UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Şuto, karısı, meclis, iki de keklik

04 Eki 2013
Mehmet Sürücü

şuto
Şuto’nun tek talihsizliği olmuş hayatı boyunca, cüce doğuşu. Onu saymazsak, tüm yaşamı bir sevda, bir bağlılık, bir mücadele abidesiymiş.

Yaşıtları, büyükler, küçükler, ondan uzun, sırık gibi oğlanlar, küçük bebeler boyuyla dalga geçmişler, umurunda olmamış. (Hafif duyma sorunları varmış, sonraları çıkmış meydana. Daha doğrusu kulakları bir elek, bir süzgeç gibi çalışırmış. Duymak istemediği bazı sesleri duymaz, elermiş) İlk zamanlarda bir adı bile varmış, Fiso, Kurto, Madrabaz, Garmada gibi. Adını kendisi de unutmuş zamanla. Yaşıtlarından, Gel Şuto, Git Şuto, Hayır Şuto! Şuto olmaz, benzeri sözler duymuş hep. Maç yapacaklarmış. Bunu almazlarmış takıma, Koşamazsın, dermiş biri. O birine, yüksekçe bir taşın üzerine çıkıp, burnuna bir yumruk atar, kaçarmış Şuto da. Yumruğu yiyen, yarım saat kovalar, yakalayamazmış. Yine de Şuto koşamaz, kalırmış hep. Denize yüzmeye giderlerken, burun kıvırıp, istemezlermiş onu, Şuto cüce, Şuto yüzemez, diye. Ama sıkışınca, toplarını, şapkalarını rüzgar katarlayıp önlerinden, kafalarından, sürükleyince denizin açıklarına; Gel Şuto, yardım et de şu açıktaki topumuzu al, senden başka kimse yüzemez bu rüzgarda, oraya kadar, diye utanmadan yağ çekerlermiş.

Mutlu bir çocukluğu olmuş. Neyse ki, duyguların ne cücesi oluyor, ne de kısası. İnsanın içinin genişliği, bedenine bakmıyor. Dayısı ava meraklıymış. Biraz büyüyünce bunu ava götürmüş. Ata, eşeğe, katıra binip, gitmişler ormana, dağa. Birkaç kez de dayısı bunu keklik götürmüş. Sevmemiş keklik avını. Daha doğrusu hiçbir çeşidini sevmemiş avın. Bir anlam verememiş buna. Zevk için veya her neden olursa olsun bir hayvanın öldürülmesini kabullenememiş.

Boyu uzamamış pek, en çok birkaç parmak daha... Ama sesi günden güne kalınlaşmış. Koca koca adamların seslerini geçmiş. Arkadaş arasında, oyunda eğleşte nadir de olsa, kızıp, o gür, borazan sesiyle bağırmaya başladı mı, herkes çil yavrusu gibi kaçışırmış. Bazen oyun olsun diye bunu bir çalının ardına, bir kuytuya saklayıp, sesini değiştirtip, büyük adam gibi konuştururlarmış bilmeyen birisinin karşısında. Koca koca, yaşlı başlı adamlar, Kim bu külhan, pavyon fedaisi, diyerek, etrafına bakınır, bir şey göremez, tekrar yonca biçmeye devam edermiş. Şuto bir daha o ulu, davudi sesle adama seslenir, adam tekrar bakınırken, çocuklar artık dayanamaz, gülmeye başlarlarmış. Çocukların kahkahalarını duyunca anlarmış adam oyuna geldiğini. Orağı, tırpanı bırakıp, oturur, onlarla beraber katıla katıla güler de gülermiş.

Bu boysuzluk, kısalık onun da canını sıkmıyor değilmiş bazı bazı. Tarlaya gidermiş birkaç arkadaşıyla, incir, dut yemeye. Onlar uzatıverirlermiş ellerini, en olgun incir avuçlarının içinde. Biri imana gelip, Şuto’ya olmamış, acısütlü bir tanesini koparıp verirse ne ala, vermezse, uğraşır dururmuş, uzun kalın, burula burula yükselen incirin gövdesine tırmanmaya. İlk budağa erişene kadar arkadaşları doyar, kanarmış inicire, köyün yoluna kurulup, budakta tünek bırakırlarmış onu. Arkalarından en kart sesiyle, yedi kuşak sülalesine veriştirirmiş küfürleri.

Kırda bayırda, ormanda, ıssız yerlerde gezmeyi seviyormuş. Elinde bir değnek, (nedense değnek onun elinde hep uzun ve kaba dururmuş), bir yere gitmeye çalışmadan, aylak aylak dolaşırmış. Biraz zor oluyormuş gerçi. Orman arasındaki küçük bir dereden geçmek için suya döşenmiş taşlara, üzerinden aşan tahta köprünün basamaklarına basmaya yetmiyormuş ayaklarının uzunluğu. Kimse düşünmüyormuş ki; çok daha kısa bacakları olan bir de Şuto var diye. Ne yapsın o da, çıkarıyormuş çorapları, alıyormuş eline ayakkabılarını. Dalıyormuş suya, dereye. Bazı kış günleri biraz üşüdüğü oluyormuş ama, olacak o kadar.

