UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tavuk

10 Ağu 2008
eren

Karnı iyice acıkmıştı. İçerdeki o kaygan garip yiyecek bitmişti. Kursağından aşağı yuvarlayabileceği ufak bir kırıntı bile kalmamıştı. Kanatları ve bacakları oldukları yere sığmıyor, kafasını sıkıştırıp onu rahatsız ediyordu. Bedeni o kadar büyümüştü ki kafasını çevirecek kadar bile boşluk kalmamıştı içeride. Küçük bir genişlemeyle hallolacak bir sorun değildi. Bu karanlıkta kendini güvende hisediyordu, ama çıkması gerekiyordu artık, yoksa ya açlıktan ya da havasızlıktan ölecekti. Gagasıyla sağı solu kakmaya başladı. Hiç de kolay değildi bunu yapmak. Sıkışık olduğu yetmiyormuş gibi her yer kaygandı. Doğru açıyla vurması gerekiyordu gagasını. Yoksa vuruşları hedefin sağına soluna kayıyor, kendini yormaktan başka bir işe yaramıyordu. Değişik yerlere küçük ama seri darbeler savuruyordu. Durmadan, dinlenmeden, boynu ağrıya ağrıya, kendini her seferinde biraz daha zorlayarak çabalıyordu. Sonunda bir yerden ışık geldiğini görüp bütün gücüyle oraya yüklendi: Güneş.

-Anneeee! Civcivler çıkıyor. Anneeeee!
-Durun, ellemeyin sakın, geliyorum.
-Çok küçükler!
-Fazla yaklaşmayın, anneleri saldırır bak sonra.
-Şu benim olsun mu?
-Tamam o senin olsun.
-Bu da benim olsun mu?
-Tamam o da senin olsun.

Birkaç hafta olmuştu yumurtadan çıkalı. Annesi ve kardeşleriyle birlikte bahçede yaşıyordu. Yaşamları pek eğlenceli değildi, ama şikayetçi de sayılmazdı. Tanımak için, gördükleri her şeyin etrafında dolanıyor, altına üstüne bakıyor, anneleri gibi kafalarını kaldıra kaldıra su içip, taştan yumuşak her şeyi eşeleyerek nasıl tavukluk yapılacağını öğrenmeye çalışıyorlardı. Yaşadıkları bahçede iki de tımarhane kaçkını çocuk olmasa her şey daha güzel olacaktı. Çocuklar, olur olmaz zamanlarda onları kovalıyor, yakaladıklarını da elden ele dolaştırıp sıkarak, kafalarını zorla suya sokup su içirmeye çalışarak, uçsunlar diye bahçe duvarından atarak canlarını çıkarıyorlardı. Kardeşleri, çocukların elinden kurtulmak için can havliyle küçük kanatlarını çırpıyor, çoğu zaman yine de kaçmayı başaramıyorlardı. Çocukların elinden kurtulabilenler de çok şanslı değildi. Bir insan boyu yüksekten düştükleri için bir yerlerini sakatlıyorlardı. Kiminin kafası şişiyor, kiminin bacağı burkuluyor kimininse yüzü gözü yaralanıyordu. Daha şimdiden iki kardeşini onların eğlencelerine kurban vermişti. Ölenleri gördükçe kardeşler korkup titremiş, birbirine daha çok sokulmaya başlamıştı. Annesi ilk başlarda üzülüp birkaç gün bir şey yememişse de sonraları unutmuş gibi davranmıştı. Ancak, o, bu durumu içine sindirememişti. İnsan yavrularının eğlencesi uğruna iki kardeşini kaybetmek onu derinden sarsmıştı.

-Anne, abim benim civcivimi öldürdü.
-Neee?
-Bilerek yapmadım. Oynarken kendi öldü.
-...
-Ne vuruyon be!
-Bi' daha görmiyim sizi civcivlerle oynarken.

