UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Silgi

19 Ağu 2011
Barış Acar

Önce ayak parmaklarında başlamıştı.

Güç bela geçiştirilmiş bir haftanın ardından bitap eve dönmüş, aklında yapılması gerekenlerle dolu upuzun bir liste salondaki kanepeye yığılıp kalmıştın. Öncelikle yemek hazırlanmalıydı; Adorno’nun Kültür Endüstrisi bitirilecek; Klossowski’nin Nietzsche’sinden bir bölüm kaldı geriye; sonra da güzel bir kahve yapmalı, sade; Oyun Sonu için bilet alınacak, epey geç kaldın ya, arkalardan da olsa izlemek lazım Beckett’ı; yerler de çok pis bu arada, bir süpürge tutmalı; ama olmaz, toz alman da lazım, onunla da kim uğraşacak şimdi deme; Deleuze’le ilgili bir cümle düşmüştü aklına; neydi, neydi, of, o anda yazman gerektiğini biliyordun; Duran Hoca’yı da araman lazım, bir sürü arıza çıkaracak yine pezevenk, peşinden koş dur, bir sürü kapris çek, neden böyle oldu ki bu adam?

Güçlükle uzaktan kumandanın düğmesine basabildin. Yekta Kopan, Sid sesiyle, Dolmabahçe’nin avlusundan konuşuyor. Kapadın. Duş almak seni tekrar insan yapar. At kendini banyoya.

Gerçekten de iyi gelmiş. Temizlik gibisi yok. Saçını kurut, burun kılların uzamış yine, onları düzelt. Tırnaklarını kesmeyeli de epey olmuş. Ellerini hallettikten sonra, ayağını klozetin kapağına dayayıp tırnak makasıyla ayak parmaklarına yönelmiştin ki, işte o an fark ettin. Ayak parmaklarında hiç tırnak yok. İlk önce uzamamışlar diye düşündün. Sonra elinle şöyle bir yoklayınca tümden kaybolduklarının ayırdına vardın tırnaklarının. Kısa bir şaşkınlığın ardından, iyi ya işte, kesmek zorunda kalmayacağım bir daha diye düşünüp banyodan çıktın.

***

Sabah, her zamankinden biraz daha fazla uyumuş olarak, yedi buçukta gözlerini açtın. Şöyle bir gerindin yatağın içinde. Derin bir nefes aldın. Yorgana garip bir koku sinmiş, nevresimleri değiştirmeli. Pencereyi açıp bir güzel havalandırmalı önce odayı. Kahvaltıya kaymak almıştın. Güzel. Ballı kaymaklı dört dörtlük bir kahvaltı. Yanında da Monteverdi dinlemeli: Orpheus. Atto 1 ve 2. Gerisi kasar. Sonra şu toz alma işine bakmalı. Mail’leri de kontrol etmek lazım. Algının Fenomolojisi’nden çeviri var bir de. Öğle yemeği için kabak hazırlamalı. Neyse. Kalkmak için yeltendin, sonra yorganı sıyırıp ayaklarıma bakayım dedin nedense. Bu gözlerle bu uzaklıktan tırnakları görmek imkânsız. Lakin küçük parmağını falan da seçemedin. Kalk bakalım.

Bilgisayarının başına oturana kadar vakit öğle olmuş. Hemen Winamp’i çalıştırıp, Roger Waters’tan Music From Body’yi aç. Garip, dinlendirici bir etkisi var bu albümün sende. Kimse de sevmez. Hıh, çok umrunda ya.

Nilgün Hanım’dan beklediğin mail gelmiş. İyi. Yazı bu Pazar giriyor gazeteye. Cevap vermekte de bayağı geciktiler ama. Yazının başlığını biraz yumuşatsa mıydın? “Pazarlamacı Ağzıyla Sanattan Konuşmak”, biraz sert oldu sanki. Adam sen de, sana ne. Yazıldı gitti işte. Arzu Hanım’dan hâlâ cevap yok. Anlaşılan durumları biraz sıkışık, ödeme falan yapamayacaklar. Hayırlısı. Mine Hanım’la yeni sayıya yazmak istediğin yazıyı konuşmalı. Elif Hanım’a da bir mail atıp dosya konusunu öğrenmeli. İlginç. Ne çok kadın editör var son günlerde.

Bilgisayarın başından ancak zilin çalmasıyla kalkabildin. Belinde hafif bir ağrı. Duruş bozukluğu. Bilgisayar hastalığı. Fizyoterapi randevunu sürekli sallayıp duruyorsun. Fizik-tedaviden de randevu almalı, bel fıtığı için. Kargo gelmiş olmalı. Kalkıp kapıya doğru giderken hafif hafif yalpaladın sanki. Yalpalamak da değil de, ağırlığı bir tarafına aldığı için yan giden tekneler gibi biraz eğri yürüdün. Teslimat fişini imzalayıp aldın kargoyu. Salona geçip paketteki dergiyi açtın. Bu cırt cırtlı torbaları iyi yaptılar doğrusu. Baktın. Baskı iyi. Yazı nerede? Hah. İyi, derginin kıçında değiliz bu kez. Bunları düşünürken göz ucuyla aksayan ayağına baktın. Çorabının uç kısmı aşağı doğru düşmüş. Neyse, dedin. Başka neler yazılmış bakalım. Hmm. Şu iki yazıyı muhakkak okumalı.

Kabak yine çok lezzetli olmuş. Bu konuda maharetin tartışılmaz ya, kahve için dışarı mı çıkmalı? Yok. Bu ayakla olmaz. Aslında bir öykü yazmayalı kaç zaman oldu? Bir Flaneur’ün Öğleden Sonra Yürüyüşü, iyi bir öykü adı olabilir ya da, daha iyisi, Odada Bir Flaneur.

“Alo!”
“Merhaba, nasılsın?”
“İyidir. Senden ne haber?”
“Şey... Uygunsun değil mi, konuşmamız lazım.”
“Hayırdır, ne oldu?”
“İyidir iyidir de, şu sempozyum işi canımı sıktı. Senin ‘Kamusal Alanda Rastladım Sana’ bildirisini çıkarmışlar son anda. Biliyor muydun?”
“Öyle yarım ağızla söylüyorlardı ya. Gerekçe ne denmiş?”
“Dönemin hassasiyetleri, yazının hedef aldığı kesim falan filan işte.”
“Ne güzel.”
“...”
“İyi, hadi görüşürüz.”
“İyisin, değil mi?”
“İyidir, iyi. Görüşürüz. Hadi.”
“Görüşürüz.”

İyi olmadı. Yeni bir yer düşünmek lazım yazıyı değerlendirecek. Yapacak da bir sürü iş var. Nereden başlamalı şimdi? En iyisi bas git adaya. Öyle uzak. Ne işin var ki buralarda? Deniz kenarlarında bir köy de olur aslında. Nah, olur. Köylük yerler de bile arsalar ne kadar oldu haberin var mı senin? Gözü açıldı millettin, atmaca gibi, emlak borsası kovalıyor herkes. Aman! Ne diyor Nietzsche, “Ev tamamlandığında, iskele sökülmeli.” Hoş senin kurduğun evin tamamlandığı da, tamamlanacağı da yok ya.

***

Neden sonra doktora gittin. “Biraz acayip gibi ama, böyle işte.” diye açıp gösterdin baldırına kadar yok olmuş sol bacağını. Tasdikler gibi, “Evet, acayip biraz.” dedi doktor. Muayene etti. Kan tahlili istedi. “Tamam.” dedin. “Ağrı falan yok öyle mi?” “Yok, turp gibiyim, maşallah.” “İyi, iyi. Bir de röntgen çekelim, bakarız.” dedi. “Tamam.” dedin, haftaya sonuçlarla beraber gelmen üzerine anlaştınız. Baston değneklerine yaslana yaslana uzaklaştın.

Zaten doktor falan derken o kadar vakit kaybettin. Bir de yok tahlildi, röntgendi. Hayat o kadar uzun mu be doktorcuğum. Hiç gelemezsin sen, kimse kusura bakmasın. Hem daha Rudolf Arnheim’ın Geri Çekilme Olarak Soyutlaması’nı çalışacaksın. Onun Gestaltçı kavrayışıyla Hartman ontolojisi arasında bir bağ bulup çıkarmak falan. Yok, olmadı. Olmaz.