Merdiven çıkacak sorun, zeytin, erik, kiraz toplayacak sıkıntı. Çatılmış merdivenlerin basamaklarına erişemiyormuş bir türlü ayakları. Yanlarındaki merteklerden tırmanmaya çalışıyor, iki basamak tırmanınca, kan ter içinde kalıyor, yoruluyormuş. (Kollarının bu yüzden çok güçlü olduğu söylenirmiş köy yerinde) Baktı olmayacak, bir gün kaybolmuş ortadan. Sırtında sağlam, hafif, ince uzun iki mertekle dönmüş. Ağılda kesmiş doğramış, kendine göre bir merdiven çatmış. İnce, zarif, kuş tüyü gibi. Dilediği kiraza, eriğe, zeytine tırmanabiliyormuş artık. Sorunlarını kendi başına çözebilmeyi öğreniyormuş yavaş yavaş.

Bu boysuzluğun, kısalığın üstüne epey kafa yormuş. Köyün bilinen geçmişinde yokmuş böyle bir şey. Bu nedenle eskiden ne oldu, ne bitti, zamanında kimin başına geldi, neler çekti gibi sorular havada kalmış. Kendisinin bir şeyler yapması gerekiyormuş. Bir gün eline testereyi, keseri almış, kuru bir kestane kütüğünü kesmiş, yontmuş, inceltmiş. Dört beş parmak yüksekliğinde iki ayakkabı tabanı yapmış. Kenarlarına deriler çivileyip, ayakkabılarının altına bağlamış. Pantolonunun paçalarını da salmış üzerine. Pek de güzel olmuş. Yükselmiş bir parça. Bir süre gezinmiş öyle ortalıkta. Gözlemiş insanları. Bakmış ki bu dört parmak boy atma kimsenin dikkatini çekmiyor, biraz daha yükseğini yapmaya karar vermiş. Dört parmak daha ekleyecekmiş bu kez. Bir hafta uğraşmış. Kesmiş, yontmuş, rendelemiş, orasını burasını törpülemiş. Bir gün de zımparalamış. Cam bilye gibi yapmış yüzlerini. Bulmuş, buluşturmuş, siyah boya da sürmüş en son. Gururla giymiş en son eserini. Sabahtan akşama kadar köy içerisinde, sokak aralarında, harman yerinde, bakkalın, kahvenin önünde dolaşmış. Çocuklar şaşkınlıklarına, Fiiiyyuuvvv! Fiiiyyuuvvv!’lu, Vay be! Bu Şutoya ne olmuş böyle, nidaları eklemişler. O, kasıldıkça kasılmış. Bu havalar, kasılmalar, horoz gibi kurumlanmalar, o son teknik şaheserinin kenarı, küçük bir taşa denk gelip, ayak tabanı yana eğrilip, deri kayışları koparıp, Suto yere yapışana kadar sürmüş. Fiiiyyuuvvv! Fiiiyyuuvvv!’lar anında U’su uzayan Yuh’lara dönmüş. Başı önünde, aksaya, topallaya savuşmuş ortalıktan. Birkaç gün sokağa çıkmamış.

Ama yılmamış. Başka yöntemler denemiş. Ne de olsa, fizik diye, mekanik diye bir bilim varmış dünyada. Öğretmen öyle demişmiş; Yolunu bulabilirseniz, fizik yasalarına uygun olduğu sürece icatların sonu sınırı yoktur. Aylarca defterine gizli gizli çizgiler, ok işaretleri, garip simgeler çizmiş. Dalgın dalgın dolaşmış dere boylarında. Tekrar nacağı, testereyi, törpüyü almış eline. Yarım metre uzunluğunda budaklı iki ağaç kesmiş dere boyundan. Budakların olduğu yerleri keserle, törpüyle düzleyip, kalınca köseleden bir ayakkabı tabanı oturtmuş. Tabanın üzerine kalın deri şeritlerle, çarığa benzer bir ayaklık çakmış. Alt tarafına tahtadan, yuvarlak bir taban takıp, üzerini kösele ile kaplamış. Bunları ayağına takınca, yürüyememiş başlarda. Kalınca bir değnekle dengesini bulmaya çalışmış. Tüm bu denemeleri, çalışmaları köyden uzakta, ıssız bir çayırlıkta yapıyormuş bereket. Moralini bozacak kimseler yokmuş etrafta. Günlerce sürmüş çalışmalar. Sonunda emeklerinin meyvelerini almaya başlamış. Yavaş yavaş, önce değnekle dengesini bulup adım atmış, sonra değneksiz, desteksiz, aksaya yalpalaya yürümüş. Gerisi kolaymış. Çabucak bu kusurları da aşmış. Artık kolayca yürüyebiliyormuş. Hem de boyu yarım metre kadar yükselmişmiş. Sevincinden havalara uçuyormuş. Olmamış tabi ki. Yürümemiş bu düzenekler de. Fazla uzatmayayım, bir gün komşunun köpeği saldırmış bu garip, tahta bacaklara, bir gün çocukların kıskançlığı. Ayağından çıkarıp, atmış o da sobaya. Bir gün, aklına daha iyi bir şey gelene kadar, bu konuyu öylece bırakmış bir kenara. Kabullenmiş.

Büyüyormuş tabi bu arada. Ama yaşı büyüyormuş sadece. Gerisi, geride kalıyormuş hep. On sekiz kez âşık olmuş. (Ufak duygusal esintileri, kapılmaları hariç) Sonra bir şeylerin eksik gittiğini anlamış. Karşısındakiler onun sevdasına layık değillermiş. Hiçbir aşkı, sevgisi fark edilip, karşılık görmemişmiş. Galiba insanların gözleri hep göz hizalarındaki gözleri görüp, boyları hizasında olanların sevgilerini fark ediyorlarmış. Bırakmış aşkın, sevdanın peşini. Sevecek şey kıtlığı mı var? Dağ, deniz, orman, çiçekler, hayvanlar ne güne duruyor. Yeter ki sevgisini vermeye hazır, sevgiyle dolu bir kalbi olsundu insanın. Böyle düşünmüş. Sevgisine kim, ne layıksa ona vermiş o da; Bize.

Ağustosböceklerini çatlatan sıcak bir gün, dere boyunda, gölgede sırt üstü uzanıp, bacağını dizinden kırık diğer bacağının üzerine atıp, tepesindeki yapraklara bakarken duymuş o büyülü ötüşümüzü; Buuuvaakkkkkvaakk! Vakvakvak! Buuuvaakkkkkvaakk! Bir anda irkilmiş. Ayağa fırlamış, Bu ne ses yahu, Bu ne güzel ötüş, ne diyor bu hayvan? Diye bağırmış. Neşeli bir vatneymiş(1) öten. Duymuşmuş daha öncesi öten vatneler ama böyle ötenini görüşü ilk kezmiş. Karşılıklı aşka, sevdaya giden yola sapan patikayı bulduğunu anlayıvermiş. Düşünmeden yürümüş o patikada. Her fırsatta gelmiş, vatnelerin ötüşlerini dinlemiş. Günler aylar geldi geçmiş böyle. Zamanla kandırmamış sesleri. Bir kekliği olsun istemiş. İnsanlar keklik derlermiş vatnelere. Hatta bir değil, çok, daha çok olsun...

Ne yapmış etmiş, bir keklik yuvası bulmuş. Çalıların dibine yatıp aylarca gözetlemiş. Keklikler sarışmış, sevişmiş, çiftleşmiş, yumurtlamış. Günlerce kuluçkaya yatmışlar. O hep oradaymış, hep bakmış, izlemiş. Bazen dikenli bir çalının ardında, yüzünde kıçında diken yaraları, bazen kenarda, yere silme uzanmış, toprağa, çamura bulanmış bir halde gözlemiş hep olanı biteni. Küçücük yumurtaları minicik gagalarımız delmiş bir gün. Tüysüz, ufacık bir sürü can parçası, bizler yani, pörtlek gözlerimiz yumuk, yuvanın içinde dönüp oraya buraya yuvarlanmışız bir zaman. Tüylenmişiz zamanla. Tüylerimiz kalınlaşmış, uzamış, dökülmüş, tekrar çıkmış, teleğe dönüşmüş. Telekler renklenmiş, sertleşmiş, her yanımızı örtmüş. Kanatlarımızı, boynumuzu, ayaklarımızı, sırtımızı...

Onu bizden biri sanmıştık bir zamana kadar. Yuvadan biri. Biraz farklı, irice bir vatne. Onun hiç başka bir canlı olduğunu düşünmemiştik. Anam da kardeşlerim de ona bizden birisi gibi davrandı hep. Bazen gün boyu, yanımıza oturup, bizlere sanki ilk kez görüyormuş gibi bakıtı. Bazen etrafımızda dört döndü, yere uzandığında omuzuna, göğsüne, çıkıp gezindik, oyun oynadık üstünde. Kocaman bir tepe kadardı. Her yanını topraklayıp, çamurlayıp, üstüne başına pisledik. Kızmadı hiç. Bize kızmazdı hiç. Anası sorunca, Güvercin boku, bir şey değil, uğur getirir, deyip savuştururmuş. Bir gün içimizden en zayıf, takatsiz olanımız uyanmadı. Şuto toprağı bir parça kazıp, içine koydu, tekrar üzerini toprakla örttü. Bir anlam veremedik yaptığına. Sonraki birkaç gün çok üzgündü. Anlamış ki çoğuz. Anamız bizi besleyemiyor. Böyle giderse birkaçımız daha ölecek. Bir gün gelip, içimizden ikisini aldı, en zayıf, en halsiz olanları. Ufak bir karton kutuyla eve götürüp, aylar önce yaptığı, altına yumuşak otlar, samanlar serdiği kafese koydu. Onları eliyle besledi, sevdi, yanlarından ayrılmadı. İşte bu iki vatnenin biri bendim. O uzun kış geceleri, çatıda, kafesin önünde, gözlerinde ışıklarla, kalın, koca insan sesiyle anlattı durdu bunları. Hiç unutmadım. Bütün vatnelere anlattım, anlatıyorum.

