UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Tahir Üzerine

04 May 2014
oktay

Bir şeye isim vermenin, o şey üzerinde hakimiyet kurmak anlamına geldiği fikri kadim çağlardan beri beşeriyetin belleğinde yazılıdır. Bir şeyin adını bilmek ya da bir şeye ad vermek "iktidara sahip olmak" ile ilişkilendirildiğinden , mesela Eski Ahit'te Tanrı, ismini sual eden Yakub'a adını söylemez.* Kıssa ilk okunduğunda dikkati celbeden husus tanrının bir ölümlü olan Yakub'a güreşte kaybettiğidir.Oysa Tanrı, Yakub karşısında daha kökensel ve incelikli bir üstünlüğe sahiptir. Bu kökensel üstünlük onun Yakub'u kutsayarak bu ölümlüye İsrail ismini vermesinde ortaya çıkar.Bir isim ile kutsama yani değer atfetme kudretine sahip olma ya da olmama, işte hiyerarşi buradan temellenir. Bu hiyerarşiye dair Nietzscheci tasavvurdur ve Hegelci köle-efendi diyalektiğinin çarkına sokulan çomaktır. Hegelciliğin insan ve tanrı arasında gerçekleştirdiği rol değişimleri ile ortaya çıkan tasavvuru, kudretin bir müsabakanın ya da savaşın sonunda galip ve mağlup taraflar arasındaki temsili meselesine dönüştürüldüğü oranda kabul edilebilirdir.

Tanrı'ya sorulan "Adın ne?" sorusuna dönersek; bu soru Eski Ahit'te bir kez daha**, bu sefer İsrailoğullarını Mısır'dan çıkaran Musa tarafından sorduğunda ise Rab bu kez cevap verir : "Ne ise o olan" anlamındaki Yehova'dır adı.O, "ne ise o olan" olarak, insanoğlunun isim vasıtası ile kurduğu hakimiyetten münezzeh bir gücün ifadesidir. Yehova böylece kendi ismi ile İsrailoğullarına haddini bildiren değer atfedici bir "mercidir."

Bu hususlar üzerinde, dilin kökenine dair muhtelif "semavi" izahatte de bir mutabakat sağlandığı söylenebilir. Eski Ahit tekvin bölümü 11. bab'da, Babil Kulesi'ne dair meşhur kıssanın bize anlattığı, Rab'bın ademoğlunun aynı sözleri kullanmak suretiyle ve küstahça elde ettiği kudreti elinden almak için insanlığın dilini karıştırdığıdır. Bu sadece farklı dillerin ve kavimlerin oluşturulması ile insanlık aleminin dirliğinin bozulması anlamına gelmez, aynı zamanda dilin kendisinin deforme edilmesi anlamına gelir. Zira Yeni Ahite göre Adem'in nesnelere ad vermesi Kuran'a*** göre ise Allah'ın Adem'e nesnelerin adlarını öğretmesi ile meydana gelmiş olan "biricik ve ideal dil", böylece kibirlenen ademoğlunun cezalandırılması için bozulmuş olur. Gerek Kuran-ı Kerim'de gerekse Yeni Ahit'teki bahislerde dil, "kavram" ile "nesnesinin" bir saydamlık ilişkisi içinde işlediği ve böylece "hakikatin bilgisine" erişme bakımından herhangi bir sorunun söz konusu edilmediği "ideal dil"in ta kendisidir. Demek ki, metafizik geleneğin rasyonalist ve empirist ve de mantıkçı pozitivist paydaşları "ideal dilin" tesisine yönelik temenni ve çabaları ile dilin kökenin ne olduğuna dair "semavi" izahatin dümen suyuna yazmışlardır. Çünkü sözkonusu gelenek en temelde "insan kavramına" , "bir tür(cins) olarak insana" biçilen değer ile düşünmüştür. İlkinde "Rabbin kölesi" olan ve eşref-i mahlukat payesine bu sayede ulaşan "insan" ikincisinde ise kendisi Rabbin tahtına kurulmuş bir "efendi" kimliği ile humanistik bir yüceltimin de yedeğinde payesine erişmiştir.