Evde oturmuş ücretsiz izin istediğin işyerinden gelecek telefonu bekliyorsun. Canına minnet! İşlerin azıcık gevşemesinden istifade, ne zamandır listende olan bir yığın işi düzenliyorsun. İçeride bangır bangır pop müzik eşliğinde televizyonda birileri, hepsi de bir örnekmişçesine acayiplikler taşıyan bir takım hikâyeler anlatıyorlar. En tiz perdeden çığlık atar gibi kahkahalar duyuyorsun. Aklını toplayıp Jonathan Crary’nin Gözlemcinin Teknikleri’ne konsantre olmaya çalış. Telefon zırlayıverdi. Sesinde, sanki hiç de telefon beklemiyormuş, tamamen aklından çıkmış gibi bir hava.

“Alo... Aa! Durmuş Bey. İyi günler.” Kendisine Durmuş denmesine, bir de böyle gevreterek konuşulmasına pek bir sinir olur. “Nasılsınız?”
“Sağolun. Şey... Ben sizin sunumunuzun olamayacağını bildirmek için aradım.”
“Hayırdır? İptal mi edildi program?”
“Yok, öyle değil. Sadece değişiklik yaptık. Son anda yurtdışından iki kişi eklendi de listeye. Malum salon küçük, zaman da kısıtlı...”
“İyi de siz davet etmiştiniz beni oturuma.”
“Öyle ama... Son anda bir değişiklik işte. Başka sefere artık.”
“İyi de ben bildirimi falan da hazırlamıştım.”
“Kusura bakmayın.”
“Peki.”
“Görüşmek üzere. İyi çalışmalar.”
“Size de.”

Gözlerini açtığında saat gece yarısını çoktan geçmiş. Kanepede, her tarafın uyuşmuş. Miden kazınıyor, mutfağa gidip bir şeyler atıştırmalı. Yeltendin. Olmadı. Bir daha yeltendin. Kanepenin örtüsünü kaldırıp baktın. Sağ bacak da ötekine katılmış, seni bırakıp beraber Güney’e tatile inmişler anlaşılan. Azıcık kurabiye vardı mutfakta. Telefon edip Özge’yi mi çağırsan? Yok artık, ne o öyle yatalak adam gibi! Örtüyü iyice açıp, atla yere. Ellerinle sürüne sürüne mutfağa yönel. Hah, toz almaktan kaça kaça böyle olursun sonunda. Yerler, leş. Elin, yüzün battı işte. Temizlikçi falan çağırmalı en yakın zamanda. Sandalyeye tırmanıp masanın üzerindeki kurabiyelerden bir iki tane at ağzına. Oh be, güzel olmuş hakikatten. Geri dönüp televizyonu aç.

***

Ahizeyi kaldırıp rasgele bir numara çevirdin. Bir-iki çaldı telefon. Sonra kapadın. İşler bekler. Çalışma odasına geçtin. Kitaplık karşında dağ gibi yükseldi mübarek. İnsan eve alacağı eşyayı dikkatli seçmeli. Berkeley’le Dilthey da ta tepelerde duruyor. Batı metafiziğini ne diye el altında tutmazsın ki be adam. Varoluşçuları at yukarılara. El mahkum tırmanacaksın şimdi. Yaradana sığınıp salla kolunu üçüncü rafa. Yüklen, asıl gövdeyi. Bir! Dirseğini rafa iyice yerleştirip kıçı hafifçe sallayarak atla diğer rafa. İki! Göz hizanda Oidipus duruyor. Alnında boncuk boncuk ter. Ha gayret. Şu Yunanlıları aşınca kara görünecek. Hoppa!

Gözlerini açtın. Yığılıp kalmışsın kitaplığın önüne. Bir yığın kitap üzerine devrilmiş. Can havliyle Tractatus’a sarılmışsın düşerken, elinde kalmış.

Birkaç başarısız denemenin daha sonunda bilgisayarın başına sürünüp, klavyenin karşısında oturmayı yeğ tuttun. Canın sıkılıyordu ya, yapacak da çok iş var. Attığın mail’lerden birkaçına hâlâ cevap gelmemiş. Açıp bir kalaylayayım şunları diye geçirdin içinden. Derken, şimdi telefona kadar kim gidecek deyip vazgeçtin. Başladın internetten gazete okumaya.