****

karısı
Buralardan değilim ben. Başka yerdenim. Uzak bi yerden. Bir gün geldi birileri. Kısmetin var, dediler. İyi bir delikanlı, aklı başında, zeki kalbi temiz, yüreği yufka bir delikanlı, dediler. Sadece ufak bir eksiği, engeli var, biraz boyu kısa, o da anadan doğuşundan, sonradan değil, dediler. Varır mısın, gelin olmak ister misin, Suto’nun hanımı, gönlünün sultanı olur musun, dediler. Bir anama, bir babama, bir de yanımdaki sıralanmış ablamlara, kızkardeşlerime baktım; Evet, dedim, başka ne deyebilirdim ki! Düğün, dernek. Geldim, evimin kadını oldum. Her kim demişse Şuto için, haltetmiş. Hiç de bi kısa değil. Her bi şeyciği uzun da değil kısa da, ne bilir onlar. Olması gerektiği kadar. Daha ne olsun! Çalışkandır civan boylum. Efendidir, kibardır. Bana bir gün Karı, dediğini duymadım. Hep Halimaanım, gelirmisin, Halimaanım bakar mısın! Kimseye benzemezdi. Yok, öyle üstü başı anlamında değil, içi, huyu, iyiliği sevecenliği anlamında.

Ben onu bildim bileli o, en çok onları severdi. Her şeyden, herkesten çok. Başlarda garibime gitti. Kıskandım. Huysuzluk yaptım. Hakaret verdim. Tarla, bayır, soğan, zeytin, iş güç dışında zamanının çoğunu çatıda, koca koca telli kafeslerin önünde geçiriyordu. Başlarda bu kadar çok değillerdi. İkiydiler, altı, ardından çok oldular. Nasıl, ne oldu bilmem, daha bir alevlendi tutkusu. Çatıya telli, koca kafesler yaptı. Her taraf keklik gubaklamaları kesti. Kekliklerin bokları, çatıda iki karış yükseldi. Aldı eline testereyi, keseri. Haftalarca çatıda keklik gubaraklamalarına, testere keser sesleri karıştı. İşi bittiğinde, çatının her yanı kafes, her yanı küçüklü büyüklü, irili ufaklı kekliklerle tıkabasa dopuydu. O öyleydi. Yarım yapmazdı hiçbi şeyi. Kendni verdi mi, kendinden bir şey verdi miydi hepicni verirdi.

Ne kadar istedikse, çocuğumuz olmadı bir türlü. İyice verdi kendini kekliklerine. Akşamları, hava iyi gittiği sürece çatıda yatmaya başladı. Çatıda, kekliklerin koynunda değilse, tepe, bayır keklikleri kurtarma, yaşatma peşine gezdi, koşturdu. Zamanla söneceğine, daha da alevlendi bu sevdası, daha bir düşkün oldu onlara. Yanıma uğramaz oldu. O, bayırda, balkanda keklik avındayken, ben kekliklerini besledim. Kekliklerini beslediğim için severdi beni belki. Keklikleri için, aç kalmasınlar diye severdi desem yalan olmaz hani. Valla beni de, kekliklerini de seviyordu belki. Ne bileyim. Geçmiş gün, günahını almayayım şimdi. Hem, beni sevmese ne yapacaktı ki, o kıymatlıları aç kalacaktı. Senelerdir kekliklerini besledim. Bir söz çıkmadı ağzımdan, kinayeli, şikayetçi.

Onu hiç keklik öldürürken görmedim. Yerken de. Varsa yoksa onlar. Haftalarca başı önde, üzgün üzgün gezindi ortalarda, kekliğinin biri ötmüyor diye. Bazı günler, bütün gün onlar gibi sesler çıkarmaya, ötmeye çalıştı çatıda. Komşular bağırdı, küfür etti, duymadı hiçbirini. Sonra benimle kavga etti, bunca senedir kekliklere yem veriyorsun, onları besliyorsun, gece gündüz aynı evi paylaşıyoruz lakin, bi keklik gibi ötmeyi öğrenemedin, diye. Bir gün bayırda beyaz bir keklik görmüş. Onu seyretmiş bir zaman. Ötüşünü duymuş. Sonraki gün, daha devrisi günler gitmiş tekrar beyaz kekliği dinlemeye. Ama ara da bulasın. Tam üç sene aradı bu beyaz kekliği. Bir deri bir kemik kaldı. Konuşmayı bıraktı. Korktum ki konuşmayı unutacak diye. Sonra yine gevezeleşti. Onun gevezeliği lafla değildi. Sesleydi, kafeslerin yanına gider, kekliklere saatlerce çocukluğunu, o garip tuhaf icatlarını, dayısının onu eşeğe bindirip ormana, balkana götürüşünü, o sene zeytinlerin nasıl sineklerce zımbalandığını, dallardaki karaballının nasıl yaprakları bacadan çıkmış is gibi kararttığını, havaların yağmurunu, yolların çamurunu, aklına eseni, diline geleni anlatır da anlatırdı. Konuşmaları, cümleleri uzunluklarını yitirdi, keklik ötüşü gibi kesik, parçalı çıkmaya başladı. Zamanla kahkahaları gülüşleri bile keklik sesine, ötüşüne banzemeye yüz tuttu.

