UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tahsin Yücel - Gökdelen

10 Tem 2008
eren

(Asagidaki metinde romandaki bazi surpriz unsurlarini ve romanin sonunu acik eden noktalar olabilir, romani okumamis olanlarin bunu goz onunde bulundurmalarini oneririm.)

Tahsin Yücel'in roman ve öykülerinde dikkatimi çeken bir şey vardır: kahramanlar genellikle onları sarıp sarmalayan bir tutkuya delicesine bağlanmışlardır. Bu bağlılık onları roman/ öykü boyunca bırakmaz ve romanın/ öykünün gidişatı üzerinde başat öneme sahiptir. Bıyık Söylencesi'nde bıyığın kahraman için bir yaşam nedeni haline gelmesi, Kumru ile Kumru'da tüketimin çılgınlık boyutuna ulaşarak insanların yaşamını giderek bunalıma sürüklemesi, Mutfak Çıkmazı'ndaki kahramanın yemek yapmayı yaşamın anlamına eş tutması, Peygamberin Son Beş Günü'nde Peygamber'in tutuklanmamış olmayı ve bunun da aralarında bulunduğu nedenler dolayısıyla kendi devrimci arkadaş çevresinden dışlanmayı ölene kadar kafasından atamaması, Yalan'da Yusuf Aksu'nun, genç yaşta kendini öldüren arkadaşının kuramını tanıtmayı yaşamının tek gayesi olarak görmeye başlaması vb. Roman kişisinin roman boyunca yaşantısını böyle bir saplantının üzerine kurmuş olması beni hep rahatsız etmiştir. Böylelikle, romanda gerçekleşen bir takım mantık dışı olaylar kendilerine bir anlam bulurlar, ne var ki saplantılı kişilik yalnızca bu olağan dışı olaylar birbirine eklenebilsin diye romana eklenmiş gibidir. Asıl sorun, o mantık dışı olayların belirli bir çerçeve içerisinde sunulması ve üst üste gelen rastlantıların rahatsız edici olmaktan çıkarılmaya çalışılmasıymış gibi görünür. Bu nedenle, özellikle benim için Kumru ile Kumru'da netlik kazanan bu nitelikle bir türlü barışamamışımdır. Benim için romanın gerçekliğine indirilmiş bir darbe olarak kalmıştır bu yaklaşım.

Yine Tahsin Yücel roman/ öykülerinde dikkatimi çeken bir şey de yazarın aslında Söylemlerin İçinden'de oldukça parlak bir örneğini vermiş olduğu söylem analizidir. Roman ve öykülerindeki ironi de çoğunlukla buradan kaynaklanır. Politikacıların, gazetecilerin ve söylemiyle toplum önünde olan bütün diğer kesimlerin sığ mantık yürütmelerini sonuna dek götürerek, altındaki varsayımı çıkaracak biçimde konuşturarak onların bulundukları konuma yönelik eleştiri oklarını birbiri ardına gönderir yazar.

Gökdelen'le ilgili düşüncelerimi sıralamaya başlamadan bir de Tahsin Yücel'in Türkiye edebiyatındaki özgül durumuyla ilgili bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Tahsin Yücel eleştrilmeyen bir yazardır. Bunu elbette sözcüklerine gerçek anlamlarıyla söylemiyorum. Ancak yazarın yazdığı eserlerin toplamına bakıldığında, tanınmış bir yayınevinden çıkan herhangi bir kitabın aldığı ortalama çoklukta eleştiriyi almadığını gördüğümü söylemek istiyorum. Burada iki nokta var: birincisi Türkiye'de edebiyat eleştirisinin güdük haliyle, diğeriyse Tahsin Yücel'in kendi alanında dünyaca tanınmış bir akademisyen/ yazar oluşuyla ilgili.

İlki üzerine düşüncelerimi fazla açımlayacak değilim, şunları söyleyip geçeyim: 1) Edebiyat eleştirisiyle tanıtım yazılarının birbirinden ayrılması için ciddi bir çaba görülmüyor. Adeta kitaplara on üzerinden not veren bir yaklaşım benimsenip okura "eleştiri" diye yutturulmaya çalışılıyor. 2) Kapsamlı eleştiri ve inceleme, çok emek istediğinden ve belki de bir egemenlik alanı olarak görüdüğünden, fazla rağbet görmüyor.

İkincisi ise zaten yazarın okurları tarafından oldukça iyi biliniyor. L'Imaginaire de Bernanos'la başlayıp Figures et Messages dans la Comédie Humaine ile süren akademik yaşamı ona yapısalcılık ve göstergebilim alanında hatırı sayılır bir ün kazandırmış, yazar, bu birikimini denemelerinin yanısıra Yapısalcılık ve Göstergeler gibi iki özlü eserle Türkçe okuruyla da paylaşmıştır. Eleştiri ve tartışmalarındaki bilgisizliğe ödün vermeyen tutumuna da burada değinmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bütün bunları bir araya getirebilmiş bir kişiye eleştiri yöneltebilmenin derin bir bilgi birikimine yaslanması gerektiği düşüncesinin bu biçimde ortaya çıktığını (eğer çıktığını kabul ediyorsak) düşünüyorum. Eleştiri yöneltenin söylem analizine maruz kalma olasılığı da cabası. Bunun bir örneği için Kaan Özkan'ın yazarla yaptığı nehir söyleşiye bakabiliriz. Kaan Özkan soruyor ve yanıtını alıyor:

""

- Bıyık Söylencesi oldukça usta işi bir kitap olarak karşılandı.
- Oldukça usta işi. Övgüye teşekkürler. Bir dahaki sefere iyice usta işi bir roman da yazmaya çalışırım.[1] (s. 153)

Elbette, sonrasında, sorusu için bir yanıt alıyor Özkan, ancak kullandığı sözcüklere dikkat etmemenin faturasını da ödüyor.

Bütün bunlar bana Tahsin Yücel'in eleştirilmeyen bir yazar olduğunu düşündürüyor. Bunu Tahsin Yücel'in eleştiriden hoşlanmayan bir kişi olduğunu sezdirmek için söylemiyorum. Öyle olduğunu da düşünmüyorum. Ne var ki, bir yazarın eleştirinin besleyiciliğinden uzak kalmasının onun için bir talihsizlik olduğunu, bunun böyle olmasının sevindirici bir yanı olmadığını söylemeye çalışıyorum.

Yazarın son romanı Gökdelen'e[2] dönelim. Yukarıda sözü edilen tutkuların bu romanda da görülebileceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Gerek Temel Diker'in İstanbul'u New York'tan bile daha çağdaş bir kent haline getirme düşü, gerekse Can Tezcan'ın yargıyı özelleştirme çabası bu tutkulara örnek olarak verilebilir.

Ayrıca özellikle politikacıların konuşmalarında ortaya çıkan ironi de gözden kaçmıyor. Tahsin Yücel, Gökdelen'de de söylem analizinden vazgeçmiyor. Elbette doğrudan söylenen sözlerin üstüne giderek, denemelerinde yaptığı gibi yapmıyor bunu, ama politikacıların söylediklerinin yalnızca birbirleriyle karşılaştırarak bile gülünç görünmesini sağlayabiliyor.

Öncelikle romanda önemli gördüğüm iki buluşa dikkat çekmek istiyorum: yargının özelleştirilmesi çabasına ve yılkı adamlarına.

Yoğun bir özelleştirme dalgasıyla kuşatıldığımız bir dönemden geçerken Tahsin Yücel'in böylesi bir buluşla çıkıp gelmesi oldukça etkileyici. Madem halka ait her şey özelleştiriliyor, o zaman adalet mekanizması da özelleştirilebilir. Bu gerçekten olabilir mi? Hukukun bir özel şirket tarafından dağıtılması ilk bakışta oldukça aykırı bir düşünce gibi görünüyor. Ama Yücel'in de belirttiği gibi, bugünkü işlevine bakıldığında bunun o kadar da büyük değişiklikler oluşturmayacağı söylenebilir. Belki fazla kazanç sağlamayan bir iş olduğundan, para sahiplerinin ilgisini çok çekmeyecektir, ama karı da zaten doğrudan kasalara para akıtmasında değil, para babalarının kasalarına para akışının meşrulaştırılmasında. Bu da kolay kolay vazgeçilecek bir şey değil doğrusu. Bu yolla hem adalet duygusunun paraya tahvil edilmesinin etik boyutları hem de halka ait başka işletmelerinin özelleştirilmeleriyle yargının özelleştirilmesi arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerinde düşünme şansı buluyoruz.

Yılkı adamları, bugünün yoksul kitlelerinin bundan 66 yıl sonraki haline ilişkin bir öngörü. Kent soyluların yaşadığı kentlerde makineleşmenin ve otomatizasyonun da artmasıyla yaşamlarını sürdürmenin yollarını bulamayan kitleler, kentten uzaklaşarak doğanın verdiklerine sığınıyorlar ve aynı hiçbir işte kullanılamayacak yılkı atlarının doğada sürüler oluşturmaları gibi sürüler oluşturup ölene kadar yaşamlarını binlerce yıl önceki atalarımızın yaptığı gibi ot ve kök yiyerek sürdürmeye çalışıyorlar. Bu, insancıllıkla ilgili yeni bir etik sorunun yanısıra aslında ekonomi-politik bir soruyu da gündeme getiriyor: Hızla liberalleşen ekonominin insana verdiği zarar o sistemin sürdürülebilirliğini zedeler mi? Tahsin Yücel'in öngörüsüne göre, en azından 2073 yılına kadar, sürdürülebilirlik ortadan kalkmamış görünüyor. Ancak değişim umudunun gittikçe büyüdüğünü ve bir tetikleyiciyle ortaya çıkabileceğini de açık ediyor.