Yeni duruma uyum sağlamış sayılırsın. Telefonu da telesekretere bağlamışsın. Rahatsız eden yok. İyi.

***

Yazılarını bilgisayarda yazmadan önce, kağıda geçirmeyi, onu da çalakalem yapmayı seversin. Yine öyle hızlı hızlı yazıyorsun. İkinci paragrafa geçtiğinde sana da biraz silik yazıyormuşsun gibi gelmedi mi? Baş taraflar iyi okunmuyor sanki. Biraz daha bastırarak yazmaya karar vermiştin ki, ilk satırın tamamen silinmiş olduğunu gördün. Daha dikkatli bakınca harflerin birer birer kaybolduğunu fark ettin. Kalemine baktın. Sağlam görünüyor. Herhalde bayatlamış bunun mürekkebi diye düşündün. Kalemliğinden bir başka kalem çekip silinen yerlerin üzerinden hızlı hızlı geçtin. Tam yeni satıra geçerken aynı şeyin bu kez daha hızlı yinelenmekte olduğunu gördün. Yazdıkların yavaş yavaş siliniyordu. Sinirlendin. Belki daha hızlı yazarsan.

Masanın başından yuvarlana yuvarlana salona geçtin. Böylesi daha hızlı. Bach koydun müzik setine. Mutfaktan öte beri topladın, yatak odasından bir iki kazak, örtü falan, dönerken de vitrinin dolabından şarap şişesini çektin aldın. Salonun ortasına kendince bir cephanelik hazırladın.

Sabah ağzında şarabın kekremsi tadıyla uyandın. Baş ağrısı yapar bu meret hep sende. Kanepenin kıyısında, etraftaki yemek artıklarını iteleyip doğruldun. Başını ovmak için ellerini kafana götürdün...

***

Hiçbir yere kımıldayamıyorsun. Kolsuz bacaksız, git gide silinen bir gövdeyle evin orta yerine mıhlanıp kaldın. İşyerimi arayıp bir hastalığa yakalandığımı, karantina gerektirdiği için bir süre müşahede altında olacağımı mı söylesem, diye düşündün. Sonra bunun olanaksızlığını kavrayıp vazgeçtin. Bilgisayar içerideki odada açık kalmış. Ev savaş meydanı gibi alt alta, üst üste. Henüz sürünebiliyorken topladığın malzemeler de er geç tükenecek. Umursamadın. Bir-iki Nietzsche alsaydım keşke, diye içinden geçirmedin değil. Burnunla falan dürtükleyip bal gibi okuyabilirdin.

Aslında bu kadar kızacak bir şey de yok ya. Dünyanın bütün editörleri birleşin! Kırkayaklar keçi kadar olaydı, ne paça çorbası içerdik, değil mi? İleri geri konuşmanın sonuçları bunlar! Aman canım, peşine adam takıp topuğuna sıktıracak değiller ya. Hem topuğun olmadığına göre, öyle bir sorunun da yok demektir. Keyiflendin. Bir de güzel kahve olaydı; şöyle, sade.

(Kitap-lık, Temmuz-Ağustos 2008: 35-38)

Kategori:

Re: Silgi

Öykünün gerçeküstü atmosferiyle birlikte -belki de buna rağmen- yaratılan gerçeklik yanılsaması ilginç. Yapılacak günlük işler listesi ve entelektüel uğraşın dış dünya ile olan iletişimde dayanışma sergileyememesi aynen yazılar gibi bedenin parçalarının da birer birer silinmesinin kaynağı gibi görünüyor. Bu şekilde okudum.
Bilseniz Nasıl Hazırım'da bedenin parçalara ayrılmasının, tek kollu ve bacaklı bir beden tasarımının oluşturulmasının motivasyonu biraz daha farklı olmakla birlikte iki öyküyü birlikte okumak hayal gücünün biçimlenişi ve bu hayal gücünün öyküden öyküye nasıl şekillendiğini görmek açısından dikkat çekici.
Öykü, karakterin tutarlılığının ve kötürüm bırakılmamasının ne anlama geldiğini örneklemek açısından da faydalı oldu.
Teşekkürler


Re: Silgi

Nursel Güler dedi ki:
Bilseniz Nasıl Hazırım'da bedenin parçalara ayrılmasının, tek kollu ve bacaklı bir beden tasarımının oluşturulmasının motivasyonu biraz daha farklı olmakla birlikte iki öyküyü birlikte okumak hayal gücünün biçimlenişi ve bu hayal gücünün öyküden öyküye nasıl şekillendiğini görmek açısından dikkat çekici.

