UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Suskunluğun

08 Şub 2009
oeryılmaz

Ne anlattığımı dinlemiyor gibiydi. Arada bir göz altındaki morlukların iyice belirginleştiği yüzüyle bana bakıyor, sonra da garsonun bir yarım saat önce siparişimiz üzerine, sonsuz bir nezaketle masamıza bıraktığı, benim çoktan biten, onunsa içmediğinden, ya da unuttuğundan, yarısından fazlası çayla dolu olduğu fincana gözlerini dikiyor, öylece kalıyordu.

‘Suskunluğun…!’ Dedim. Demem ile de sonrasında dudaklarımdan çıkacak kelimeler ağzımda kayboldu sanki, yutkundum ve öyle kalakaldım. Garson benim boşumu almıştı, onunkine de şöyle bir göz ucuyla bakmış, gerisin geriye dönüp gitmişti.

-‘Hayat yalandır dostum, yalanı bile yalanla savunduğumuz bir karmaşa. Utançların unutulduğu çelişki. Hayat atı olmaya bir at arabası.’

En son gene burada buluştuğumuzda söylemişti bunları. Elleri titriyor, vücudu kasılıyordu konuşurken. Gözleri büyük bir boşluğa bakar gibiydi. Saçlarını ilk kez dağınık görmüştüm.

-‘Korkuyorum dostum. Kendimden de olmak üzere herkesten korkuyorum.Üç, dört hatta beş tane yüzleri var insanların. Biri olmadı mı diğerine yatay geçiş yapıyorlar. Sıkılmadan, gözlerinin içine bakıp ta öyle susarak..’

Ne oldu sana demiştim? Tanıdığım sen bu değilsin. Derin bir iç geçirip, devam etmişti. Gözleri, gözlerimden içeriye süzülüyor,beynime,kalbime,tüm organlarıma delici bakışlarını işliyordu. Birilerinin konuşmasını duymasından ürkerek,bir eliyle ağzının bir kenarını kapatarak devam etmişti, fısıltıyla.

-‘Aslında… Sesi içinde boğulmuş olmalıydı. Elleriyle yüzünü kapattı.

-‘Aslında kimse,şu hayat göründüğü gibi değil. Herkes bir başkası olamaya çalışıyor. Kendini bir köşede, bir çekmecenin en uç köşesinde saklanarak. Giyindiklerimizle güzel olmaya, yediklerimizle beğendirmeye çalışıyoruz. Yürüyüşümüzle güçlülüğümüzü,yanımızdakilerle
hayatı sevmeye çalışıyoruz. Ahh dostum! Kalabalık bir yalnızlığız biz. Bir başına.

Konuştukça,içinde kalanları masaya, bana,çevreye döken bir deve benziyordu. Ne söyleyeceğimi bilemeden, suskunca bir ders boyunca öğretmenini dinleyen küçük, mavi yakalı erkek çocuğuna dönüvermiştim. Dinlemeliydim, ders sonunda sınava çekilerek bir haletiruhiye sahip olmuştum bir anda. O ise avını bulmuş,acımasız bir avcı gibi kendi yörüngesinde durmadan dönüyor, çevresinden, kendinden ve benden ve oturduğumuz masadan kopup gidiyordu.

-‘Bu masal bitsin dostum.Masalı bana uyumadığım, hınzırlık yapıp yataktan kaçtığım için annem anlatırdı. Annem öleli çok oldu. Ben gerçeği istiyorum. Bilinmezi değil. Görüleni istiyorum,dışını değil.

Söylevini bitirdiğinde saat gecenin onuydu. Kirli bir yağmur yağıyordu dışarıda, şehrin üstüne.
Kaçışan insanlar su birikintilerine basarak, sabah çıkarken tertemiz giydikleri pantolonlarına,
ayakkabılarına gökyüzünün öfkesini bulaştırıyorlardı.

-‘Böyle yağarsa demiştim, yarına kadar bu şehir, şehirlikten çıkar, yapay bir okyanusa döner,biz de büyük gemilerde karayı çıkmayı özleyen insanlar olarak yaşarız. Birden kalkmıştı. Sandalyesine iliştirdiği yağmurluğu hâla titreyen bedenine sararken ben de hesabı ödemiştim. İyi akşamlar ile, hoşcakalın ile çıktığımızda yağmur daha da azıtmış, yazın kuru geçen günlerinin intikamını alır gibi boşalıyordu üstümüze. Yol kenarında tokalaşıp ayrılmıştık.
Buz gibi idi elleri.Kendini kaybetmiş…

Gece yatağıma girdiğimde konuştukları hâla kulaklarımdaydı. O an için ürperdiğimi, vücuduma derin bir kasılmanın bile geldiğini söyleyebilirdim. Benim bildiğim o bir günde kafamda değişivermiş, unutulup gitmişti. Eskisi ile yenisi arasında büyük farklarla ortaya çıkmış, buluşmadığımız günlerde beni nasıl şaşırtabileceğinin hesaplarını yapmış, yememiş, içmemiş, uyumamış olmalıydı. Ne olmuştu on günde? Ne olabilirdi? Hayal mi görmüştüm, ya da yaşamadığım, hiç istemediğim bir duyguyu, tatlı bir akşam yemeğinden sonra uzandığım yalnız yatağımda kendi kendime mi yaratmıştım! Hayır ben o kadar becerikli değildim. Zoru zoruna bitirmiştim üniversiteyi. Dersler ne kadar sıkıcı ise hocalar da o kadar isteksizdi. Handiyse diplomayı verip kovmuşlardı beni, dört senelik fakülteyi yedi senede bitirince. Anlayamamıştım, doğrusu anlayabileceğimi de hiç ihtimal vermiyordum.Tanıştığımız günden beri gezip tozmaktan, gece ağaç altlarında birbirimize sarılıp, her cumartesi sabahı gittiğimiz börekçide, su böreğini boş midelerimize indirmekten başka bir şey yapmadığımız o… ve şimdi.Her şey tersine dönmüştü. Hızlı ve birden.

Bu görüşmeden beş gün sonra buluştuğumuzda, onunla ne konuşacağımı bilmeden, evden çıkmış, sokaklarda tüm bu yaşamın yabancısı gibi dolaşmıştım. Vardığımda, masada otururken görmüştüm. Ayaklarım engellenemez bir şekilde titriyor, adımlarım ileri gitmekte zorlanıyordu.
Karşısına oturduğumda eski zamanlardan kalma bir gülüşle hoş geldin demiş, biraz olsun içim rahatlasa da, gene o konuşma öncesi gibi, hazırlık yapar gibi, suskunluğa gömülmüştü. Çaylarımız gelmişti. Dışarıda o gecenin aksine insana çoşku veren, koşmasına, bağırmasına ön ayak olacak bir hava vardı. Oysa ben üşüyordum. Üç dört yudumda bitirmiştim çayımı ve konuşmaya yeltenmiştim.

-‘SUSKUNLUĞUN…’

Onur Eryılmaz

Kategori:

Re: Suskunluğun

Metnin öykü olup olmadığının ötesinde dilinde bir sorun olduğunu düşünüyorum. Pek çok cümlede de sanki çeviri bir metin okuyormuşum izlenimine kapıldım. Öncelikle onlardan başlayayım:

""
göz altındaki morlukların iyice belirginleştiği yüzüyle

""
yarısından fazlası çayla dolu olduğu fincana

""
suskunca bir ders boyunca

""
Dersler ne kadar sıkıcı ise hocalar da o kadar isteksizdi.

Bütün bu cümleler bana Türkçe'den çok İngilizce'nin gramer yapısını anımsattı. Ne denmek istediğini sezmeme karşın, bunun neden bu denli zorlayarak söylendiğini bir türlü anlayamadım.

Gerisine metnin içine girerek değinmeye çalışayım:

""
Ne anlattığımı dinlemiyor gibiydi. Arada bir göz altındaki morlukların iyice belirginleştiği yüzüyle bana bakıyor, sonra da garsonun bir yarım saat önce siparişimiz üzerine, sonsuz bir nezaketle masamıza bıraktığı, benim çoktan biten, onunsa içmediğinden, ya da unuttuğundan, yarısından fazlası çayla dolu olduğu fincana gözlerini dikiyor, öylece kalıyordu. (Bu cümlenin bu kadar uzun olması bence öyküye bir şey katmıyor. Birkaç cümleye bölünse derdini dha iyi anlatacağı gibi dilsel sıkıntıların da üstesinden rahatlıkla gelinebilir.)

‘Suskunluğun…!’ Dedim. Demem ile de ("ile de" çok doğru bir kullanım gibi gelmedi bana) sonrasında dudaklarımdan çıkacak kelimeler ağzımda kayboldu sanki (Durumu anlamama karşın fiziksel olarak harekete bir gerçeklik kazandıramadım), yutkundum ve öyle kalakaldım. Garson benim boşumu almıştı, onunkine de (Buradan onun bardağının da boş olduğu anlamı çıkar.)şöyle bir göz ucuyla bakmış, gerisin geriye dönüp gitmişti.

-‘Hayat yalandır dostum, yalanı bile yalanla savunduğumuz bir karmaşa. Utançların unutulduğu çelişki. Hayat atı olmaya bir at arabası.’ (Burada ifadeler fazla şiirsel olmasına karşın anlaşılır değil. Öykü kişisinin gerçekliğini bilmediğimiz, onunla benzer yaşantıları paylaşıp paylaşmadığımızı bilmediğimiz, onu tanımadığımız için burada yazılanlara bir anlam veremiyoruz diye düşünüyorum.)

En son gene burada buluştuğumuzda söylemişti bunları(Keşke bu kısım ayrıntılandırılsa; böylece karakterin sözleri okuyucu için anlama bürünür.). Elleri titriyor, vücudu kasılıyordu konuşurken. Gözleri büyük bir boşluğa bakar gibiydi. Saçlarını ilk kez dağınık görmüştüm.

-‘Korkuyorum dostum. Kendimden de olmak üzere herkesten korkuyorum (Bu cümle sorunlu.).Üç, dört hatta beş tane yüzleri var insanların. Biri olmadı mı diğerine yatay geçiş (?) yapıyorlar. Sıkılmadan, gözlerinin içine bakıp ta (da)öyle susarak..’

Ne oldu sana demiştim? Tanıdığım sen bu değilsin (Bu nasıl cümle anlamadım. "Bu" ile resmen nesne haline getirilmiş kişi.). Derin bir iç geçirip ("Derin bir nefes almak"la "iç geçirmek"in birleşimi bu herhalde.), devam etmişti. Gözleri, gözlerimden içeriye süzülüyor,beynime,kalbime,tüm organlarıma (?) delici bakışlarını işliyordu. Birilerinin konuşmasını duymasından (Konuşmasını birilerinin duymasından) ürkerek,bir eliyle ağzının bir kenarını kapatarak (?) devam etmişti, fısıltıyla.

-‘Aslında… Sesi içinde boğulmuş olmalıydı. Elleriyle yüzünü kapattı.

-‘Aslında kimse,şu hayat göründüğü gibi değil. Herkes bir başkası olamaya çalışıyor. Kendini bir köşede, bir çekmecenin en uç köşesinde saklanarak ("Kendini...saklanarak" - Özne-yüklem uyumsuzluğu.). Giyindiklerimizle (Giydiklerimizle) güzel olmaya, yediklerimizle beğendirmeye (?)çalışıyoruz. Yürüyüşümüzle güçlülüğümüzü,yanımızdakilerle
hayatı sevmeye çalışıyoruz. Ahh dostum! Kalabalık bir yalnızlığız biz. Bir başına.

Konuştukça,içinde kalanları masaya, bana,çevreye döken bir deve benziyordu. Ne söyleyeceğimi bilemeden, suskunca bir ders boyunca öğretmenini dinleyen küçük, mavi yakalı erkek çocuğuna dönüvermiştim. Dinlemeliydim, ders sonunda sınava çekilerek bir haletiruhiye sahip olmuştum (?)bir anda. O ise avını bulmuş,acımasız bir avcı gibi kendi yörüngesinde durmadan dönüyor, çevresinden, kendinden ve benden ve oturduğumuz masadan kopup gidiyordu.

-‘Bu masal bitsin dostum(Bu "dostum"lu konuşmalar da Hollywood sinemasından herhalde.).Masalı bana uyumadığım, hınzırlık yapıp yataktan kaçtığım için annem anlatırdı. Annem öleli çok oldu (Neden böyle bir detay var öyküde?). Ben gerçeği istiyorum. Bilinmezi değil. Görüleni istiyorum,dışını değil ("Görülenin dışı"nın nasıl bir şey olduğunu merak ettim doğrusu.).

Söylevini bitirdiğinde saat gecenin onuydu. Kirli bir yağmur yağıyordu dışarıda, şehrin üstüne.
Kaçışan insanlar su birikintilerine basarak, sabah çıkarken tertemiz giydikleri pantolonlarına,
ayakkabılarına gökyüzünün öfkesini bulaştırıyorlardı.

-‘Böyle yağarsa demiştim, yarına kadar bu şehir, şehirlikten çıkar, yapay bir okyanusa(bir şehir asla bir okyanus kadar büyük olamayacağına göre -keza kıtalar arasındaki büyük su birikintilerine deriz okyanus diye- buradaki tanımlama yanlış diye düşünüyorum.) döner,biz de büyük gemilerde karayı çıkmayı özleyen insanlar olarak yaşarız. Birden kalkmıştı. Sandalyesine iliştirdiği yağmurluğu hâla titreyen bedenine sararken ben de hesabı ödemiştim. İyi akşamlar ile, hoşcakalın ile çıktığımızda yağmur daha da azıtmış, yazın kuru geçen günlerinin intikamını alır gibi boşalıyordu üstümüze. Yol kenarında tokalaşıp ayrılmıştık.
Buz gibi idi elleri.Kendini kaybetmiş…

Gece yatağıma girdiğimde konuştukları hâla kulaklarımdaydı. O an için ürperdiğimi, vücuduma derin bir kasılmanın bile geldiğini söyleyebilirdim. Benim bildiğim o bir günde kafamda değişivermiş, unutulup gitmişti. Eskisi ile yenisi arasında büyük farklarla ortaya çıkmış, buluşmadığımız günlerde beni nasıl şaşırtabileceğinin hesaplarını yapmış, yememiş, içmemiş, uyumamış olmalıydı. Ne olmuştu on günde? Ne olabilirdi? Hayal mi görmüştüm, ya da yaşamadığım, hiç istemediğim bir duyguyu, tatlı bir akşam yemeğinden sonra uzandığım yalnız yatağımda kendi kendime mi yaratmıştım! Hayır ben o kadar becerikli değildim. Zoru zoruna bitirmiştim üniversiteyi. Dersler ne kadar sıkıcı ise hocalar da o kadar isteksizdi. Handiyse diplomayı verip kovmuşlardı beni, dört senelik fakülteyi yedi senede bitirince(NEden bir anda üniversite detaylarına giriyoruz? Bu ayrıntılar öyküye bir şey kazandırıyor mu, yoksa sadece yazarın bir şeyler daha anlatma çabasının parçası olarak mı burada yer almışlar.). Anlayamamıştım, doğrusu anlayabileceğimi de hiç ihtimal vermiyordum.Tanıştığımız günden beri gezip tozmaktan, gece ağaç altlarında birbirimize sarılıp, her cumartesi sabahı gittiğimiz börekçide, su böreğini boş midelerimize indirmekten başka bir şey yapmadığımız o… ve şimdi.Her şey tersine dönmüştü. Hızlı ve birden.