Keklik aşkı zamanla, dağ bayır, tüm keklikleri avcılardan koruma kurtarma kavgasına dönüştü. Aylarca akşamları uzun uzun, maşinganın başında, köydeki keklik avcılarının çığırtkanlarını, istemeye istemeye, içi kan ağlayarak boğma, zehirleyip öldürme, kafeslerinin kapısını açıp salma, tüm dağdaki bayırdaki keklikleri kurtarma planlarını anlattı durdu. Avcılar keklik avına çıktıkları gün ortalıktan kaybolmaya başladı. Alışıktım onun zamanlı zamansız kaybolmalarına. Ama huyunu bilirdim, ne yaptığını, nelerin peşinde olduğunu bilmek gerekti. Geldiğinde daha mutlu görünüyordu sanki. Yüzünde faydalı bir iş yapmış insanların huzuruyla giriyordu kapıdan. Alel acele bir şeyler atıştırıp, hava iyiyse çatıya çıkıyordu, soğuksa kafayı vurup yastığa, horlaya horlaya uyuyordu. Yorgunluktan, yastığa başı değer değmez kendinden geçiyordu garibim.

Bir gün onu avcılar lokaline çağırdılar. Gitti. Onu en maharetli avcı seçmişler, bir gümüş tabaka, bir de şimşir kafes hediye etmişler. Sen buraların, gelmiş geçmiş en büyük keklik avcısısın, bizim topumuz senin bir haftada yakaladığını bir yılda yakalayamaz, demişler. Eve geldi, ağzı kulaklarında. Bak hatun, dedi, Beni birkaç gün sonra keklikçiler tayfasının başkanı seçecekler. O meclisin başkanı olacam, o zaman daha iyi olacak, daha çok kekliğin hayatını kurtaracam görürsün, dedi. Dediği gibi de oldu.

Kimi günler, ağzı kulaklarında, Bir keklik yakaladım. Dünyalar güzeli, diyerek geldi eve. Nerde, diye sorunca, boynunu büküp, Salıverdim, öyle tanıdık baktı ki, dedi utanarak. Başka bir gün, artık keklik avlamayacağını söyledi. Doğuda bir yere gitti, Urfaya mı Mardine mi bilmem. Asker arkadaşından, keklikleri nasıl çifleştireceğini, nasıl kuluçkaya yatıracağını, nasıl yavru alacağını, büyüteceğini öğrenip, üç hafta sonra geldi. O, taraflara gidip geldikten sonrasında bir gün; Çok kekliğim olacak, ama onları ben çoğaltacam, yumurtalarını alıp, kuluçkaya yatıracam. Bir defada onbeş yirmi yavru çıkacak. Tüm köyü keklikle dolduracam, insanlara yer kalmayacak, kaçıp gidecekler, buraları onların olacak, dedi. Deli gibi keklik yumurtası yuvalayıp, kuluçka oturtmaya başladı. Daha muhafazalı hale getirdi kafesleri. Biraz serince olan havalarda yavruların kafesinden içeriye sarı sarı ampuller sallandırdı üşümesinler diye.

****

meclis
O, götten bacaklı cüceyi hiç sevemedik zaten. Biz onu insan yerine koyduk, o hep nankörlük etti. Daha parmak kadar itken ne bok olduğu olacağı belliydi. Belliydi de bizim insanlığımızdan, iyiliğimizden faydalandı, sonra da bunu kötüye kullandı. Daha bir karış bebeyken, (hoş büyüyünce de o bir karış artmadı, aksine azaldı ya), tenha köşelerde, ıssızda gizli kapaklı bir şeyler yapar, insan arasına doğru dürüst karışmaz, kendini herkesten büyük, herkesten akıllı görürdü. Biz ona yardımcı olmaya, onu insan etmeye çalışıp, onu hak yoluna, doğru yola sokmaya çalışırken o, fizik, mekanik, yerçekimi, ağırlık gibi garip garip laflar ediyordu. Her gün üstünde başında bir düzenek, bir tuhaf edevatla çıkardı ortaya. Ağaçları keser, yontar, eğeler, rendeler, görülmemiş duyulmamış ucube mekanizmalar yapardı. Daha o zamanlar, Bu uğursuzu buradan kovalım, ne bok yerse yesin, diyenler çıktı. Acıdık, ne de olsa yukarda allah var. Çok sopa yedi ama akıllanmadı bir türlü. Aklı başına geleceğine kıçına kaçtı.

Kekliğe merak saldı bir zaman sonra. Ovada, bayırda gecelemeye başladı. Alışıktık zaten bu garipliklerine. Bir gün koltuğunun altında iki yeni teleklenmiş palazla geldi. Onlara baktı aylarca. Çeşit çeşit yemlerle, otlarla, kurtlarla solucanlarla besledi. Kıyıdan kuytudan gözetledik, ne puştluklar tasarlıyor, ne ibnelikler yapıyo diye. Dokunmadık ama. Ne de olsa yaptıkları zararsız şeyler gibi görünüyordu. Ne bilelim ondan hiç bir zaman iyi bir şey gelmeyeceğini. Elinde kafesler, belinde ipli tuzaklarla gitti gitti geldi bayıra kıra. Boş kafesler, dönüşte kekliklerle dolu geldi. İmrendik tabii ki! Özendik. Biz, bunca senelik keklikçiler, gidip gidip boş dönerken, o eliyle yerden ayva toplar gibi kınalı topluyor. Şanslı deyyus. Hadi gene yese iyi. Bir gün evinden bir pişmiş keklik kokusu duymadık. Yakaladı koydu kafese, yakaladı koydu kafese. Her yan oldu keklik kafası keklik ayağı. Köyün her yanında bir gubaklamalar korosu, keklikler bandosu, ne bandosu! Orkestıra! Orkestıra! Bizler, keklikçiler, bu avcılar meclisinin kekliğe gönül vermişleri onun yanında acemi çaylaklar gibi kaldık.

Birkaçımız ön ayak oldu. Bulduk bir taralardan bir helal süt emmiş. Baş göz ettik. Ama nerede! Aynı tas aynı hamam, aynı kafa aynı çeyrek adam. Yazık oldu elin garibine. Baktık ki olmuyor. Şunu bizim meclisin defterine bari kaydedelim, üye yapalım dedik. Davet ettik. Adını yazdık büyük harflerle; ŞUTO. Bir gümüş tabaka ile, şimşir bir camikubbe kafes hediye ettik. Resmen keklikçiler meclisinin üyesi oldu. Ağzı kulaklarına vardı domuzun. Niyetimiz belki bir iki tuzaklama, bir iki hile hurda görürüz ondan da, şansımız açılır diyeydi. Bir süre sonra başkan da yaptık meclise. Beter olduk. Eski tuttuğumuz keklikleri de bulamadık. Gidiyorduk bütün meclis, bir gün Kayrek tepeye, herkesin elinde kafesler, ipli kazıklı tuzaklar, dağılıyorduk etrafa. Herkes kendine bir yer seçiyordu. Babaç bellikten çözüp çözüp dağıtıyorduk balmumu ile sıvanmış kementleri, çakıyorduk toprağa kazıklarını. Bir sürü kementlerle çevrelenmiş, koca dairenin ortasına çığırtkan kekliğin kafesini gizliyorduk otlarla, çalılarla, taş toprakla. Gözlerimiz hep bu noktada, tuzaklarda, ayartıcı keklikte. Yine de olmuyordu bi türlü. Boş kafeslere bir keklik koyup, getiremedik köye. Türlü türlü aksilikler, yakaladığında insan bacağını koparacak tuzaklardan keklikler kurtuluyor, çığırtkanların kafeslerinin kapıları her nasılsa açık unutuluyor, çığırtkanlar diğer kekliklere karışıp, gözümüzün önünde uçup gidiyorlardı. Bizim cüce başkan, yırtınıp paralanıyordu bize yeni yerler, yeni yöntemler öğretmeye çalışırken. Ama bir uğursuzluk, bir şanssızlık yakamızı bırakmıyordu bir türlü. Bir ara tutturdu, Doğuda, bir yerde bu işin büyük ustaları, erbapları varmış, diye. Bir adam gönderelim. Onlardan bir şeyler kapsın, bir şeyler öğrensin diye. Kimse gönüllü olmayınca o gitti. Yol parasını, yemek parasını, harçlığını deriştirip, sokuşturduk cebine. Geldi hani gün sonra. Yine bir afra, bir tafra.

Kıl İbram hep derdi, bu Şuto’da bi puştluk var ama nedir kestiremiyom, diye. Valla bu Şuto domuzu çok yalan söledi, çok hayınlık yaptı bize. Bir gün geldi on keklik yakaladım dedi, bir gün geldi elli. Bizde tık yok. Kıl İbram bunu daha sıkı takıbe aldı. Kuş uçurtmadı. Nereye gitse peşinde. Şuto da sezdi herhal bunu. Hiç renk vermiyor, ama ayağını da denk alıyor. Sonra bir gün foyası çıktı meydana. Şöyle oldu; Kıl ibram, tuzaklarını derenin yakınlarına kurmuştu o gün. Soğuk bir gündü. Hiç unutmam. Dediğine göre, tuzaklarını bırakıp, doğru Şuto,nun avlandığı tepeye gitmiş. Nasılsa bir şey yapacaksa, onu gölge gibi izlediğinde bunu görürüm, diye. Şuto, peşinde İbramın olduğunu biliyor ki herhal, kımıldamıyor pusuluğundan. Bir vakıt sonra, İbramın su kenarındaki tuzaklara keklik düşmüş. Ciyaklıyor. Bir yandan da kanatları yüz metrekarelik branda gibi kırbaçlıyor havayı. Pataa! Pataaa! Pataaa! Duyuyor Şuto. Kafasını dikip, kulak kesiliyor. Senelerin pezevengi. Bilmiş hemen ne olduğunu. Kalkmış, deli çakal gibi dolanmış pusulukta. Söylenmiş, küfürler etmiş. Dayanamamış daha fazla. Koşmuş dere kıyısına. Çırpınan kekliği, bacağını koparıp, ardında bırakmasından korkmuştur, belki debelenirken bir ilmiğin daha boğazına dolanıp, boğazını koparıvermesinden. Ne bileyim işte. Hamle yapmış kekliğe. Keklik daha bir ürkmüş. Dereye doğru pırlamış. Şuto, onu tutayım derken, düşüvermiş buz gibi suya. Mubarek kış günü. Her yan buz, her yan kar. Kıyıya çıkmak için debelenirken daha bir kapılmış akıntıya. Kıl İbram bir an düşünmüştür, bu şerefsizi, bu keklik hırsızını kurtarmaya değer mi? Yoksa bırakmak mı gerekir oracıkta donsun, boğulsun diye. Düşünmüştür herhal. Çünkü biz öyle düşünürdük. Ama ne gelmişse aklına, koşmuş kurtarmaya, bağırmış bir yandan da. Bağırtısını duyup koştuk. Zar zor dereden çıkardık ıslak sıçanı. Paltolara, battaniyelere sarıp, evine taşıdık.

****

iki keklikten biri
Devleti yöneten koca bir milletvekili gibi kasılıp, Bugün mecliste arkadaşlara, kekliklerin ötme şekillerini, bu ötmelerin kimden, anadan mı, yavrudan mı olduğunu, ne anlama geldiğini, böyle öterken kekliğin sevinçli mi, telaşlı mı, yoksa korktuğnu mu nasıl anlayacaklarını gösterdim, Keklik gibi, hepiciğini göstere göstere, öte öte hem de, derken, başka bir gün, ötüş yarışmaları düzenlediklerini, herkesten daha keklik gibi, hatta bir an keklikten bile daha keklik gibi öttüğünü, Keklik avıda, tuzağa yakalanan hayvana bakıp, sevinç duyan, kendini bir bok sanan adamlara, tuzakların adaletinden, kekliği tuzağında çırpınırken gördüğünde sanki düğünü oluyor gibi mutlu olan acımasızlara can’ın hep can olduğunu, ölümün avuç içi kadar bir kuş için de, koca insan için de aynı şeyi ifade ettiğini saatlerce anlattığını söylerdi. Söylerken de, bundan bir medet, bir hayır umduğunu yüzünde okurdum.

Yine böyle, ava gittiği bir gün, bir battaniyeye sarılı, mosmor, kendinden geçmiş, titreyip, çeneleri takırdarken getirdiler. Birkaç gündür etrafında bir musibet dolandığını söylüyordu. Çok açık seçik konuşmazdı hiçbir gün. Hep kenardan, sıyırır geçerdi lafları. Yine bir şey anlamamıştım. Bunu demedeymiş garibim. Daha sonra, biraz biraz kendine geldiğinde anlattı olan biteni, yarım yamalak. Kıl İbram peşindeymiş birkaç zamandır. Gölge gibi. Ne yaparsa, nereye gitse ardındaymış. İyice zorlaşmış tuzaktaki, kafesteki hayvanları kurtarması. Zor oluyormuş ama yine de ne yapıp ediyor, bir yolunu buluyormuş. O gün İbram tuzak düzeneğini dere kıyısına kurmuşmuş. Kurduktan hemen sonra tuzaklarını bırakıp, onu gözetlemeye koşmuşmuş. Ne kadar gizlense de görmüş bizimki. Anlamış ki Kıl İbram’dan bu kez kurtuluş yok. Dua etmeye başlamış, Allahım, ne yap et, et de, bu kıl köpeğin tuzaklarından kekliklerimi koru, diye. Ama kader işte. Birazdan tuzağa yakalanan bir keklik acı acı guraklamaya başlamış. Oralı olmayayım, duymayayım, demiş kendi kendine, bakmış ki olmuyor, kekliğin feryadı geliyor, kulaklarını kapatmış, daha bir çoğalmış sanki bağırışı. Bırakıp pusuluğunu, İbramsa, İbram, Kılsa Kıl, ceheneme kadar yolu var deyip, koşmuş dereye. Bir alaca kekliğin tuzağa yakalandığını görmüş. Kurtarmak için yaklaşmış. Debelenen, kendini yerden yere vuran hayvan, onu görünce daha bir ürkmüş. Bir o yana sıçrıyormuş bir bu yana. Derken, tam keklği tutacakken dereden yana fırlamış hayvan. Tutayım derken, düşüvermiş buz kesmiş dereye. Bir anda bedeni, eli ayağı, çeneleri kakılıp kalmış. Tamam demiş, bu iş buraya kadar. Tamam da, kim kollayacak bu mahlukatı bu canilerden, benden sonra? Böyle işte! Böyle diye üzülümüş bir yandan da. Neyse ki yetişip almışlar dereden. Sarıp battaniyelere getirdiler eve. Öyle korktum ki. Öldü sandım, öldürdüler sandım o an gördüğümde.

Günlerce ateşlerde kavrulurken, bedeni karın altındaymış gibi üşüdü titredi. Sirkeli bezlerle sildim, ovdum tüm her yanını. Yanması bitmedi, ateşi dinmedi bir türlü. Bir ara kendine gelir gibi olduğunda, Halimaanım, etrafıma diz tüm kekliklerimi, ben kendimi bilmezken ötsünler, guraklasınlar, ölümün kafası karışır belki, belki bana değil de şu kınalı hayvancıklara acır, acır da başka bir güne bırakır hesabı, alacağı, Olur a, şaşmazsa gene bildiğinden, içimdeki kuş, susmayan keklik son kez guraklayıp, çıkar giderse, tüm kuşlarımın kafeslerini aç, Ardımdan onlar da yükselsinler gökyüzüne, dedi. Ben ağladım. O yandı titredi. Çatıdaki tüm kuşları camikubbesi kafeslere doldurdum. Etrafına dizdim tek tek. Kıpırdayacak bir karış yer kalmamacasına. Koyduğum kafesin örtüsünü açtım. Oyalı “maşallah” işlemeleri açılınca, kınalı başlar uzandı dar deliklerden. Kapıya doğru dize dize geldim kafesleri. Sığmadılar odaya, diğer odalar, mutfak, her yan kafes, her yan keklik, adım atacak yer kalmadı. O kendini bilmeden inlerken, ahlarken, önce bir iki, ardından tümü birden başladılar o büyük türküye. Odaları doldurdu keklik guraklamaları. Evden sokağa, sokaktan mahalleye, oradan da tüm köye. Herkes başını pencereden çıkarıp, Neler oluyor diye diye baktı. Bir zaman sonra sesleri duyan dağdaki, ormandaki, bayırdaki keklikler de sürü sürü köyün üzerinde dolanmaya, evdeki guraklamalara yukarıdan katılmaya başladılar. Köyün üzeri, tarlalar, her taraf keklikle doldu. Kanat vuruşlarından camlar titredi, perdeler havalandı, köpekler karanlık samanlıklara saklandı, bacalar sanki tersten esmiş gibi tüttü, evleri dumana zehire boğdu. Keklik guraklamaları öfkeli ulumlara dönüştü. Kulaklara sığmadı. Duyanların enselerindeki tüyleri dikeldi korkularından. Sonra sesler yavaş yavaş dindi, dindi, dindi; Anladım ki...

Böyle işte! Şutom bir keklik sürüsünün ağıdı, türküsü, çığlıkları ile teslim etti canını.

Ardından bir sabah, çatıya çıkarıp, doğan güne çevirip tüm kafeslerin kapılarını açtım. Uçan uçtu giden gitti. Bir kısmı kafesinden çıkmadı bile, çoğu çıkıp orada burada, acemi, sersem dolandı durdu. Kimini çatıda, kimini sokak ortasında, kedi köpek kıstırıp, boğazladı. Sokaklardan aylarca kızıl kan serpintileri, evlerden, çatılardan keklik tüyü teleği eksik olmadı. Avare avare uçuşup durdular ortalıkta. En aptallarından biri de senelerce çatıya kondu kondu uçtu. Ne arardı bilmem. Eve ilk getirdiği iki keklikten birine benzettim. Sonra bir sabah ölüsünü buldum çatıda. İki ayağı da kırıktı.

(1) Şuto; Pomakça, Bodur, gelişmemiş fidan.
(2) Vatne; Keklikçede Keklik.

Kategori:

Re: Şuto, karısı, meclis, iki de keklik

""
Bazen oyun olsun diye bunu bir çalının ardına, bir kuytuya saklayıp, sesini değiştirtip, büyük adam gibi konuştururlarmış bilmeyen birisinin karşısında. Koca koca, yaşlı başlı adamlar, Kim bu külhan, pavyon fedaisi, diyerek, etrafına bakınır, bir şey göremez, tekrar yonca biçmeye devam edermiş. Şuto bir daha o ulu, davudi sesle adama seslenir, adam tekrar bakınırken, çocuklar artık dayanamaz, gülmeye başlarlarmış. Çocukların kahkahalarını duyunca anlarmış adam oyuna geldiğini. Orağı, tırpanı bırakıp, oturur, onlarla beraber katıla katıla güler de gülermiş.

konuşan hatta insanların dediklerini anlayabilen kekliğin varlığına bile ikna oldum ama şu adamın çocuklarla beraber katıla katıla güldüğüne inanmadım.


Re: Şuto, karısı, meclis, iki de keklik

"Şuto" bölümünü keklik, "karısı" ve "iki de keklik" bölümünü şuto'nun karısı, "meclis" bölümünü meclis üyelerinden biri anlatıyor ancak bir anlatıcı daha var öyküde ki o tam da öyküyü tanzim eden karakterdir; yani başlıkları koyan anlatıcı.

soru : bu başlıkları atan kim?


Re: Şuto, karısı, meclis, iki de keklik

Masal olarak başlayıp öyküye dönüşen bir anlatımı var. Ayrıca giriş kısmında, Şuto'nun anlatımı bana da gerçekçi gelmedi. Karakterin keklik sevdası, yaşamdan alacağı olan yanını fısıldamıştı okuyucuya, o nedenle de giriş bölümündeki uzun karakter bilgileri ne kadar gerekli diye düşünüyorum.