Gökdelen'i yazarın diğer romanlarından ayıran özelliklerden bir tanesi, belki de ilki, romanın gelecekte geçiyor olması. Bu da ona yeni teknik boyutlar katıyor. Gelişen teknolojiye, kent yaşantısına, politik yaşama, beslenme biçimlerine, vb. ilişkin öngörülerin romanın dokusuna yedirilmesi gerekiyor. Bunu 2073 (ki cumhuriyetin 150. yılına denk gelmektedir) gibi bir tarih için gerçekleştirmek aslında bir hayli güç. Özellikle de gelişen teknolojinin öngörülmesi oldukça çetrefilli bir iş gibi görünüyor. Kitapta bu açıdan sorunlu örneklere rastlıyoruz zaman zaman:

""

'Ama sen kahvaltını bitir önce. Bugün kaç sofrada buğday ekmeği yeniliyor?'
'Evet, buğday serada yetişiyor, seralar da yabancıların elinde. Gene de bitirmek zorunda değilim. Hiç iştahım yok bu sabah.' (s. 14)

Buradaki okuyucuya bilgi verme çabası pek de metin tarafından özümsenmiş görünmüyor. Kimi eski Yeşilçam filmlerinde görmeye alıştırıldığımız sahneler gibi. Okuyucu alenen bilgilendiriliyor. Bu da romanın dokusunu zedeliyor. Bilgi verme çabasına bir örnek daha:
""

Küre bir zamanların Hürriyet'i gibi bol resimli ve bol yarı çıplak kadınlı bir halk gazetesiydi, ama bir yandan patronun serveti ve ilişkileri, bir yandan kimi köşe yazarlarının becerisi nedeniyle, en yapay, en saçma sorunları bile güncelleştirip kitleye mal etmekte üstüne yoktu, arada bir konuları saptırarak iktidara yardımcı olur, arada bir de saldırıya geçerek kitleyi arkasına alırdı, ama bir takım sorunların üzerinde inatla durarak çözüme kavuşturulmalarında belirleyici bir işlev yüklendiği de olmaz değildi. (s. 47)

Burada Küre gazetesi Hürriyet'e benzetilmemiş olsaydı, acaba metin çok şey yitirir miydi, diye sormadan edemiyorum. Romanın zaman zaman aksayan bu yönüyle ilgili son bir örnek:
""

'Bir dakika, efendim, bir dakika, kalem kâğıt alayım, alıcı ve yazıcıyı da açayım,' dedi.
Can Tezcan durup bekledi, yardımcısı elinde bir deste kâğıt ve birkaç tükenmezle karşısında oturunca, incecikten gülümsedi.
'Sabri'ciğim, şu ilkokul alışkanlığını bir türlü bırakamaın,' dedi. 'Alıcı konuşmamızı olduğu gibi aldığına, yazıcı da yaıya çevirdiğine göre, bunca kâğıt kaleme ne gerek var? Sen söyleyeceklerimi dinle, aykırı bulduğun bir şey olunca da saniyesinde belirt bana, tartışmadan geçmeyelim,' dedi. (s. 140)

Politikacıların, para babalarının, gazetecilerin, yargı üyelerinin, bürokratların içinde bulunduğu çetrefil ilişkiler ağı, bugünün dünyasını/ Türkiye'sini zaman zaman iyice açık biçimde yansıtıyor. Kitabın arka kapak yazısında da buna değinilmiş: "...aslında bugün yaşadığımız çürümeyi anlatan, sürprizlerle dolu bir roman." Tahsin Yücel eleştiri oklarını fırlatmayı sürdürüyor. Yazık ki, yukarıda da değinilen kimi teknik aksaklıklar romanın ritmini bozuyor. Onu Orwell'in 1984'ü, Zamyatin'in Biz'i gibi türün başarılı örneklerinin arasına koymamızı bir hayli güçleştiriyor.

[1] Görünmez Adam, "Tahsin Yücel Kitabı", Kaan Özkan, Söy., 2001, Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul.
[2] Gökdelen, Tahsin Yücel, 2006, Can Yayınları: İstanbul.

Kategori: