. Kırk iki senede bir elin parmakları kadar bile gelmedi köye abim. Ne anamın ne babamın cenazesinde bulundu. Büyük Allahım! Hikmetinden sual olunmaz ama en son anamın cenazesine de gelmeyince sildim attım onu tümden. Yoktu artık benim için. Kavede yanımda adını ananı terslerdim, acıyanlarla boğaz boğaza, yaka yakaya kavga ettim. O, benim için bir ecinni, bir hilkat garibesi, kötülükten yana tüm hissikable mazhardı. Allaha bin şükür, inanan bir insan, bir mümin olabilmek için tüm vecibelerimi aksatmadan yerine getirdim bu güne kadar. Ama o ilahi kata yakarışlarımla çıktığım hiçbir zaman, bir kez dahi onun için hayır dua etmek gelmedi içimden. Bir diken oldu battı hep içimde, battı, kanattı. Allah-ı taala affetsin.

sonsuz tayfa
Akrandık. O da herkes gibi bir çocuktu işte. Sen gibi ben gibi. Belki biraz daha hassastı, daha alıngandı, hisliydi diyecem de, hepimiz öyle değil miydik bir vakitler? Ne oldu da kaçtı gitti köyden? Kimbilir. Bir sürü söylenti dolaştı ardından. Gönül işi dediler, koydular adını, sildiler, unuttular. Köy ufak yer. Toprak yok, iş yok, para yok. Geçim zor. Morun karası bir soğan var ekip derdiğimiz, o da para etmiyor. Gençlerin bir yolu kalıyor, gırgırlara balığa gitmek. Bir tek oradan getirebiliyoruz evlere üç beş kuruş, bir tek denizde tıkabasa doyuyor karnımız. Çocukların biraz biraz boyu sivrilip, yüzün tüylendi mi salıyorlar gurbete ana baba. Gırgırlara tayfa gidiyoruz. İlk seneler zor oluyor. Ne halatı ne ağı, ne kurşunu, mantarı nasıl tutacağını nasıl çekeceğini biliyorsun, ne ayazla, soğukla, denizle, dalgayla nasıl başa çıkacağını. Eller denizle, soğukla, tuzla, kurşunla, halatla pişip, derisi kalınlaşıp, defalarca kıymık kıymık dökülüp serteldikçe öğreniliyor zanaat da. İsmet’i de böyle balıkçılığa gittiğimde, gırgırlarda görürdüm. Daha başından Merdoğlu’na tayfa oldu. Bir daha da hiç kayık değiştirmedi. Merdoğlu ondört metrelik kayıktı ilk tayfa olduğunda, sonra sonra, yakın senelerde, kırk metrelik saçtan koca bir gırgır yaptırdıklarında da onu yeni kayığın bir parçası gibi gördüler, yer verdiler. Pek konuşkan değildi. Limanlarda, mola dönüşleri kahvede, meyhanede denk geliyorduk. Oturup, atıyorduk bi iki tek. Köy, ev, ana, baba kardaş muhabbetine girdiğini hiç duymadım. İki dönemde de balıkçılık yaptığını, paydos aylarında gırgır limana çekilip tamire, macuna, boyaya, kalafata çekilince ayrılmayıp, bekçilik yaptığını bilirdim. Kendi anlatmazdı, ondan bundan duyardık hep. Nazım reis seviyordu bunu. Kolluyordu. Durumunu, kimsesizliğini biliyordu. Gırgırda ona ufak bir kamara ayarlamıştı başaltında. Yaz kış burada yatıp kalkıyordu. Kırk seneden fazla çekti bu sefaleti. Gurbetlik hayatı boyunca evim diyebileceği bir kapının eşiğinden atmadı adımını. Bir evi, bir çatısı, sürgüsünü çektiği, tahta kapısını örttüğü bir avlusu, isli bir tenceresi, tencerede pişen aşı olmadı hiç. Mazot, çürümüş tahta, yosun kokulu, havasız, ışıksız başaltlarında, kamaralarda, inlerde yaşadı. Zaman geldi, İstanbul’da, itin kopuğun, sokakta yatıp kalkanların yanında, surdiplerinde, keşlerin, tinercilerin, uyuşturucu müptelası serserilerin yanlarına da takıldı, Unkapanı, Tophane gibi yerlerde hamallık, getir götür işleri yaptı. Hep yalan yanlış laflar edildi üstüne. Kimisi, bakma öyle çapaçul durduğuna, köyün yarısını satın alacak parası olurdu onun, olurdu da, kumara, karıya kıza, içkiye dadanmasaydı, dedi, kimi; günaha girmeyin, bakın adamın boyuna bosuna, üstüne başına, bir kaşık kalmış yüzüne, insaf edin, acıyın… Kimse bilmedi onun bir ömür boyu neden köyden, baba ocağından bu kadar soğuyup, İstanbul’un ücra otellerinde, bitli liman diplerinde, soğuk kahvehane köşelerinde, dumanlı meyhane kuytularında neden bir ömrü tüketip heder ettiğini. Ayarsız içerdi. Sigarayı da, içkiyi de, ne bulursa... Yaşlandı, yaşlandık. Güçten takatten kesildik. Bir ara hastalandığını, bir süre hastahenede yattığını duyduk. Bir gün de geliverdi köye. Abisi, kardeşi pek hoş karşılamadı onu. Toza, örümcek ağına bulanmış, farelerin cirit attığı baba ocağının kapısındaki kırk senelik kilidi kırdı kaynakçı Veysel usta. Bir gölge gibi girip çıkmaya başladı bu viraneliğe. Uzak yakın akrabaları sahiplenmediler, el uzatmadılar, bir tas çorba vermediler. Kin tuttular içten içe. İlerledi rahatsızlığı. Zayıfladı, bir kaşık kaldı yüzü. Bir gün tarladan döndüğümde duydum, fenalaşmış, kasabaya götürmüşler acile. Oradan canlısı gelmedi bir daha garibin. İyiydi rahmetli. Çok çile çekti hayattayken.

hırka
Gasilhanede derisi kemiklerine yapışmış bir karış bir şey kalmıştı rahmetli. Bir insan nasıl bu hale gelir? Yavaş yavaş yıkarken o mefta bedeni, bunları düşündüm. Elleri kapkara, nasır içinde, sol elinin serçe ve yüzük parmağı kopuk, dizlerinde, ayaklarında derin yara izleri. Sigaradan kararmış dişler. Kefene sardım. Birisi yardım etti, yerleştirdik tabutuna. Kalabalığın içinden biri çıktı geldi. Kirli, yırtık bir hırkayı örttü tabutun üzerine. Vasiyetiymiş. Caiz değil, deyip, cami duvarının üzerine koydum. Tabutu, omuzların üzerinde, içinde bir çocuk bedeni varmış gibi, içindeki bir martı tüyüymüş gibi hafif, dalgalana dalgalana, bata çıka uzadı gitti mezarlık yolunda.

27.01.2014

Kategori: