UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Sokak Facebooklaşınca*

24 Haz 2013
Barış Acar

Kuşkusuz sıfırlı yıllara damgasını Facebook vurdu. Hem de 2004’te kurulmuş olmasına karşın. Yetmedi. Facebook markasında somutlaşan sosyal medya yaşantısı 10’lu yılları da belirleyen olgu oldu. Başta gençler, daha sonra yetişkinler ve derken sonunda mart ayı istatistiklerine göre 1,11 milyar Facebook kullanıcısı ve günde 340 milyon tweet’iyle büyük kitleleri barındırır hale geldi.

Başlangıçta solcular Facebook’a karşı çekingendiler. Kişisel bilgilerini böyle alenen paylaşmak hoşlarına gitmemişti. Facebook’u bir “flirting” sitesi olduğunu düşünüyorlardı. Gerçekten bir parça öyleydi de ve hâlâ öyle. Ancak bu yolla örgütlenilebileceğini fark ettikten sonra bile solcular Facebook’a karşı mesafelerini korudular. Bunda sanki biraz da idealde olmak istedikleri kişiyle / örgütle mevcut durumda oldukları kişi / örgüt arasındaki oransızlığın apaçık görülebilir olmasının yarattığı sıkıntı vardı.

Buna karşın 10’lu yıllarla birlikte solcular Facebook’a gecikmiş bir giriş yaptılar. Keza bir yandan Arap Baharı başlamıştı. Tunus, Mısır ve Libya’da ardı ardına gelen devrimler neredeyse öncelikle bir sosyal medya hareketi biçiminde gelişmeye başlamıştı. Sosyal medya gündelik yaşantının en önemli unsurlarından biri haline gelmişti. Artık konserler burada tanıtılıyor, galeriler duyurularını burada yapıyor ve insanlar her türlü etkinlik ve çağrılarını burada organize ediyordu.

Dolayısıyla yavaş yavaş partiler kendi Facebook sayfalarını hazırladılar. Eylemler, etkinlikler ve duyurular bildirilerden çıkıp bu kanala akmaya başladılar. Yine de eleştirel duruş hep cepteydi. Bu iş öyle Facebook girdileriyle, bilgisayar başında bir araya gelmekle falan olacak iş değildi. Sokağa çıkmak gerekiyordu.

Arap Baharı üzerine bu yüzden çok çelişik konumlanmalar ortaya çıktı. Çoğu da temkinliliği elden bırakmak niyetinde değildi.

Yaygın eleştiri Facebook’un sokaklaşması, insanların bilgisayar başında edilgen bir konumda bulunmalarına karşın kendilerini sokaktaymış gibi hissetmelerine yönelikti. İşte bu sistemin oyunu değil de neydi? En kanlı canlı hissettiğimiz anda bile monitörün soğuk mavi ışığı altında yapayalnız değil miydik?

Oysa Gezi direnişi ile birlikte iş değişti.

Bahar bize gelmişti. Sosyal medyada aynı anda tepkisini dile getiren binlerce insan bir anda sokaklara dökülmüştü. Hiçbir bildirinin, hiçbir afişin yapamadığı etkiyi sosyal medya gerçekleştirmişti.

Facebook’un sokaklaştığını sananlar, insanların sanal bir hapishaneye mahkûm edildiğini düşünenler bir kez daha yanılıyordu. Keza insanlar şu anda, canlı yayınlarda sokaktaydılar ve Facebook’ta bir gönderiyi “like” eder gibi kendilerine imaj seçiyorlardı. Duvarlarında bir şey paylaşır gibi graffitiler çiziyor, duvar yazısı yazıyorlardı. Goodreads’te okudukları kitabı paylaşır gibi kütüphane kuruyorlardı. İsteyen beğendiği bir imgeyi kopyalayıp-yapıştırır gibi çoğaltıyor ve yeni imgeler oluşturuyordu. Çok tutan bir ritim bir barikattan bir başka barikata taşınıyor; bir eylemcinin performansı farklı kılıklarda ve bambaşka görüşten insanlarca sahiplenilerek yeniden icra ediliyordu. Anonimlik hızla özgünlüğün yerini alıyordu ve bütün modernist geleneği altüst eder biçimde bunu özgürlük adına yapabiliyordu.

Facebook sokaklaşmamıştı, sokak gitgide Facebook’a benziyordu.

İnsanlar arasında kimliklerle oluşturulmuş duvarlar, kimlik söylencesinin çözülmesiyle absürt bir eğlence duvarına dönüşmüştü. Kurmaca kimlikler kimliğin bizatihi kendisinin kurmaca olduğunun altını çiziyordu. Gündelikliğin kutsandığı sosyal medya bu yüzden yaşanan tepkiyi en iyi bir araya getiren araç oluyordu. “Söz”ü ve imajı herkese karşı aynı anda ve aynı mesafede tutuyordu. Dolayısıyla gündelik hayata (onun sözde ve imajda vücut buluşuna) müdahale edenler o duvarda Saruman ve ordusuyla özdeşleşebiliyor ve her kesimden insan tarafından aynı tepkiyi görüyordu.

Duran Adam belki de bu yüzden en güzel ayrıştırıcılardan biri olarak işlev gördü. Kemalistler onun Ata’ya saygı duruşunda bulunduğunu sandılar, solcular Duran Adam “eylemleri” organize etmeye çalıştılar, iktidar yanlıları için ise zaten hepsi tezgâhtan ibaretti (Duran Adam’ın türban eylemine desteğini bile sindirmeye çalıştılar). Bütün bu ayrılıklara karşın Facebooklaşan sokak Duran Adam’ı en iyi yorumlayan yer oldu. Kimi onu “Okuyan Adam”a çevirdi, kimi “Yatan Adam” yaptı, kimiyse “Duran Kadın”ı, “Duran İnsan”ı önerdi. Tek tip kıyafetle Duran Adama Karşı Duran Adamlar organize edilmeye çalışıldığında da cevap gecikmedi: Duran Adama Karşı Duran Adamlara Karşı Duran Adamlar.

Kırılan temsiliyet zincirinde imajı herkes kendi dilinde yeniden üretebiliyordu. Bununla da kalmıyor o imaj ansızın sokakta önümüzde dikilmeye başlıyor; kolektif bellek olarak “biz”i yeni bir biçimde üreterek aramızda dolanıyordu. Bu yüzden Gezi direnişi sanatçısı olmayan bir sanat eylemi gibiydi. Bu yüzden o her türlü çalma girişimini ustaca safdışı edebildi. Bu yüzden dezenformasyon orada etkili olamadı. Bu yüzden “Genel Grev” bile onun üzerinde hiçbir etki bırakmadı. Sırf bu yüzden “Siz hâlâ anlamadınız mı”cılara karşı direniş hâlâ anlaşılmayı bekliyor.

*Kaynak

Kategori:

Re: Sokak Facebooklaşınca*

Facebookla savaşmak yerine (Zizek de Starbucks örneğini verir hep) onu kullanmak ve onu dönüştürmek önemli. Ancak o zaman onu "yenersin", yenmek sahip olmaktır kimi zaman; zira kapitalizm da bir şeylere sahip olmak-olmamak ve olamamak çelişkisidir.

Modern insanın oluşturduğu modern insan sürekli değişiyor ama bu değişimin kaydedilmesi, üzerine konuşulması da aynı oranda hızlılaşıyor. Yani tarih şu anda yazılıp belirginleşiyor, bilgi hemen üretime geçiyor. "Hız" çağını yaşıyoruz. Haliyle de örgütlenme şekilleri de dönüşüyor ve Gezi Parkı gibi sonuçlar elde ediliyor.

Barış Acar'ın ellerine sağlık.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Yazarken aklımda Gezi Direnişi'ne ilişkin iki soru vardı: 1) Facebooklaşan sokakta özgürlük adına yola çıkanlar için anonimlik nasıl olup da özgünlüğün yerini alıyordu? 2) KESK'in çıktığı sokakla Gezi Direnişi'nin vuku bulduğu sokak gerçekten aynı yer miydi?


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Olayın sanki "direniyorum, o halde varım" boyutu da var.

Direnilen şey de iktidardan, polis şiddetinden, doğa katliamından çok sosyal medya gibi geliyor bana. Hayatın bir şekilde "Facebook'tayım, öyleyse varım"a gelmesine de bir başkaldırı bu. Ait değilim, onu istediğim gibi kullanıyorum duygusunu çok sevdi insanlar. Bu yolda, patronun kendisi olduğunu hissedebilmek ve ispatlamak için daha da fazla kullandı sosyal medyayı.

Aynı tepkiyi iktidar yanlıları da verdi. Faiz lobisi, dış mihraklar, darbeciler, cehape zihniyeti gibi ipe sapa gelmez bilindik statükocu iddialara sarıldılar. "Tehdide" direniş gösterdiler.

Zaten bir direnişi olan, kendi içinde bir iktidar bulunduran gruplar da (PKK, sendikalar, siyasi partiler hatta Taksim Dayanışması) bir türlü kitleyle birlik olamadı. Meydana inmelerine, desteklerine rağmen. Aynı şeye karşı direnmiyorlardı.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Osman'ın söylediği "Aynı şeye karşı direnmiyorlardı." sözü çok önemli ve çarpıcı. Bunun altını çizmek ve sosyal medyanın kitleselleşmeyi sağladığı ölçüde hedef yelpazesini epey genişleterek ortak programdan sapmayı kolaylaştırdığını söylemek gerek. Sırrı Süreyya Önder'in "ambulansın arkasına takılma" benzetmesi çok yerinde bu sebeple.

Bu sivil-özgürlükçü hareketi, "Cumhuriyet'i yıkan birtakım odaklara karşı milli bir başkaldırı" olarak yorumlayanlar, hiç de azımsanacak sayıda değildi. Bense ister istemez Mayıs 68'e dair okuduğum uzunca bir yazı dizisindeki şu sloganları anımsıyorum.

""
Yasaklamak yasaktır.
Özgürlük bütün suçları bastıran bir suçtur.
Seçimler: ahmaklar için tuzaklar.
Kabalık devrimin yeni koludur.
Sıkılmak karşı-devrimcidir.
Zaman öldürmeden yaşa ve engellenmeden oyna.
Koş yoldaş, eski dünya arkanda.
Gençler sevişir, ihtiyarlar müstehcen jestler yapar.
Barikatlar sokağı kaplıyor ama yolu açıyor.
Kaldırım taşlarının altında kumsal var.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Turgut derdimi doğru anlamış. "Kahrolsun bağzı şeyler!" ile "Kahrolsun Faşizm" arasında neyi kahrettiğimizde değil, nasıl kahrettiğimizde düğümlenen bir farklılık var.

Sosyal medyanın etkisi başta olmak üzere gündelik yaşamın dönüşümü üzerine daha çok kafa yormak gerekiyor. Unutmamak gerek ki proleterya tanımı ekonomik altyapıdan beslendiği kadar 19. yüzyıla özgü bir gündelik yaşantı çözümlemesinde kendi ruhunu buluyordu. Bugünün gündelik yaşantı çözümlemeleri 19. yüzyıldan hayli farklı (Bu fark için kısaca prekarya meselesine bakılabilir). Ötesi için alıştığımız kavramların ötesine geçerek bakmaya başlamakta yarar var.

Manipülasyon ve yanlış yönlendirme meselesine gelince o zaten her zaman vardı ve her zaman var olacak. Direnci de her zaman yorumgücünde saklı.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Barış Acar'ın yazısında üzerinde durulması gereken pek çok değinme var.

""
Başlangıçta solcular Facebook’a karşı çekingendiler.

Bu konuda bir-iki düşündüğümü ifade etmeye çalışayım. Öncelikle çekingenliğin daha başta, bilgisayarın 1980'lerden sonraki etkin kullanımına sol(entellektüel, okuyup yazan aydın kesim), açıklaması güç bir mesafe ve tutuculukla yaklaştı. Bunun tabanında sanırım netin ve bilgisayarın gittikçe (kullanım yaşının aşağıya düşmesiyle birlikte)oyun ve eğlence aracı olarak görülmesi neden oldu. Ayrıca klasik yöntem(Kitap-daktilo-kağıt-Kalem) yetiyordu.

51 yaşındayım. İlk bilgisayarımı 1993-94 yıllarında aldım. Alır almaz ilk yapmaya çalıştığım, bir Word belgesi oluşturup, yazmaya çalışmaktı. Zamanla bilgisayarda yazmanın kolaylığına alıştım. Üstünde durmak istediğim, yaşıtlarımın ve daha yaşlıların (çağdaş, ileri görüşlü, aydın kişilerdi-bana göre) bilgisayara karşı mesafeli ve çekingen duruşlarıydı. Gereksiz bir aygıt oluşu, zamanla uygun kullanılırsa bir işe yarayabileceğine dönüşürken, sistemlerin, donanımların sürekli değişmesi de bu korkuyu, kullanmayı beceremem korkusunu körükledi.

Bir yandan da olagelen kullanımı, bilgisayar koltuğunun altına "kolzet monte etme" aşamasına evrildikçe, bir kuşak, onu çocukları, gençleri hayattan, sokaklardan, gerçeklerden koparan, uzaklaştıran bir sorun olarak görmeye başladı. Apolitk gençlik inancı bu eleştirel yaklaşımların uçlarına ilişti.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Mehmet Bey'in saptamaları doğru. Eski kuşağın anlamadığı şey şuydu: Gazete kamusal alanı biçimlendiren unsur olarak 20. yüzyıl insanı için ne ifade ediyorsa yeni kuşaklar için bilgisayar ve sanal dünya da çok benzer şeyleri ifade ediyor.

Tanımadığı/ anlamadığı şeyleri şeytan icadı addederek aforoz etmek sanırım tam da metafizik aklın ürünü, hangi görüşten olursa olsun.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Bir yerde okumuştum;

"Bu icad, eğitim sisteminin kökten yıkılmazına neden olacaktır. Böylesi zararlı bir aletin tüm okullarda kullanımını külliyen yasaklamak gerekir..." Gibi şeyler söylüyordu. Sözünü ettiği "icad" "Karatahta" imiş. Çok tuhafıma gitmişti. Hep düşünürüm, farkında olmadığım, bilmediğim, görmezden geldiğim kim bilir kaç "gerici-tutucu-çağdışı" yanım-huyum var. Bunlarla yaşamaya alıyor insan. Memnunuz halimizden. Bir düşüncenin yürüne yürüne inanca dönüşmesi, katılaşıp kemikleşmesi neden fark edilemiyor bilemiyorum.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Burada; "sokak facebooklaşınca" başlığı altında, Gezi Parkı ve devamında nelerin değiştiğinin konuşulması, tartışılması yerinde olur bence.

Köydeyim. İşler(tarla-bahçe-çapa) yoğun. Ama diğer zamanlardan bir farklılık var tarlada, muhabbette, kahvede, çardağın altında. Herkes olayları konuşuyor. İnsanların çoğunluğu direnenlere karşı sevgi ve sempati duyuyor. Yaşlılar daha militan, daha saldırgan. İşi gücü olmasa yürüyüp gidecek İstanbul'a doğru.

Kendi duygularımı başka bir şeye saklıyorum sanırım.

İlginç olaylar duyuyorum insanlardan; bir doktor ağabeyim(64-65 yaşlarında) İstanbul'daki arkadaşlarının (yaşlı-saçları dökülmüş, beyazlamış eski tüfekler) gençlerin önünde, polisle aralarında durduklarını, bununla övündüklerini, yaşlılıklarına güvenerek polisin onlara şiddet kullanmayacağından güvenle yürüdüklerini, bazılarının iş çıkışı çadırda sabahladıklarını anlatırken, bir başkası, yıllarca bilgisayarının başından kalkmayan oğlunun günlerdir eve gelmediğini, sevinmek mi korkmak mı gerektiğine bile karar veremediğini söylüyor.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Mevzubahis Türkiye olunca, bütün özgürlük arayışları, bütün çatışmalar ve kavgalar sanki bir İttihatçı-İtilafçı kavgasına evriliyor gibi görünür gözüme. Yüzlerce yıllık kavga ne de olsa!


Re: Sokak Facebooklaşınca*

"solcuların" sosyal medyayı salt olumsuz bir şey olarak algılamalarını üzerine söylenecekler var. sosyal medyada "solcularca" reddedilen şey iktidardır: "iktidar baskı aracıdır, bir ortak üstün akıl dünyayı yönlendirmektedir. sosyal medya da bu büyük aklın son model manipülasyon aygıtıdır. insanları uğuşturmakta, gerçekleri onlardan gizlemektedir" vs.vs... oysa, iktidar estetik bir karaktere sahip olduğu için onun bir ilkesi varsa bu tersine çevrilebilirliktir. baudrillard bu tersine çevrilebilirliği muktedir olmak isteyenlerin iktidarın ortadan kaybolduğunu gizlemek için iktidar sahibiymiş gibi davranmaları şeklinde çözümler. örneğin, "solcuların" manipülasyona karşı gösterdikleri direnç aslında iktidarın kendisinin ortadan kaybolduğunu gizlemek için kitleye attıkları yem olarak okunabilir. ama kitle yemi yutmamakta, "solcuları" çaresizlik içinde aynı direnci çaresizce yinelemeye zorlamaktadır. böylece "solcular" sosyal medyaya yine bir öcüymüş gibi muamele etme jestini tekrarlamakta ve kitleden aynı cevabı (yani cevap vermeme cevabını) almaktadırlar.
evet, iktidar tersine çevrilebilir, ama tam da bunun içindir ki iktidar ortadan kaybolamayandır. onun ortadan kayboluşu - yani muktedirin jestinin kitle tarafından etkisizleştirip yutulması- onun hala işlemekte olmasındandır. yani iktidarın varoluş kipinin temel niteliği olan tersine çevrilebilirliğin sonucudur bu. onun ortadan kaybolamayan oluşu metafizik düşünce tarafından yanlış anlaşıldı ve aşkın bir iktidar tasavvuru ortaya çıktı. oysa, aynı ortadan kaybolamayış onun metafizik olamaması şeklinde, yani içsel bir estetik bir tersine çevrim ilkesi olarak düşünülmelidir.
"solcular" iktidarı salt olumsuz, kendisine direnilmesi gereken bir şey gibi tasavvur ettiler. kendi iktidarlarını ise böylece gözden kaybedip meşrulaştırdılar. ideoloji için de aynı şey geçerli.(bknz: bilimsel sosyalizm) ideoloji salt kötülük olarak tasavvur edilmekte ve ideoloji dışılık romantizmine kapınılmakta. 68 kuşağının "kaldırım taşlarının altındaki kumsalı" da bu metafizik romantizmi paylaşmaktaydı. lafı uzatmayayım, şuraya gelmeye çalışıyorum: "facebookun sokaklaşmasından"(mesafenin dışsal varoluş tarzı, kadim metafizik yorum) "sokağın facebooklaşmasına"(mesafenin içrekleştirilmesi, yorumun dünyevileştirilmesi) evrilen süreç iktidarın olumsuzlanışının olumsuzlanması ve böylece olumlanmasıdır. yani, burada işleyen şey diyalektik düşüme tarzıdır. tam da bunun içindir ki, gezi ancak liberal politikaların kendisini gösterdiği mekandan ibaret olabilmektedir. gezide meydana çıkan şey, "birey"dir. gezinin tüm fiili ve olası radikal eylemleri, liberal kodlarla çevrelenmektedir. gezinin şu an için diyalektik ilkelerin ötesinde bir tasavvur geliştirmesi mümkün görünmemekte, dolayısıyla şu patolojik "kimlik" politikalarına devam....


Re: Sokak Facebooklaşınca*

oktay dedi ki:
iktidar estetik bir karaktere sahip olduğu için onun bir ilkesi varsa bu tersine çevrilebilirliktir. baudrillard bu tersine çevrilebilirliği muktedir olmak isteyenlerin iktidarın ortadan kaybolduğunu gizlemek için iktidar sahibiymiş gibi davranmaları şeklinde çözümler.

Bu iktidarın dağılışı ve estetiklikleşmesi meselesini ben de önemli buluyorum. Baudrillard'ın Foucault eleştirisinin kökeninde de bu yatıyor biraz. Dolayısıyla Baudrillard (ilk planda göründüğünün aksine) Foucault kadar çözümsüz değil. İktidar mekanizmasının bu görülebilirliği (mikro-iktidarların gündelik yaşamda saptanması) bir çözüm noktası sunabilir ona göre. Ranciere de politik mekanı yeniden üretmek derken buradaki "duyumsanır"a vurgu yapıyor.

oktay dedi ki:
solcular" iktidarı salt olumsuz, kendisine direnilmesi gereken bir şey gibi tasavvur ettiler. kendi iktidarlarını ise böylece gözden kaybedip meşrulaştırdılar.

Bun katılmamak elde değil.

oktay dedi ki:
"facebookun sokaklaşmasından"(mesafenin dışsal varoluş tarzı, kadim metafizik yorum) "sokağın facebooklaşmasına"(mesafenin içrekleştirilmesi, yorumun dünyevileştirilmesi) evrilen süreç iktidarın olumsuzlanışının olumsuzlanması ve böylece olumlanmasıdır. yani, burada gerçekleşen şey diyalektiktir. tam da bunun içindir ki, gezi ancak liberal politikaların kendisini gösterdiği mekandan ibaret olabilmektedir.

Burada diyalektikle liberallik arasında kurduğun ilişkiyi tam olarak anlayamadım.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

diyalektik düşünceyi senin yukarıda sözünü ettiğin anonimliğe bir tepki olarak alıyorum ben.gezi, anonim değildir, orada anonimlik bir kimlik olmuştur.

dediğin gibi bir eylem başka bir yerde "farklı" bir şekilde tekrar ediliyor. şunun gibi ama: coca cola içeceksin, zero da içebilirsin, light da, normal de...işte, farklı şekildeden gezinin anladığı bu kadar. gözden kaçırılmaması gereken ise şu; coca cola = liberalizm....

diyalektik, eylemin özneden önce geldiğini kabul ediyor ama bu aynı zamanda özneye bir geri dönüş için. yani, bilince/özneye eski saygınlığını bir şekilde yeniden kazandırmak için. bu yüzden diyalektik süreç , tepkisel kuvvetlerin tam bir dökümünü veriyor bize.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Facebook yazısına küçük bir ek başka bir yazının içinden geldi:

Barış Acar dedi ki:
...sivil toplum kuruluşları, geç bir kararla da olsa, sokağa indiklerinde neredeyse hiçbir somut etki elde edemediler. Keza politik sloganları, kendi haklı talepleri doğrultusunda hazırladıkları pankartları, düzenli kortejleri ile birlikte onların indiği sokak Gezi Direnişi’nin bütün yurda yayılarak sürmekte olan sokaklarıyla aynı yerde değildi. Olay tümüyle paralel bir evrende cereyan ediyordu ve örgütler onun basit bir simulakr’ının içine düşmüş gibiydiler. Mimari çevre tarafından belirlenmiş ve yönetsel aygıtlarla yığınların kesiştiği mekânlar olarak 19. yüzyıldan kalma sokaklar, sanal dünyanın ve sosyal medyanın üretimi, kavramsal olarak yeniden inşa edilmiş, zihinsel bir nitelik taşımasına karşılık insanların bedensel olarak da buluşabildiği yeni tarzdaki sokaklarla aynı yerde değildi. Aynı sokakta duran ama aralarından yüzyıllar geçmiş kaldırım taşları gibiydiler.

Yazının tamamı için: Gezi Direnişi “Politik Sanat”ın Başlangıcı mı, Sonu mu?


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Gezi Parkı Kitabı | Gezi Parkı Sürecine Dijital Vatandaş’ın Etkisi

https://www.box.com/s/0fu385iypkd7ts0weksq


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Barış Acar dedi ki:
Gezi’de ne olduğunu siyasal-politik gerekçelerini merak ettiği için soranlardan değilim. Olan biten bakmasını bilenler için tümüyle ortada. Bakmasını bilmeyenler zaten hiç görmeyecek olanlar/görmek istemeyenler.

olan biten sence ne?

bu politik gerekçeler ile senin bu iki yazıda ortaya koydukların arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorum ben. önce senin olan bitenin ne olduğuna dair yanıtını bekleyeceğim ama.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

İlk yazıdaki "anlaşılmayı bekliyor" vurgusu ile ikinci yazıda "her şey ortada" diyen bu yaklaşım çelişiyor. Yayımlar yayımlamaz ben de fark ettim bunu. Lakin geri dönüp tashih etmeyi de gereksiz buldum. Keza iki imanın niyetleri farklı yönlerde çalışıyorlar gibi geldi uzaktan bakınca.

İlki "Gezi'den ne sonuç çıkaracağımızı henüz bilemiyoruz" diyordu. İkincisi ise "Gezi'nin yarattığı etkiyi görüyoruz" anlamına geliyordu bana göre. Tabii, belki de, bu sadece benim kafamın içi. Dışarıdan birbirine dolanmış ifadeler olarak da seziliyor olabilir.

Oktay'ın asıl sorusuna gelince; "olan biten ne" diye (özellikle de daha önce altını çizdiği "liberalizm" bağlamında) uzun uzun düşünüyorum bu aralar. Umarım bir şeyler yazabilirim.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Politik Sanatın çökmesi ve yerine sanatın bir politika belirlemesi bir birikim sonucu oluştu. Ya da evrimsel bir ilerlemeydi.

Sanatçının "sahne dışında" Gezi'de sloganlar üretmesi, durması, karşı yürüyüşü vb sahnenin kendini oluşturdu. Yani sanat çizili, kenarları belirlenmiş alanlardan çıkıp bizzat alıcılarıyla birleştiğinde, "aşağıda" oluşan dinamizmin etkisiydi Gezi.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

""
Rancière özellikle Tarihin Adları’nda buradaki duygunun altını çok isabetli bir biçimde çiziyor. Tarihi tarih yapan şeyi, “anlatı” olması, “romantik” ya da “edebi” olması engellemez; Napolyon’un arkasında duran kimliği belirlenemeyenlerin eylemleri ve sözcüklerini bulup çıkarmak bilimsel ve siyasal bir görevdir, diyor. İşte, kimliği belirlenemeyenler bugün parkları dolduruyor, internette yeni buluşma noktaları oluşturuyor, bir arada yaşamanın siyaseten kurgulanmamış yeni bir kültürünü keşfetmeye çalışıyorlar. Şimdinin içine kendi flu imgelerini düşürüyorlar. Tarihi tanıyorlar.

Kaynak: Türkiye Ergenlikten Çıkıyor


Re: Sokak Facebooklaşınca*

T. Bora'nın yazısını yayımlandığı gün okumuştum. Çok yeni bulmadım açıkçası. Olayı açıklamaktan çok, aklında birikmiş sözleri söylemiş gibi gelmişti bana. Dergide daha orijinal yazılar olduğunu sanıyorum.

Oktay bir soru sormuştu. Eylemlerin karakteri üzerine ne düşündüğüme, onu nasıl tanımlayabileceğimize dair... Kesin bir sonuca ulaştığımı söyleyemem. Sanırım en çok yaklaştığım cevabın konformizmin isyanı olduğunu söyleyebilirim. Buna karşın ölmek hiç de konforlu bir şey değil; buna ne denir bilemiyorum.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Birkaç gündür şu makale üzerinde çalışıyorum: Çağdaş Sanattan Radikal Siyasete, Estetik-Politik Eylem

Yazan arkadaşlarla da iletişim halindeyim. Uygulama alanları ve kavramsal önerileri gayet yerinde görünüyor. Ranciere'i yanlış yorumladıklarını düşünüyorum. Buna karşın önemli çıkarımlar var.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

"konformizmi" biraz açmana ihtiyacım var.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Bugüne dek uyum içinde yaşayanların isyanı anlamında konformizmi öneriyorum. Bu aynı zamanda "yaşam tarzı"na yapılan abartılı vurguyu da kapsıyor. Verili bir düzen olarak gündelik yaşamı (hatta tüketim ekonomisinde temellenen gündelik yaşantıyı) geri isteme biçimiydi isyanın en belirgin özelliği. Bir stabilite arayışı olduğu için konformizmin uygun olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan ölümü göze almak konforlu bir tutum olarak addedilemez hiçbir zaman. İşte orada biraz şiraze kayıyor. İnsanların kendilerine bomba atanların gözlerinin içine bakarak (Gezi deneyimini anlatan pek çok arkadaşımdan duydum bu ifadeyi - kimse gözlerini kaçırmıyor aksine polislerin gözlerinin içine bakıyor herkes diyorlardı) direnmek konformizme özgü bir şey olamaz.