Bacakları o kadar güçlenmişti ki, daha önce neden hakkını vererek eşelenemediğini anlamıştı. Tavuk gibi sesler çıkarmayı da iyiden iyiye öğrenmişti. Kardeşler bu kadar zamanda öğrendikleriyle yavaş yavaş annelerinin koruyucu kanatlarından uzaklaşmaya başlamıştı. Pek çok şeyi kendi başlarına, kendi bildikleri biçimde yapıyorlardı. Anneleri bir yana giderken onlar salt aykırılıklarını göstermek için başka yana gidiyor, toprağı dikkatle inceleyip ötekilerin bulamadığı şeyleri bulmaya çalışıyorlardı. Erkek kardeşler, bedenleri irileşip güzelleştiğinden beri koruyucu havalara bürünmüşlerdi. Ortalıkta kurumla yürüyor, kırmızı, kahverengi, yeşil, parlak, gösterişli tüylerle kaplı kanatlarını çırpıyor, şişinip tüylerini kabartıyorlardı. Kız kardeşleri gibi onun tüylerinin renkleri de hâlâ cansızdı. Bunu fazla dert etmiyordu aslında. Belki bedeninin biraz daha iri ve güçlü olmasından mutluluk duyardı, ama güzelliği o kadar da önemsemiyordu. Hâlâ insan yavruları yüzünden kaybettiği iki kardeşini görüyordu düşlerinde. Erkek kardeşlerinin de ortalıkta caka satmak yerine bununla ilgili bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu, ama onların insanlardan ne kadar korktuğunu gördükçe umutsuzluğa kapılıyordu. Bir türlü aklından çıkaramadığı bu sorunu, öyle ya da böyle, kendince çözmek istiyordu. Bu yüzden, yakaladığı ilk fırsatta çocuklardan birisine saldırmıştı. Çömelmiş, elindeki ağaç parçasıyla yerdeki çamuru dürtükleyip duran çocuğa eşelene eşelene, kafasını ileri geri ata ata yaklaşmış, iyice dibine girmişti. Sağından solundan sürtüne sürtüne geçiyor, ayakkabısını gagalıyor, eşeldiği toprakları ona doğru atıyordu. Bu kadar kışkırtmanın üstüne çocuk elindeki ağaçla onu dürtmeye yeltenince atik bir hareketle kenara çekilip bir sıçrayışta neye uğradığını şaşıran çocuğun üstüne çullanmıştı. Küçücük cüssesine rağmen çocuğun yüzünü çizmeyi başarmıştı. Bu hamlesini kendisi çok beğenmiş, hatta birkaç gün o da erkek kardeşleri gibi tüylerini şişire şişire dolaşmıştı diğerlerinin arasında. Öncekine göre daha hoşgörülü, daha anlayışlı olmuştu. Her türlü iltifatı hak eden bir tavuk olarak biraz alçakgönüllü olması gerektiğine karar vermiş, yine de her fırsatta kendisini öne çıkaracak, diğerlerinin dikkatini bir kez daha kendi üstüne çekecek fırsatlar kollamıştı. Ötekilerin kendisine hiç pas vermemelerine içten içe bozulmuş, belki daha büyük bir başarı bekledikleri için bu küçük saldırıyı çok önemsemediklerini düşünmüştü. İnsanlar bu işi kardeşlerinden daha fazla önemsemişlerdi. Birkaç kez tekmelerinden zor kaçmıştı. Düşmanca tavırları artmış ve ona yönelmişti. Yine de fazla kafasına takmadı. O, kendini öcünü almış sayıyordu.

-Hiii! N'oldu sana?
-Piliçlerin biri saldırdı.
-Ne diye yaklaşırsınız ki piliçlere. Neredeyse gözünü çıkaracakmış. Gel şuraya da sarayım yaranı. Sen de öyle bakıp durma git tentürdiyot getir.
-Tamam.
-Tendirdiyot sürme!
-Gel diyorum sana.