Katılıyorum. Farklı niyetlerle benzer patikalarda iz süren öyküler bu ikisi.

Silgi, biraz da, dilde -anltımda- aynı parçalılığı kurgulama üzerine odaklanmış daha yapmacık -kurgusal- bir öykü.


Re: Silgi

silgi, sadece editörlerin elinde değil. silme işlemi, aynı zamanda hikayesi anlatılan karakterin de bir "varlık kipi". öykünün anlatılışında kullanılan kip ise bunun için birinci tekil şahıs değil. öyküde hikayesi anlatılan karakterin editörlüğü, öykünün anlatılış kipine yansımakta. başka bir ifade ile, öyküde hikayesi anlatılan kişi "ben" diyemeyeceği için "sen" demeye yazgılanıyor.

***

hikayesi anlatılan karakter neden bir editördür? editlediği veya sildiği nedir?

cevap; editördür çünkü sildiği kendisidir. vucudu kendi kendisini silmektedir.(diğer editörler henüz çok gençler. onun için tek yapabildikleri, diğerleri silmekten ibaret. bu hareketlerinin mantıksal sonucuna ulaşmaktan hala uzaklar) doktorun yardımı yine bu karakterdeki kendine karşı dönen editörlükten dolayı önemsizleştirilir:

""
Zaten doktor falan derken o kadar vakit kaybettin. Bir de yok tahlildi, röntgendi. Hayat o kadar uzun mu be doktorcuğum. Hiç gelemezsin sen, kimse kusura bakmasın.

silme işleminin son kertede hayatı sona erdireceği açıktır. doktor, belki de buna bir çözüm bulacaktır; en azından bulmak onun işidir; bunun için bir çaba sarfedecektir doktor. işte, reddedilen bu çabadır. zira;

""
Aslında bu kadar kızacak bir şey de yok ya

silmek, editörlüğün doğal işlevidir ve silme işlemine de bunun için kızmak gerekmez.

***

nietzsche tepkisel kuvvetleri incelerken, onlarda içsel bir öz-yıkım isteği olduğunu söyler. tepkisel kuvvetler bir süre sonra kendilerine karşı dönerler. mesela, ahlakın söykütüğünde, kara vicdan bunun bir başka şeklidir. yada daha geniş bir çerçevede, ahlakın nasıl da kendisini yadsımaya başladığı gösterilir. nihilizm de böyle bir mantıksal bir sonuçtur, önüne geçilemez. işte, silme işlemi de diğer tepkisel kuvvetlerdeki gibi bir kendini silme olarak ortaya çıkmakta.

***

hikayesi anlatılan karakter, bir savaş alanıdır. köle istenci ile efendinin istencinin savaş alanı. köle, kendini diğerlerinin gözündeki aynadan görür ve köleyi efendinin içine koyarak tanınmaya, bilinmeye çalışır. efendi için tanınma, bilinme ikincil bir unsurdur. aşağıda, işte bu savaşa tanıklık ediyoruz.

""
Yazının başlığını biraz yumuşatsa mıydın? “Pazarlamacı Ağzıyla Sanattan Konuşmak”, biraz sert oldu sanki. Adam sen de, sana ne. Yazıldı gitti işte.

karakterin okumak istediği son kişi olarak belirlediği nietzsche şöyle demişti : "Şu yeni levhayı yerleştiriyorum üstünüze, kardeşlerim: sert olun!" bu tabi ki, efendinin kayıtsız sertliğidir. okunmak ya da anlaşılmak bir erek değildir. ortak beğeniye hitap etme isteğinin ve ortak beğeninin ürünlerine merhamet göstermenin lanetlenişidir.

***

şimdi, bu karakterin kim olduğunu ve neyi istediğini söyleyebiliriz. muhattabımız, "son insandır." istediği şey ise, batmaktır. tam da bunun için o, doktorun olası müdahalesini önemsiz kılar. isa gibi ölümü ister, çarmıhını taşır. sokratik bir tiptir, baldıranı kurtuluş olarak görür. yok olurken, bundan keyif alır; keyif kahvesi ister.tabii ki, bir tekme de bizden yiyecek olduğunu bilmesi onu daha da keyiflendirecektir. Smile

hemen hemen tüm uzuvları silinmişken, başka bir editör, kendisini silmeyen bir editör ayağına kurşun yiyecek olmasından memnuniyet duyardı. çünkü bu hala bir ayağı olduğu anlamına gelecektir. bir kez daha söylemek gerekirse, hikayesi anlatılan karakter sözünü ettiği kadın editörler, bildiriye çekince ile bakanlar ya da sunumu iptal eden durmuş beyler gibi değildir. yine nietzscheci bir terminolojiye başvurmak gerekirse ; o hristiyan değil budisttir.

öte yandan asıl sorun batmak üzerine değildir, hiç bir zaman da olmamıştır; battıktan sonra ne yapılacaktır? batmak isteyen insan hala tepkiseldir, olumsuz nihilizmin zirvesindedir. bilmem söylemeye gerek var mı, zirvenin her zaman dip de olmak zorunda olduğunu.


Re: Silgi

Silgi epey çalışılmış bir öykü. Pek çok farklı etüdü var. Hatta yayımladığı hali yukarıdakinden -dilsel anlamda- inanılmaz farklı. İçinde pek çok katman var ve nedense beni asıl ilgilendiren, öykünün kahramanının kendi düşünsel dünyasıyla ya da bire bir dert edindiği şeylerle olan mücadelesi değil de doktorla olan ilişkisi. Bana hâlâ öykünün zirvesi oralarda gibi gelir.

Oktay, Nietzschegil perspektiften güzel bir yorum katmış öyküye. Olumsuz nihilizmin bu karakteri baştan aşağı sarmış olduğunu ben de düşünüyorum. Teşekkürler.


Re: Silgi

karakterin doktor ile ilişkisi üzerine söyleyeceklerim aklımdan çıkmış. öykünün tamamına bakılırsa, fiziksel olarak, hacim bakımında küçük bir yer kaplıyor doktor meselesi.ama aslında tüm öykünün bir doktor meselesi olduğunu söyleyebiliriz. (kesen,silen editörler, hadım edici doktorlar var öyküde. bunların karakterde cisimlenişleri var. bir de doktor nietzsche var.)

bu kısmı okuduğum anda aklıma kafka'nın geldiğini söylemeliyim. demek istediğim, böyle son derece "olağan dışı" bir durumda doktorun sakinliği ve durumu normalizasyonu.kafka'nın sık sık kullandığı ve benim de çok sevdiğim bir dillendirme biçimi bu. (en dikkat çekici biçimde metamorfozda kullanılan.)

***

doktor meselesi, öyküde sahiden de oldukça önemli - ki yukarıya yazdıklarım da doktor meselesine bağlanıyor. (son kısımda sorduğum; battıktan sonra ne olacağına ilişkin soru, nietzscheci doktor sorularından biri) dekadans bir tip olan karakter, "ölürken" nietzsche okumak istiyor.bunun üzerinde düşünmek gerekir. neden nietzsche'yi istiyor?

cevap; nietzsche onu "kurtarmayacaktır"... bu nietzsche'nin doktorluğundan kaynaklanır. nietzsche hastalıklı kısımları kesip atmakla övünen bir doktordur. karakter, barışın da söylediği üzere baştan aşağıya hastadır ve batmak isteyen insandır.

herhangi bir doktor böyle bir hastayı kurtarmak isteyecektir. hastanın acısını paylaşacak, ona acıyacaktır. oysa, nietzsche merhameti "zerdüşt'ün son günahı" olarak tespit ettiğinde bunun tam tersi bir tedaviyi de öngörür.

***
karakter, doktoru onu "kurtarmak" istediği için reddeder. başka bir doktor istemektedir, nietzscheci bir doktor istemektedir. geleneksek tedavi yöntemlerini reddetmektedir, çünkü bu tedavi hastalığın bir parçasıdır. karakterin reddettiği doktor, hasta olduğunun farkında olmayan bir hastadır. daha batmak dahi istememektedir,sadece bir devedir.