Anlamayı güçleştiren etken bu sanırsam.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

eylemin amacı eylemden sonra belirir,eyleme sonradan atfedilendir o. amaç bir etikettir, sonuçtur; eylemin sebebi değil. tam da bunun için; insan "yaşamak için" savaşabilir(savaşta ölüm olasılığı vardır ama "yaşamak için" ölünür), "adalet için" eylemde bulunabilir("suç" işler), "konformizm için" de direnebilir. yani aslında eyleme(direnmek) sonradan eklenen amaç(konformizm) bir çelişki oluşturmaz. çelişki fikrini doğuran süreci tersten okumak, yani "bir amacın" "eylemi" belirlediğini düşünmektir. yok, eğer "bir amacın" eylemi belirlediği düşünülmüyorsa bu bağlamda anlamayı güçleştiren bir durum da söz konusu olmazdı.

öte yandan gezi, amacını eyleminin berisine yerleştirmek isteyen grupların iktidar alanıdır(patolojik kimlik politikaları). gezideki her hizip eylemini kendi aidiyeti bağlamında bir amaçsallık ile vaftiz ettiği için kapitalist liberal kodlarla ifadesini bulabilmektedir. amacın eylemi kurduğunu düşünen her metafizik edimselleşme tarzında olduğu gibi, burada da "eylem" kendi imhası ile sonuçlanacaktır. çünkü amaç ve eylem arasında bir "tutarlılık" olduğunu varsayan bu tarz, karşısında ancak ve ancak hiçliği bulacak ve ona gömülmekten başka bir şey yapamayacaktır.


Re: Sokak Facebooklaşınca*

Peter Sloterdijk'in Kritik der Zynischen Vernunft (Sinik Aklın Eleştirisi) kitabına bakınır ve Sloterdijk üzerine daha çok bilgi edinmeye çalışırken DAvetsiz Misafir'de şu makaleyi buldum: 'Sinik Aklın Eleştirisi'nden 'Siborg Manifestosu'na: 21. Yüzyıl İçin Siyaset Arayışları.

İlginç bir paragraf:

""
Kant’ın aydınlanmanın temellerini attığı Pratik Aklın Eleştirisi’ni yazmasının üzerinden tamı tamına 300 yıl geçtiği bir zamanda, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı hem fiziksel hem de düşünsel büyük yıkımın ardından çıkardığı en önemli düşünür olarak lanse edilen Peter Sloterdijk, Kritik der Zynischen Vernunft (Sinik Aklın Eleştirisi)ni yayımlıyordu. Çağımızın sinik ruh halini eleştirip onun karşısında alay ve ironiyi yücelten bu bin sayfalık dev kitap önce Almanya’da sonra tüm dünyada büyük ilgi görecekti. Sloterdijk eserinin büyük bölümünü, aydınlanmanın eleştirisine ve özellikle 68 döneminin radikal solcularının çağdaş kapitalizmin tanınmış reklamcılarına ve pazarlamacılarına dönüşmesi örneğinden yola çıkarak bunun yol açtığı ‘siniklik’ kavramını tanımlamaya ayırıyordu. Sloterdijk, burjuvaların manipülasyonundan, cehaletten ve içinde bulunulan koşulların farkında olamamaktan kaynaklandığı öne sürülen Marksist ‘yanlış bilinç’ kavramını tersine çevirerek, aslında çağdaş bireylerin olan biten her şeyin, her türlü tahakküm ve eşitsizliğin farkında olduğu halde buna karşı koymaktan kaçınan bir tür ‘aydınlanmış yanlış bilinçle’ hareket ettiklerini dile getiriyordu. Geçmişin solcuları, bugün kapitalizmin yeniden üretilmesinin baş araçlarından biri olan reklamcılığa yönelirken aslında ne yaptıklarının elbette farkındaydılar. Ne var ki, olan biteni değiştirmeye, tüm ahlak ilkelerinin tükendiği bir çağda yeni ahlak ilkeleri yaratıp onlara inanmaya ve onları savunmaya kimsenin gücü yetmiyor ve güçsüzlüğe dair bu öz bilincin doğurduğu çaresizlik, kaçınılmaz bir şekilde düzene uyum sağlamak, boyun eğmek ve kabullenmek ile sonuçlanıyor, ve sonuçta bu da iç sıkıntısı, karamsarlık ve bunalıma yol açıyordu. Sloterdijk’in, sinikliğin yol açtığı bu bunalım ve iç sıkıntısı ile başa çıkabilmek için önerdiği yol ise Büyük İskender’e dahi “gölge etme başka ihsan istemem” diyerek meydan okuyan Sinoplu Diyojen’in kinikliğiydi. Küfesinde yaşayıp sokaklarda yatan, herkesin ortasında sıçan, osuran, sevişen, küfreden ve bu nedenle kendisine Yunanca ‘köpek gibi’ anlamına gelen ‘Kynikos’ (kinik) sıfatı atfedilen Diyojen, bu yaptıklarıyla aslında paraya pula, mala mülke ve hatta Büyük İskender’in iktidarına dahi en ufak bir değer vermediğini, evrensel ve mutlak bir ahlak, doğruluk ve iyilik tanımı olamayacağını gözler önüne seriyor ve yadırgatıcı davranışlarıyla insanları da yaşadıkları hayata yadırgatıyordu. Kiniklik, ahlaki veya politik tüm değerlerin anlamsızlığının farkında olup da bunlarla neşeyle dalga geçmek ve her türlü totaliter yapıyı ironi ve alay ile ayaklar altına almak demekti. Sloterdijk, içinde sevinç ve eğlenceyi barındıran kinikliğin, yeniden canlanabileceği mecralar olarak değerlerin nispeten daha değişken ve geçişken olduğu karnavalları, üniversiteleri ve bohem bir yaşantıyı göstermişti. Ne var ki, çok geçmeden, ne gösterdiği bu mecraların ne de kinikliğin bu çağ için hiç de umduğu düzenin, hiyerarşinin ve otoritenin dışına çıkma potansiyeli taşımadığını görecek ve tezini geri çekecekti. Nitekim, 2000 yılların MTV izleyicileri de Sloterdijk’in sezdiklerini somut olarak gözlemleme imkanı bulacak, Jackass adlı bir programda, dükkanların vitrinlerindeki klozetlere sıçan, yatakların üzerine işeyen, sokak ortasında osuran, süper marketlerde çırılçıplak dolaşan, yaşlılarla dalga geçen, kiralık arabayla çarpışan arabacılık oynayan, kendilerini kanalizasyon çukuruna atan, her türlü ahlak ilkesinden âzâde bir dolu gencin bu saçmalıklarını saatler boyu yadırgamaksızın izleyip kahkahalarla gülecek, ne var ki bu esnada ne düzenin sarsıldığını ne de birilerinin sistemin dışına çıktığını gören duyan olmayacaktı. 21.yy’da Diyojen’e yer yoktu. Kendisi zaman tünelinden geçip bu çağa gelse ve alaycılığın bu denli sıradanlaştığına tanık olsa belki de tek çareyi beline bir bomba bağlayıp kendisini sokak ortasında patlatmakta bulacaktı…