Tavuk yaşantısı, öğrenilmesi kolay, durağan bir yaşantıydı ona göre. Doğan güneşle birlikte uyanmak çok güzeldi. Güne erkenden başlıyorlardı. Peki gün boyu ne yapıyorlardı? Zaten her santimetrekaresini ezbere bildikleri bahçeyi eşeleyip akşamın olmasını bekliyorlardı. Sonra da duvarın kuytusuna iyice sokulup uyuyorlardı. Güneş batar batmaz yatmalarında bir bayağılık seziyordu. Onlar uyuduğunda evin ışıkları yeni yeni açılıyor ve uzun bir gece vaadediyordu. Kardeşleri onun bu düşüncelerine katılmamakla kalmayıp, onu aralarına almak konusunda da biraz çekingen davranmaya başlamışlardı. Eşelenirken yanlışlıkla ona fazla yaklaştıklarında, belli etmemeye çalışarak, yine eşelene eşelene uzaklaşıyor, insanların sevmediği bu garip kardeşlerinden uzak durmayı kendileri için daha yararlı görüyorlardı. Onun düşünceli hallerini tavuktan çok bir hindiye benzetiyor, onu normal olmamakla suçluyorlardı. Bir tavuk böyle şeyleri düşünmek yerine beslenmesine ve soyunu sürdürmeye bakmalıydı onlara göre.

Tek başına kalınca yapabilecek yeni şeyler aramaya başlamıştı, ama onca aramasına karşın bahçede yapılabilecek çok fazla şey bulamamıştı. Zaman zaman sıra sıra dizilip yuvalarına yiyecek taşıyan karıncaları izliyor, uçabilen kuşların bunu nasıl olup da böyle kolaylıkla yapabildiğine şaşırıyordu. Bir süre onların hareketlerini taklit ederek uçabilmeyi denedi, ama bunun olanaklı olmadığını görmesi uzun sürmedi. Yeni doğmuş serçeler bile çok kısa sürede uçabildikleri halde o yerinde sayıyordu. Onlar gibi kanatlarını iyice yukarıya kaldırıp hızlı ve güçlü biçimde çırpıyor sonra da ufak bir yükseklikten atlıyordu, ama yavaşça yere düşmekten kurtulamıyordu bir türlü. Bir keresinde az kalsın kanadını kırıyordu. Sonunda uçmak için kanatlı olmanın yeterli olmadığına karar verdi ve bıraktı uçmaya çalışmayı. Sonra akşamları güneş battıktan sonra uyanık kalıp gökyüzünü incelemeye başladı. Yıldızlar her gün yer değiştiriyor gibi görünüyorlardı. Ay doğduktan hemen sonra çıkan bir iki tane yıldıza bakarak bu sonuca varmıştı. Duyduğuna göre daha milyonlarca yıldız vardı gökyüzünde, ama onların nasıl göründüklerini bilmiyordu. Çünkü, gözlerini yırtarcasına açıp zorlasa da uykusuzluğa fazla dayanamıyor, zaten artık pek göremeyen gözlerini usul bir ılıklığa bırakarak deliksiz bir uykuya dalıyordu.

Bir sabah keskin bir karın ağrısıyla uyandı. Ağrı gün boyunca peşini bırakmadı. Öğlene doğru, ağrısı biraz hafiflediğinde diğer kardeşlerinin de bunu yaşadığını anımsayıp korkusunu yenmeyi başardı. Bir süre sonra oturduğu yerde bir yumurtanın durduğunu gördü. Rahatlamıştı. Ama bu sıkıntıyı her gün çekmesi gerekiyordu artık. Yumurtlama çağına gelmişti.

-Anne, katil tavuk yumurtlamış.
-Durun ellemeyin sakın. Yine saldırır birinize Allah muhafaza.
-Bana yumurtalı ekmek yapsana anne!
-Yaparım evladım. Hele şu yumurtayı görelim de.

İlk yumurtasını aldıklarını görünce insanlarla arasındaki soğuk savaşın yeniden başladığını düşündü. Daha sonraki günlerde de yumurtalarını aldılar. Buna alışmak istemiyordu. Annesi gibi olmaktan korkuyordu. Annesi iki kardeşi öldüğünde de üstünde durmamıştı. Demek ki her gün yumurtası alınan tavuk sonunda böyle duygusuzlaşıyordu.