Dosya konumuz olan, "Kuş Yuvası" adı verilmiş öyküye dair lakırtılarımızı dillendirmeden evvel, yukarıda değinilen "konuyla pek alakasız meselelere" neden bulaşıldığının söylenmesi gerektiğini düşünen okuyucular olabilir. "Şahsi kanaatimiz" şudur ki, hiç bir "edebiyat eserinde" bu husustan daha çok önem arzeden bir konu bulunamaz çünkü her şeyden önce, "o şeyi" bir edebiyat eseri olarak ortaya koymak meselesi, başka bir değişle "edebi olan" ile "edebi olamayan" ayrımı ve bu ayrımın hangi merci tarafından ve hangi hakla belirlendiği meselesi "konuyla pek alakasız olan" bu meselelere bulaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Ayrıca bu yazının muhattap aldığı öyküde, anlatının bir cins(tür) ve cinsiyet meselesi ile ilişkili olması, anlatıcının öyküdeki rolü ve dolayısıyla anlatının-anlatım-buluşunun ta kendisi de zorunluluğu arttırmaktadır. Umuyoruz ki, böylesine çetrefilli bir konuyu bu kısa giriş içerisinde hakkıyla dile getirebilme muvaffakiyetine ulaşamamış olsak da, öyküyü ele alırken ete kemiğe bürünecek bazı meselelere dilimizin ucuyla değinebilmişizdir.

xxx

Öykü, İstanbul'da yaşayan "Tahir" hakkındadır. "Tahir", tıpkı ne doğuda ne batıda ve ne doğulu ne de batılı olabilen; neşeli ve kederli bir cani balina olan İstanbul gibi iki arada bir dere-delik ailesine mensuptur. "Ağzındaki okkalı sigara" ile bir erkek , "önündeki kayıp okkalı alet" ile ise bir kadındır."Evinde ağır ağır kazak örüp milli takımın maçını izlerken" kadın, "bizimkiler gol attığında elindeki şişleri atıp en kalın tezahuratları saydırmaya başladığında" erkektir. Bazen yavru ağzı çanta içinden taşan cıvıl cıvıl bir gülücük iken, bazen gazetenin birinde afet misali bir mankeni gördüğünde sırtında hissettiği ürpertidir ama mankenin hemen yanındaki haberde pazu gösteren aygıra hazla kabaran tükürük bezi olduğu da inkar edilemez.

"Anlatı", bize bu durumu bir anormali olarak sunmaktadır, zira "Tahir"in bu durumu "travmatik bir deneyim" -tecavüz- ile birlikte işlenmektedir.Öyleyse, Tahir bu travmatik yaşantı ile karşılaşmamış olsaydı pekala "kendi türünün mensubu" olabilecekti. Bu durum,Funda'nın "Tahir"e geri dönüşü ile de desteklenir görünmektedir. Zira, Funda'nın "Tahir"e geri dönmesi için hiç tanımadığı ya da tanısa bile daha fazla tanımak istemediği biriyle hayatının geri kalanını geçirme tehlikesi ile karşı karşıya kalması gerekecektir. Yani, "Tahir"i "okkalı bir aleti olmadığı için" bırakıp giden normal Funda ancak zorla birinin koynuna sokulma travması sayesinde ona geri dönerek "kendi cinsine ilgi duyan bir kadın" haline gelebilmektedir. Bu anormali şeklinde sunmaya rağmen, öyküde söylenildiğine bakılırsa "anlatıcıya" hikaye"Tahir" tarafından, tam da anlatıcı anlayışlı birine benzediği için verilmiştir. İşte bu noktada öykü; şu "demokratik", "kimliklere hoşgörü" politikalarının açmazına benzer bir açmaz yaşamaktadır. Öykü, anlatıcının anlayışlılığı sayesinde kaleme alınabilir olmuştur -yani, öyküyü anlatma hakkı, öyküsü anlatılana her ne olursa olsun "anlayış gösterebilinirse" ve bir tür nesnellikle yaklaşılabilinirse kazanılmaktadır- ama kendisine anlayış gösterilen "Tahir", kendisine anlayış gösterilen anormaliden başka bir şey değildir.