Türkçe'de Sloterdijk'ten adam akıllı bir şey yok. Özellikle Gezi sonrası kitap bir kez daha önem kazandı bence.

Sloterdijk üzerine bir makale daha var sitede: Peter Sloterdijk ile Avrupa ve Amerika'nın Geleceği Üzerine


Re: Sokak Facebooklaşınca*

önemli bir alıntı. hep diyorum ki, hazcılık çileciliktir (ya da çilecilik hazcılık.) yaşamın merkezine hangisinin yerleştiğinin önemi yok: çileci süperego "yapmamalısın" derdi, post-modern hedonist süperego "yapmalısın" diyor. jackass, her şeye izin olduğuna dair düşüncenin bir hazcı yasa olarak alımlanmasıdır. panoptikon artık sosyal ağlardır, webcamlerdir, reality showlardır ve onların foucault'un panoptikonundan farklı olduğu söylenebilir. çünkü bunlarla birlikte çileci özneden farklı olarak hedonist özne, izlenmenin hazzını açıkça tattı.(söz konusu olanın, şu hegelin mutsuz bilincinin "tanınma diyalektiğinin" bir hazcı varyantı olduğunu söylemek gerek burada.) çileci öznenin izlenmekten duyduğu suçluluğu -o ki insanı tanrıyı öldürmeye itmişti, tanrı tarafından izlenmeye daha fazla dayanamayan insandı tanrının katili- haz yasası tersine çevirdi.böyle artık yasanın buyruğu herkesin özel, biricik, özgür bireyler olduğunu fısıldıyor. bu fısıltı "yapmalısın" buyruğu ile aynı şeydir.şöyle der; sen bir özgür bireysin bunun için yasaklara aldırma: sevişmelisin,ulu orta osurmalı, kişisel hobiler edinmelisin, yaşam kaliteni arttırmalı, "kişiliğinin" gerektirdiği gibi davranmaktan çekinmemelisin... işte gezide büyük ölçüde çarpışmakta olanın "yapmalısın" ve "yapmamalısın" buyrukları olduğunu düşünüyorum. "yapmalısın" liberal kapitalist öznenin kurulum bildirimi iken, "yapmamalısın" islamcı kapitalist öznenin kurulum bildirimidir.

onun için, islamist kapitalizm için twitter bir başbelasıdır çünkü onun tarafıdan alışık olunan panaptikon burada hazzın yasası tarafından değiştirilmiştir. gezide sahiden de siyasal partiler ve stk'lar afallamışlardır çünkü burada işleyen yasa tanınma diyalektiğinin hazcı -"çileci" değil- yasası diyebileceğim şeydir. omegle 'da webcam karşısında tanımadığı kişiler önünde uyuyan, osuran, mastrubasyon yapan öznenin kurulumunu gerçekleştiren; filanca mekanda yemek yemek, filanca kişilerle şundan bundan konuşmak gibi en sıradan günlük eylemlerini bile facebookta paylaşan öznenin kurulumunu yapan yasanın "yapmalısın" bildirimidir burada işlemekte olan.