Önce yumurtlamamayı denedi. Sabah kalktığında kendini iyi hissediyordu. O da olabildiğince hareketli bir gün geçirmeye çalışarak karın ağrısından kurtulabileceğini düşünüyordu. Gaz yapacak şeyler yemiyor, hatta neredeyse ağzına hiçbir şey sürmüyordu. Boş boş eşelenip, bulduğu solucanları da yüzüstü bırakıyordu. Ama öğlene doğru yavaş yavaş o bildiği ağrıyı duyuyordu yine. Ağrı hiç durmadan artıyor, onun başka bir şey düşünmesine engel oluyordu. Sonunda karnı patlayacak gibi oluyor ve follukta o beyaz yumruyu görüyordu. Yumurtlamamayı başaramayınca yumurtalarını bahçenin başka yerlerine bırakmaya başladı. Ama bütün bahçeyi avuçlarının içi gibi bilen iki çocuğun elinden kurtaramadı yumurtalarını. Bahçeden dışarıya çıkma girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanınca, umutsuzca her gün yumurtalarından ayrıldı. Ama buna alışmamak için kendine söz vermişti. Yoksa annesi gibi olacaktı.

-Anne, katil tavuğun yumurtasını buldum.
-Bugün nereye yumurtlamış?
-Odunların arasına.
-Ne salak tavuk bu? Bir türlü öğrenemedi folluğun yerini. Bunu kuluçkaya yatırsan yavrusuna da sahip çıkamaz.

Geçen zaman içerisinde birkaç kardeşini daha kurban vermişti. Kimini adamın kardeşi askerden döndü diye, kimini oğlan sınıfı geçti diye, bahane buldukça kestiler. O da bilendikçe bilendi. Ne var ki pek gücü yetmiyordu insan yavrularına. Kapının önündeki ayakkabıları çekiştirip gagalıyor, sıçrayıp asılı çamaşırlara sürtünerek onları kirletiyor, olur olmaz zamanlarda karşılarına çıkıp onları korkutmaya çalışıyordu. Ama bunlardan öteye gidemiyordu verdiği zarar. Bir plan yapmak gerekiyordu. Geriye kalan kardeşleri kesinlikle onunla beraber plan yapmayacaklarını söylemiş, arayı da iyice soğutmuşlardı. Annesi de insanlara kurban gittiği için, artık tek başınaydı. Diğerleri eşinedursun o neler yapabileceğini düşünüyordu. Bütün çözüm arayışlarına karşın sonuca varamıyordu bir türlü. Bahçeden bir kaçabilse... O zaman belki yeni bir şeyler görüp bulacak, daha çok bilgiyle, daha çok deneyimle, daha çok özgüvenle yapacaktı her ne yapacaksa. Duvarı aşmayı defalarca deneyip başaramamıştı işte. Birkaç kez de bahçeden çıkan birinin açtığı kapıdan geçerek kaçmayı denemişti. Ne var ki insanlar hep engel olmuştu onun girişimlerine. Bir keresinde komşu kadını o kadar korkutmuştu ki, kadıncağız baş parmağıyla damağını kaldırdıktan hemen sonra ayağındaki terliği çıkarıp kafasına fırlatmıştı. Neyse ki kadın iyi bir nişancı değildi. Yoksa belki onun kemiklerini de evin köpeği dişliyor olurdu şimdi. Çaresiz hissediyordu kendisini. Böyle giderse kardeşlerinin öcünü alamadan, o da ondan öncekiler gibi öldürülecekti.

-Yarın akşam yemeğe Müdür Bey gelecek. Bir tavuk kesin gündüzden. İyi ağırlamak lâzım. Hiçbir işimizi geri çevirmedi adam. Kendi yapamıyorsa da bir yolunu bulup yaptırdı. Mahcup olmayalım adama karşı.
-Baba, katil tavuğu keselim!
-Siz bilirsiniz. Yalnız sofra eksiksiz olsun.

Çocuklardan büyük olan ona doğru geliyordu. Böyle sabahın erkeninde tavuklarla uğraşmazdı çocuklar, ama işte düpedüz ona doğru geliyordu. Biraz endişelendiyse de pek oralı olmadı. Çocuksa yönünü değiştirecek gibi değildi. Bir yandan eşelenir gibi yapıyor bir yandan da çocuğu gözlüyordu. Çocuğun üstüne atlamasıyla canına kast ettiklerini anlaması aynı anda gerçekleşti. Sıçradığı gibi odunların üstüne kondu ve kıçını iki yana sallaya sallaya kaçmaya başladı. Karşısında ikinci çocuğu gördü. Bir sağ, bir sol yapıp ondan da paçayı kurtardı. Çocukların vazgeçmeye niyeti yoktu. O da teslim olacak değildi. Bahçede bir kovalamacadır başladı. Odunların üstünden kilerin çatısına, oradan biberlerin, domateslerin arasına... O kaçıyor, diğerleri kovalıyordu. Birkaç kez yakalanmaktan kıl payı kurtuldu. İyice yorulmuştu, ama bu ölüm kalım meselesiydi, vazgeçmek olmazdı.

Çocuklar ellerinde sopalarla peşindeydiler yine. O da bahçe duvarına doğru koşuyordu. Artık köşeye sıkışmış sayılırdı. Son bir şansı kalmıştı. Can havliyle bu kadar hızlanmışken belki duvarın üstünden uçarak geçebilirdi. Önemli olan doğru zamanı tutturmaktı. Kuşlarınki kadar olmasa da onun kanatları da işe yarıyordu biraz. Duvar gittikçe yaklaşıyordu. Zamanın geldiğine kanaat getirip açtı kanatlarını. Ayakları yerden kesildi. Gittikçe daha hızlı çırpıyordu paslı kanatlarını. Yükseldikçe çırpıyor, çırptıkça yükseliyordu. Gövdesi amma da kilo almıştı. Duvar amma da yüksekti. Kanatları amma da uyuşmuştu. Gücünü sonuna kadar kullanmalıydı, çünkü başka kurtuluşu yoktu. İyice asıldı kanatlarına. Gözleri kararana, suratı morarana, duvar aşılana kadar çırpacaktı onları. Çocukların iyice şaşırdığından emindi. Daha önce böyle uçan tavuk görmüşler miydi acaba? Kardeşleri de imrenmeyle karışık bir gurur içinde olmalıydılar. Hiçbir tavuğun yükselemeyeceği kadar yükselmişti işte. Duvar iyice, ama iyice yaklaşmıştı. Son bir kanat, son bir kanat daha. Artık hiçbir şey göremez, duyamaz, düşünemez olmuştu.

Kendine geldiğinde yerdeydi. Hemen ayaklandı. Bacakları, kanatları, göğsü ağrıyordu. Başı zonkluyordu. Geçebilmişti sonunda. Hayır, geçememişti. İşte çocuklar ona doğru koşuyorlardı yine. Umutsuzluğa kapılmaya zaman bulamadan tabana kuvvet kaçmayı sürdürdü. Ellerinden bir kez daha kurtulmayı başardı. Odunların üstüne çıktı. Artık umutsuzluğa kapılabilirdi. Kaçabildiği yere kadar kaçacaktı, ama işte ömrünün son günüydü belki de bu yaşadığı.