Re: Silgi

""
Tırnaklarını kesmeyeli de epey olmuş. Ellerini hallettikten sonra, ayağını klozetin kapağına dayayıp tırnak makasıyla ayak parmaklarına yönelmiştin ki, işte o an fark ettin. Ayak parmaklarında hiç tırnak yok. İlk önce uzamamışlar diye düşündün. Sonra elinle şöyle bir yoklayınca tümden kaybolduklarının ayırdına vardın tırnaklarının.

İnsan öldükten günler sonra bile tırnakları uzamaya devam edermiş.


İşler, konuşmalar, ayarlamalar, yaşamın içerisinde bir entelektüel. Yazarak, yazdıklarının okunmasına çalışarak yaşamına bir anlam katıyor.

Bu süregelen yaşamın, insanı parça parça eritmesini, organ organ yok etmesini gördüm ben anlatıda.

Azalalan, yok olan, bizi bize uzaklara atan bir süreç bu. Dil de bu nedenle “sen” anlatımına dönüşmek zorunda kalmış. Çünkü azaldıkça, kendisine uzak birisi söz konusu. Anlatım “ben” diliyle olsaydı, çok şeye uzak, yabancı, umursamaz kaldığı, sıradan insanın korkmadan, paniklemeden kabullenemeyeceği değişiklikleri anlatmada sorunlar yaşanabilirdi. Kendisinin bir izleyicisi konumuna kadar gelmesi gerekiyordu anlatıcının.

""
Kolsuz bacaksız, git gide silinen bir gövdeyle

İstediğini, düşündüğünü, planladığını üretemeyen bir “yazı(n) insanı”nın, ürettiğinin simgesi olan “el”, tüm bu istese de, sevse de, bir yönüyle onu bir yere bağlayan, onun bir anlamda esareti de demek olan yaşamına, sırtını dönüp, çekip gidemeyecek olan “bacak”, geçip giden zamanla özdeş, silinip giden bir gövde.


Re: Silgi

Mehmet Sürücü'nün sözünü ettiği ağırlığı en iyi anlatan -belki de öykünün içime sinen yegâne- ifadeleri şunlar:

""
Kalkıp kapıya doğru giderken hafif hafif yalpaladın sanki. Yalpalamak da değil de, ağırlığı bir tarafına aldığı için yan giden tekneler gibi biraz eğri yürüdün.


Re: Silgi

Son zamanlarda okuduğum onca şey arasında içime sinen nadir metinlerden biriydi silgi. Sen dediğinin 2. tekil şahıstaki anlatımda hem ben olmadığını bilerek hem de benmişim gibi okudum: Okuma, daha cüretkarı yazma, bunları editörlerin insafına bırakma, dünyaya dair kitapların aydınlattığı bir çerçeveden dert edinme yalnızlığındaki entellektüel kaygısı olanlar. Kimsenin onu ziyarete gelmemesi aslında insansı olarak yalnız,yazacakları için seçtiği okuma izleğindeki kitaplara bakınca varoluşsal anlamda ne kadar kalabalık ve zengin olduğu ironisi. Yavaş yavaş ağır metinler altında gündelik yaşamdan uzaklaşan entellektüelin, gerçek nesnelerin dünyasında silikleşmesi ama bunun fiziksel bir metaforla verilmesi ve de bu kadar güçlü çarpıcı sarkastik bir dille. Yani sıkılacak topuğu olmamasına sevinen adamın polyanna olmadığı kesin! Tractatusa tutunup düşmesi ve Nietzche olaydı burnumla dürte dürte okurdum demesi bu trajikomedinin nereden geldiğine dair özsuyunun ipucunu da veriyor. Ben bu seni sevdim, beni huzursuz eden eksikliği de kendi yaşantım adına bir engellenme durumuyla da özdeşleştim belki. Kitaplığın üst rafına hep zıplayarak yetişen biri olarak ordaki detaylı anlatımla beraber kafamda kolları bacakları olmayan pek çok engelli ve hayatta birşeyler başarabilmiş ressam yazar numune insanoğullarına da şapka çıkararak. Barış adlı yazarın Acar da olduğuna imza atarım...