Bu görüşmeden beş gün sonra (Neden beş gün? Bir şeyin gerçekliğe tekabül etmesi öykü olması için gerekli koşul olamayacağına göre, her bir unusurn öykünün içinde bir işlevi olması gerektiği mottosunu düşünürsek, bu soruya cevap verebilir miyiz?)buluştuğumuzda, onunla ne konuşacağımı bilmeden, evden çıkmış, sokaklarda tüm bu yaşamın yabancısı gibi dolaşmıştım. Vardığımda, masada otururken görmüştüm. Ayaklarım engellenemez bir şekilde titriyor, adımlarım ileri gitmekte (!)zorlanıyordu.
Karşısına oturduğumda eski zamanlardan kalma bir gülüşle hoş geldin demiş, biraz olsun içim rahatlasa da, gene o konuşma öncesi gibi, hazırlık yapar gibi, suskunluğa gömülmüştü. Çaylarımız gelmişti. Dışarıda o gecenin aksine insana çoşku veren, koşmasına, bağırmasına ön ayak olacak bir hava vardı. Oysa ben üşüyordum. Üç dört yudumda bitirmiştim çayımı ve konuşmaya yeltenmiştim.

-‘SUSKUNLUĞUN…’

Bu haliyle metin öykü olmaktan çok bir iç dökmeyi çağrıştırıyor. Dili ile ilgili sıkıntılar da cabası. Elbette her yazılan şey kişisel tarihimizde belirli bir şeyleri imlediği için bize önemli ve çok etkili gelebiilr. Ancak bunun edebiyat olarak addedilebilmesi için öncelikle iletilebilir olması gerekir. Bu da azami ölçüde dilbilgisine hakim olmayı gerektirir. Yazar dile hakim oluşunun ötesinde -bunları yaşamış olsun ya da olmasın- anlatısındaki unsurları bir bütünlük oluşturacak şekilde ilmek ilmek birbirine bağlar. Böylece okuyanın gözünün önünde yazarın anlatmak istediği öykü canlanmaya başlar. Bu, zorlu bir süreçtir. Umarım çıktığınız bu zorlu yolda yapılan eleştiriler, aldığınız yorumlar yapmak istedikleriniz için size yeni kapılar aralar.


Re: Suskunluğun

Barış’ın eleştirilerine katılıyorum. Metin, öyküden ziyade bir iç dökmeyi çağrıştırıyor. İfadeler öyle zorluyor ki, okumakta güçlük çektim. Okuduğum yerlerde gördüğüm sorunlu cümlelerin bir kısmını alıntıladım.
“içmediğinden, ya da unuttuğundan... çayla dolu olduğu fincan” tümcesinde, sevmediği ya da unuttuğu için içmediği denmek isteniyor sanırım. “çayla dolu fincan” demek de yeterli “olduğu” gereksiz kullanılmış.
“Demem ile de sonrasında…” “dememle” bir ivedilik barındırıyor. “sonrasında” çok gereksiz ve önceki anlamı yok ediyor.
“Hayat atı olmaya bir at arabası.” Ne demek anlamadım.
“Kendimden de olmak üzere herkesten korkuyorum.”
Kulak tırmalamasından öte bu cümlede bir anlatım bozukluğu var. Kendimden de başkalarından da korkuyorum. Herkesten korkuyorum, kendimden de…

Umarım eleştirilerimiz Onur Eryılmaz'ın işine yarar.


Re: Suskunluğun

eleştriler için teşekkür ederi arkadaşlar...


Re: Suskunluğun

Çalışmalarınızı paylaştığınız için biz teşekkür ederiz asıl.
Kaleminize sağlık.


Re: Suskunluğun

Ben de yukarıdaki eleştirilere katılıyorum. Bu metin bir iç dökme, iç konuşma daha çok. Yazıların devamını da bekliyoruz, onur. Teşekkürler