O düşünedursun, çocuklar bu işten sıkılmışlardı. Bu kovalamacayı daha fazla uzatmak istemeyen büyük çocuk, evden babasının saçmalı tüfeğini alıp bahçeye çıktı. Saçmaları tüfeğe doldurup uygun zamanı kollamaya başladı. Küçük olan artık kovalamayı bırakmış soluklanıyordu. Tavuk da bu aralığı odunların üstünde dinlenerek değerlendiriyordu. Bir patlamanın ardından bedeninin değişik yerlerinde duyduğu sancıyla yere yığıldı. Bedeni kanıyor, başı zonkluyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkar gibi oldu, sonra sendeleyip yere kapaklandı. Kanatlarını çırpmaya çalıştı, ama daha fazla acıdı her yeri. Kafasını kaldırıp gözleriyle kardeşlerini aradı. Hiçbiri ortalarda görünmüyordu. Göğsünü gördü. Her yeri kan içinde kalmıştı. Bacakları kendi kendilerine seğirip çırpınıyordu. Kanatlarından biri bedeninin altında kalmış, diğeri göğsünün üstünde çapraz duruyordu. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Her yeri o kadar ağrıyordu ki bağırmasına engel olamıyordu. Boynu ağrıyınca kafasını geriye doğru bıraktı. Uykusu geliyordu. Gözleri ağırlaşıyordu. Biraz dinlenmeliydi belki de. Sonra kalkıp kaçardı kaldığı yerden. Hem çocuklar da vaz geçmemiş miydi bu işten. Uyku, büyük adımlarla geliyordu. Kendini yavaş yavaş onun kollarına bırakıyordu.

Çocuklar tavuğu can çekişirken yakalayıp babalarının av bıçağıyla hemen kafasını kestiler. Temizlenmesi hayli zaman aldı, oldukça da zahmetli oldu. Anneleri bir yandan lanetler yağdırıp bir yandan da saçmaları tek tek temizliyordu tavuğun cesedinden.

Yemek masası iştah kabartıcı görünüyordu. Kısa boyu yüzünden iyice tombul görünen Müdür Bey, mücvere, patlıcan salatasına, piyaza, közlenmiş bibere, çeşit çeşit turşulara, kızartmalara baktıkça daha da tombullaşıyordu sanki. Bir de mutfaktan dumanı üstünde tavuk gelince ağzı iyice kulaklarına vardı. Eşi biraz titizlenir gibi görünse de diyecek laf bulamıyordu. Tavuğun gelmesiyle o da yelkenleri indirdi. Bir anda evin içi çatal kaşık sesleriyle doldu taştı. Herkes önemli bir iş yapmanın bilinciyle ses çıkartmadan yemeğini yiyor, kimse tuzluk alış verişinden başka bir nedenle konuşmayı aklından bile geçirmiyordu. Müdür Bey yaptığı işin harareti içinde hafiften terlemeye bile başlamıştı. Tabağına doldurduğu mezeleri birbirine karıştırıp yiyor, tadını beğendiklerinden, tabağıdakinin bitmesini beklemeden birkaç kaşık daha alıyordu. Gömleğinin yakasına iliştirdiği peçete yana kaymış, köşesiyle duvardaki ceylanlı halıyı gösteriyordu.

-Ahh!
-N'oldu hoca'nım, bir şey mi çıktı?
-Yok yok, önemli değil. Ufak bir taş herhalde, bir şey yok.
-Allah Allah! Taşın ne işi var canım tavuğun içinde? Bir bakayım. Hııı. Vallahi olacak şey değil. Hanım, kaldır şu tavuğu çabuk. Çok mahcubuz Müdür Bey. Köylük yer. O kadar da söyledim dikkat edin diye, ama... Kusurumuza bakmayın. Şu zeytinyağlılardan biraz daha almaz mısınız? Tavuğun yerini tutmaz ama...
-Ziyanı yok, ziyanı yok, pek aç değildim zaten...
-Olur mu canım. Biraz patates alın hiç olmazsa. Bizim tarlanın patatesi başka yerdekine benzemez.
-Teşekkür ederim.

Tavuk masadan kaldırılıp doğru mutfağa götürüldü. Adam kafasını zor kaldırıyor, konuklarıyla göz göze gelmemeye çalışıyordu. Yerin dibine geçmişlerdi Müdür Bey'in karşısında. Bir dediklerini iki etmeyen adama taşlı çakıllı tavukla teşekkür etmişlerdi. Taşlı çakıllı olsa yine iyi de, bu saçma nasıl girmişti tavuğun içine? Olacak iş değildi.

Müdür Bey'in deminki hararetli keyfi durulmuştu. Yemeğe ara vermiş olmaktan mutsuz, hafiften somurtmaya, gözlerini kaçırmaya başlamıştı. Tavuk ne de güzeldi oysa. Daha en az iki büyük parça yemeyi planlamıştı. Yoğurdu budun üstüne sürüp biraz da tuzlayacak, budu parça parça mideye indirecekti. Sonra göğsü küçük parçalara bölüp pilavla karıştıracak, biraz da karabiber ekip uzun uzun çiğneyecekti. Oysa şimdi zaten yeterince yediği zeytinyağlılarla yetinmek zorundaydı. Yine kimse konuşmuyordu masada. Ama bu sefer meşguliyet değil keyifsizlikti sessizliğin nedeni.

Masadaki keyifsizlik yemekten sonra da sürdü. Müdür biraz işlerin yoğunluğundan, üstündeki baskıdan, hizmet vermek için ne sıkıntılar çektiğinden söz edip sustu. Arada gidip gelen "daha daha nasılsınız"lardan başka bir şey konuşamaz olmuşlardı. Müdür Bey'ler kahvelerini içip biraz oturdular sonra da bir baş ağrısı uydurup gittiler. Kim bilir sonu ne olurdu bunun. Artık ofiste uğraş dur. Zaten adam zor hizmet veriyor, artık seninkini vermeyiverir. "Bugün git, yarın gel"ler, "bir haftadan önce hayatta olmaz"lar, "yazıyı yazdık, yanıt gelince biz sizi ararız"lar... Bir de ötekilere anlatırsa artık kimseden verdiği selamın karşılığını alamazdı herhalde. Bir saçma yüzünden. Bütün itibarı bir saçma yüzünden yerle bir olmuştu.

Müdür Bey'le hanımını arabasına kadar boynu bükük geçiren adam hışımla mutfağa daldı. Uzun bir bağırış çağırıştan sonra tavuk etinde saçmanın ne işi olduğunu sordu. Tavuğun yaralı ele geçirilme öyküsünü morara morara dinleyip sinirinden iyice köpürdü. Önce tavuğu düzgün temizlemeyen eşini, sonra tüfekle tavuk avlayan büyük oğlunu en son da bu işte hiç suçu olmayan küçük oğlunu bir temiz sıra dayağından geçirdi. Hepsini tekmeleye tekmeleye mutfak masasının altına doğru sürükledikten sonra hızını yine de alamayıp, masanın üstündeki tavuğu da tuttuğu gibi çöpe fırlattı.

2006

Koridor dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2007 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştır.

"Kumesin Otesi" tartismasinda da sozu gecen "Tavuk" adli oyku. Gorus ve elestirilerinizi bekliyorum.

Kategori:

Re: Tavuk

ne kadar zaman tanımıştın görüşler için?? Yazıcam zaten sözüm vardı sana =) unutmuş değilim.


Re: Tavuk

narincir dedi ki:
ne kadar zaman tanımıştın görüşler için?? Yazıcam zaten sözüm vardı sana =) unutmuş değilim.

Yanlis animsamiyorsam bir hafta demistim Boxing


Re: Tavuk

İlk paragrafta içine girdiğimiz atmosferin ne olduğu anlaşılırken yaşanan sürpriz duygusu çok güzel. Yalnız aşağıdaki iki ifade çelişiyormuş gibi de geldi bana.

""
İçerdeki o kaygan garip yiyecek bitmişti.

""
Sonunda bir yerden ışık geldiğini görüp bütün gücüyle oraya yüklendi: Güneş.

Kaygan sıvının ismini bilmiyoruz ama güneşi şak diye biliyoruz. Tanrı anlatıcının müdahalesi gibi geldi bana. Gerçi içten dışa çıkarkenki ortam değişimini ve gözlem çerçevesi değişimini anlatmak için de denilebilir belki ama yine de sorunlu geldi bana.

""
-Şu benim olsun mu?
-Tamam o senin olsun.
-Bu da benim olsun mu?
-Tamam o da senin olsun.

Çocuk dünyasına dair yerinde bir saptama. Hatta çocukların yaş ortalamalarını da verdikleri için hayli başarılı bir diyalog.

""
nasıl tavukluk yapılacağını öğrenmeye çalışıyorlardı. Laughing out loud

""
Kiminin kafası şişiyor, kiminin bacağı burkuluyor kimininse yüzü gözü yaralanıyordu.

Bu anlatımdaki "kafa", "bacak", "yüz göz" yerine daha az insansal ifadeler bulsak. Üstteki cümle tek başında değerlendirilince fabl'a dönüyor hikaye.

""
-Hiii! N'oldu sana?
-Piliçlerin biri saldırdı.
-Ne diye yaklaşırsınız ki piliçlere. Neredeyse gözünü çıkaracakmış. Gel şuraya da sarayım yaranı. Sen de
öyle bakıp durma git tentürdiyot getir.
-Tamam.
-Tendirdiyot sürme!
-Gel diyorum sana.

Sık sık araya giren bu diyalogların öykünün ritmini sağladığını düşünüyorum. Çok başarılılar bence.

""
Onun düşünceli hallerini tavuktan çok bir hindiye benzetiyor, onu normal olmamakla suçluyorlardı. Bir tavuk böyle şeyleri düşünmek yerine beslenmesine ve soyunu sürdürmeye bakmalıydı onlara göre.

Biraz Aziz Nesin öyküsü tadı var üstteki satırlarda.

""
-Anne, katil tavuk yumurtlamış. Laughing out loud

""
Önce yumurtlamamayı denedi.

18. yy. İngiltere'sinin makinekırıcılarının (ludist hareket) devamcısı mübarek.

Tavukluk eylemi olarak garip yerlere yumurtlamanın pek güzel bir yorumu olmuş sonraki kısım.

Duvara doğru yükselme sahnesi müthiş sürükleyici, benim de tavukla birlikte havalanasım geldi. Ama burada duvara çakılma şeklinde vuku bulan gerçekçilik düzeyini sevdim. Hele çocukların tüfekle peşine düşmesi ve muzaffer bir edayla kanlar içindeki gövdesini seyreden tavuk iyice galeyana getirdi beni.

Uzun zaman olmuş bu öyküyü ilk okuyalı. Yine de heyecanla okudum. Belki bu kez sonunda ölmez diye de içimden geçirmedim değil, ama nafile. Sonunda eren'in zekice kurguladığı tavuğun canı pahasına da olsa intikamını alış öyküsü çok keyiflendirdi beni.

Özellikle müdür beyin tavuk yeme sahnesi pek eğlenceliydi. Belki, saçmayı dişleme kısmı biraz daha detaylı ve can yakıcı olabilirdi diye düşündüm. Adamın o kadar tavır almasına değseydi, ne bileyim dişini falan kırsaydı, ağzı yüzü kan içinde kalsaydı önce.

Ellerine sağlık eren. Alkış


Re: Tavuk

Geçen Bolu'nun bir köyüne gitmiştim, civcivleryle dolaşan tavuk vardı. Eren'İn şu hoş gözlemleri geldi aklıma. Belki amacı buradakinden farklıydı ama, o civcivler de aynen böyle yapıyorlardı! Hem de bana.

""
Çömelmiş, elindeki ağaç parçasıyla yerdeki çamuru dürtükleyip duran
çocuğa eşelene eşelene, kafasını ileri geri ata ata yaklaşmış, iyice dibine girmişti. Sağından solundan
sürtüne sürtüne geçiyor, ayakkabısını gagalıyor, eşelediği toprakları ona doğru atıyordu.


Eren şimdi nerlerde bilmiyorum, umarım yalnızca bir kafa tatilinde değildir, doğayı, insanları gözlemleyeceği bir yerlerdedir.