Öykü sahiden de bu şekilde "yorumlanabilir", ancak bu "yorumu" ortaya koyan kimdir? Kim öyküyü okuduktan sonra meseleyi bu şekilde algılamaktadır? Cevap: "Tahir"... Kimliklere hoşgörü meraklısı politika; "kendi kimliğini" ancak bir "anormali" olarak travmalardan doğurabilen unsurların, kendi kimliklerini muhafaza etmek için başkalarının hoşgörüsünü talep eden kimliklerin çözüm yolu olarak ortaya çıkar. Başka bir değişle, kimliklere hoşgörü politikası karşılıklı tanınma diyalektiğini -ki bu Hegelci diyalektiğin varlık sorununa dair çözüm önerisidir, tam da bunun için Hegel "efendinin" konumu her zaman bir ontolojik çıkmaz olarak tasavvur ederken çözüm olarak "köleyi" sunar- her şeyin temelindeki ilke ya da "zaten her şeyin kendisi olan bir ilke" olarak kabul ettirme yöntemlerinden biridir ve ideolojisini de sevgi kavramında geliştirir.

xxx

Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.
(Nef'i)

Öykünün son kısmında söylendiğine göre , anlatıcıya hikaye "Tahir" tarafından verilmiştir. Ama tabiidir ki, "Tahir"in ona verdiği şey bir hikaye değildi , çünkü edebiyat bir terbiye etme etkinliğidir.Dolayısıyla, bir değerlendirme, değer atfetme, biçimleme ve yaratmadır."Tahir"in bir öykü verişi zaten öyküye dahildir. Öyküde "Tahir'in öyküyü verişi" anlatılmış yani öykülenmiştir ve tam da bunun için öyküyü veren Tahir değildir. Başka bir ifadeyle söylenirse; "Tahir" eğer sahiden takside anlatıcıya bir şeyler anlatmışsa bile anlattıkları bir öykü değildir. Anlatının bir öykü olabilmesi için "edebi olarak" bir terbiyeden geçirilmesi ve öykü olarak terbiye edilmesi gerekmektedir. Demek ki, bir cinse(türe) ve de cinsiyete mensup olmanın ne anlama geldiği; edebi minvalde "de" üzerinde durulması gereken bir husustur. Edebiyatın terbiye ediciliği "edebi olanı" ortaya koyarken, edimini ilk olarak kendi üzerinde tatbik etmektedir ve böylece "edebi bir tür olan hikaye" ortaya çıkabilmiştir. Edepten bahsetmeye başlamak ise - Kafka'nın da pek iyi bildiği üzere- çoktan bir yasadan, kanondan ve böylece de moraliteden bahsetmeye başlamaktır.

"Tahir'in verdiğinin öykü olmadığı" doğru ise artık şunu dile getirmenin zamanı gelmiş demektir: Öykü, anlatıcının anlattığına verdiği isimdir.Bunu bir meşruiyet sorunu olarak ele almaktan daha yanlış bir şey olamaz, çünkü burada "Yasa, yasadır" formülü ile aynı dil konuşulur. Yasa'nın meşruiyeti yasaya her zaman sonradan yasa tarafından eklenmek zorundadır. Yani, yasaya uyulması için birincil gereklilik meşruiyet değil sadece ve sadece o yasanın yasa olarak ortaya konulmasıdır. Yasa, kendi meşruiyetini ancak sonradan bu birincil edimi sayesinde "temellendirir." Tür de bu şekilde ortaya çıkabilmektedir."Anlatıya" öykü denmiştir ve o noktadan sonra artık o öyküdür.

Demek ki, bir metin , iki şekilde konumlanabilir. Bu konumların tespiti ise o eserin kendisini ne şekilde haklı çıkardığı, kendisini nasıl bir edebi eser olarak ortaya koyduğu üzerine düşünmek ile gerçekleşebilir.O kendisini bir meşruiyet odağı olarak mı tasavvur etmektedir yoksa meşruiyeti sadece bir sonuç olarak algılamakta ve böylece öyküyü bir temsil olmaktan çıkarmakta mıdır? Başka bir ifade ile, edebi terbiyeden anlaşılan ahlaki bir terbiye midir yoksa terbiyesizce bir terbiye midir? Bu ise şu soruları zorunu kılmaktadır : Bu anlatıyı anlatan kimdir?Anlatı kimin perspektifinden dile gelmektedir?
Sorulan bu son soru "Kuş Yuvası" öyküsünde "hikaye ediciye" yani anlatıcıya yoğunlaşmak gereğine işaret etmektedir. Öykünün son cümlesinin ikinci kısmında, o sayfalarda yazılmış olanların "hikaye" olduğu anlatıcı tarafından dile getirilmişti. **** Aynı cümlenin ilk kısmında ise söylenen, anlatıcının taksiciye verdiği ismin "Tahir" olduğudur. Yani öyküde denildiğine göre, bu anlatı edebiyattır -öyküdür- ve öykünün bir parçası olan anlatıcı, hikayesi anlatılana "Tahir" -ki, kelime anlamı temizdir- adını vermiştir. Bu isim, edebiyatla, Türk Edebiyatı ile azıcık ilgilenmiş olan herhangi bir kişinin aklına bile Nefi'nin meşhur hicvini getirecektir. Söz konusu dörtlükte, anlatı ne bir meşruiyet odağı olduğunu iddia eder ne de bir temsil işlevini üstlenmiştir. Aksine anlatı, tüm kuvvetini bir şeyleri "olduğu gibi söyleme" isteğini ve böylece meşruiyet kavramı ile ilişkisini ters yüz edişinden alır. Çünkü bu tersyüz edişin sonucu, meşruiyet fikrinden dayanak bulan "anlamın apaçıklığına dair" tasavvurların yerini anlamın kestirilemezliğindeki gerilime bırakması; yani anlatıda sözkonusu olanın murdarlık mı yoksa temizlik mi olduğuna tam olarak karar verilemez olan bir "tahirliğe" bırakmasıdır, yani tehir ediliştir. Hicivin okuyan üzerinde bıraktığı tesir bu tehir ile gerçekleşmektedir.

İşte öyküde bu tehir ediliş motifi "Tahir" ismi ile taksicinin cinsiyetinin ne olduğu meselesi olarak cisimleşmiştir. " Taksici" -anlatıcı bu son bölümde, ona adını verene dek Tahir demez, ondan bir taksici olarak bahseder - bu tehir edilişi askıya alarak kendisini "kadın" kimliği ile tanıtsa da ("Ben kadınım abi."), onun cinsiyeti "tehir ediliş olan" Tahirlik ile teşhir edilmiş, açığa vurulmuştur.Yani, taksicinin üstlendiği kadınlık kimliği anlatı-cı tarafından öykünün sonunda tehir edilmiş ve de yalanlanmış olmaktadır. Bu noktada, taksicinin "ben kadınım abi" demeden önce anlatıcının anlayışlılığına sığındığını hatırlattıktan sonra anlatıcının bu meseleye bakışına; anlayışlılık hususuna aslında kayıtsız kalışına dair de şu kısmı da hatırlatmak gerekir: "Ne gereği varsa anlayışlılığım başkalarının da malümu olduğundan gayri ihtiyari başımı salladım." Zira burada söz konusu olan, tam da "isim verici" ile "kendisine isim verilen" arasındaki perspektif farkıdır.

xxx

Öykünün sonunda taksicinin gerçekleştirdiği tam da "olumsuzlamanın olumsuzlanması olarak olumlamadır." Önce, kadınlık bir travma ile olumsuzlanır, sonra bu olumsuzlama sevgi sayesinde olumsuzlanarak kadınlık olumlanır. İşte, anlatı-cının burada "Tahir" ismi ile ters yüz ettiği şey tam da olumsuzun birincilliğidir. Diyalektiğin varoluşsal çözümü, yani olumsuzun çalışması ile gerçekleştirilen çözümdür ters yüz edilen. Yani farkın" aufhebung' a dahil olan çifte olumsuzlama hareketi ile ortadan kaldırılıp toplumsal bağlamda salt nesnel ile salt öznelin çatışmasının "birey" kavramında çözülmesine dairdir.İşte, taksiye çıkan, erkek görünümlü ama bir kadın olduğunu söyleyen, kapalı bir kadının sevgilisi olarak onunla aynı evi paylaşan şu "birey"dir; hınç , vicdan azabı ve nihayet de çileci ideal aşamalarını katederek "ben kadınım abi" diyen öz-bilinçtir.

---

* Eski Ahit/Tekvin/BAP 32
** Eski Ahit/Mısır'dan Çıkış /3. Bölüm
*** Bakara, 31. ayet
**** "Ben ona Tahir ismini verdim, o bana bu hikayeyi verdi"

Kategori: