UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Poster

09 May 2011
Emrullah

İki bilek kalınlığındaki katmerli ensesi, upuzun geniş alnı ve budaklı meşe odununu andıran pazılarıyla cümle ahaliyi meraka sevk eden bu civanmert delikanlıyı görenler; “Analar ne yiğitler doğuruyor!” diyerek iç geçirir; O'nun dünyadan göç eylemiş mübarek anacığının ruhu için üç İhlas ve bir Fatiha Şerifi oracıkta okumadan işlerinin başına dönmezlerdi.

Yaşlılıktan beli iki büklüm olmuş kocakarılardan tutunda, yeni yetme tazelere kadar mahallenin bütün dişilerinin gönlünde müstesna bir yeri olan bu gözü pek yiğidi nikah masasına oturtmanın envai çeşit yolunu deneyenler; nefesi kuvvetli üfürükçüleri, falcıları, günahsız sabileri araya sokar, gene de emellerine bir türlü ulaşamazlardı.

Üzerindeki ilginin ziyadesiyle farkında olan bu yiğit, abartısız iki adam yüksekliğindeki kapkara demirlerden yapılmış sekilerde arzı endam ederek, her yaş ve cinsten ademoğlunun oluşturduğu mahşeri bir kalabalığa ağzını kocaman açar, boyun damarlarını şişire şişire içlerine şeytan girmiş bu günahkar topluluğu usanmadan Hak yoluna çağırırdı. Kimi zaman bu hararetli nutukların tam da ortasında, gökten bir yıldırımın bu demirden sekinin arkasına düşerek, geceyi gündüze çevirdiği de olurdu. Bir mucizeye tanık olduklarını düşünen bu zavallıların, hepten gemi azıya alıp bu yüksek mevkii istila ederek, yaşayan bu son ermiş kişiye dokunabilmek için birbirleriyle yarıştıkları da görülmemiş değildi. Bunu başarabilen hemen hemen yok gibiydi. Bu demirden sekiye çıkabilenlerin çoğu, daha yarı yola dahi ulaşamadan karga tulumba bu mahşeri kalabalığın ortasına def edilmiş olurlardı.

Ömrünün hiçbir deminde, bırakınız bir erkekle göz göze gelmeyi odasına erkek bir sineğin bile girmesine müsamaha edilmeyen namus timsali ahu gözlü dilberlerin, memeliklerinin en kuytu yerine sakladıkları birkaç akçeyi, Ramazanlarda kasabanın en büyük camiinde fakir fukaranın nefsini birkaç misli köreltecek kazan kazan sıcak aşı dağıtmak için harcadıkları da ayrı bir vaka idi. Bu bahtsız yavrucakların yaptıkları bu hayır hasenattan kazandıkları sevap ile edecekleri duaların, Cenabı Hak nezdinde kabul göreceğine inanarak, bu tertemiz yüzlü akça pakça oğlanla halvet oluvereceklerine dair pembe hayallere daldıklarını da herkes tarafından bilinirdi.

Her güzelin bir kusuru, her yiğidinde bir yoğurt yiyişi vardı elbet. Bu delikanlı da hangi hayvanatın derisinden mamul olduğu kestirilemeyen ve karanlıkta dahi cillop gibi parlayan kapkara bir pantolon giymeyi huy edinmişti. Bunu da yeterli görmemiş olacak ki, çoğu kez bu kapkara pantolonun altına aynı renkte, kalın topukları ve demirden keskin mahmuzlarıyla diz kapaklarının altına kadar uzanan bir çizme giydiği de olurdu. Bu karanlık üniforması içindeki süper kahramanımız, kulak zarını yırtan sesiyle düşmanlarını galebe çalan, parlak renkli metalden müteşekkil iki tekerlekli garip bir makineye biner; kah o yana kah bu yana seğirterek, günlerini tıpkı Hızır peygamber gibi çaresizlere, garibanlara ve bilumum düşkünün feryadına cevap vererek geçirirdi.

Şüphesiz bu yağız delikanlı, kitap ehli olan istisnasız bütün ademoğullarının da ilgisini kendisine celp etmekte idi. Bu insan kalabalığı içinde yüksekçe bir mevkide kömür karasına bulanmış kocaman gözleriyle belirmesiyle birlikte bir temaşadır kopup giderdi. Kasabanın gayri Müslim ahalisi de O'nu; kendi boyu uzunluğunda, dört ayağı üzerinde garip bir şekilde durabilen parlak metalden yapılmış uzunca çubuğu ağzına götürerek bağıra çağıra bir şeyler mırıldandığını gördüklerinde, bu davranışında mistik bir arınmanın izlerini ararlar, toplu halde “halaluya, halaluya...” diyerek nida eder, vecd ile kendilerinden geçerlerdi. Hatta bazı softa kılıklı kişilerin O'nun bu metalden yapılmış çubukla iki tekerlekli makinenin üzerindeki halini; atını dört nala sürerek kasaba halkına musallat olmuş ejderhayı bir mızrak darbesiyle yere serip, kentin namusunu kurtaran St. George olarak tasavvur eder ve bir Aziz'e gösterdikleri hürmetin aynısını ona göstermekten çekinmezlerdi.

Üşüdüğü görülmemişti. Bu daracık deri pantolonun üzerine kimi zaman hiç bir şey giymez, dizlerine kadar düşmesini bertaraf etmek için de, çıplak sırtını çaprazlama geçerek vücudunu önden ve arkadan sımsıkı saran iki şerit halindeki meşin kayışlarla bu deri parçasını vücuduna tutturmayı gayet iyi becerirdi. Belinden yukarısı çıplak olduğu zamanlarda pazılarında, bir körük gibi inip kalkan iman tahtasında ve göbek nahiyesindeki makine yağlarını görenlerin O'nu; sanayideki dükkanında yarım düzine çocuğunun ekmek parasını kazanmak için gece gündüz çalışan, karısına sadık bir aile reisi olarak düşündükleri de olurdu. Bu yiğidin nazarına mazhar olmak şansına erişen Allah kullarından bazılarının da, O’nun kocaman gözlerinden çıkan alev gibi bakışlara karşı koyamayıp birkaç yüz gram iç yağını oracıkta eriterek evlerine bir iki beden ufalmış olarak döndükleri de dilden dile anlatıla gelirdi…

Osmanlı terbiyesi almasıyla övünen, seksen yaşına merdiven dayamış babaannem, bütün bunları bir solukta anlatıvermişti. İlk önce rüyasını anlatıyor sanmıştım yada çok eski bir hikayeyi…. Ah! Keşke hepsi bir rüyadan yada hikayeden ibaret olmuş olsaydı.
Gerçeği anlamaya başladığımda, kırılgan bedenimde yarattığı şok etkisiyle birlikte bir süre daha yatağının kenarında öylece kalakalmıştım. Gülmekle ağlamak arasında bir yerlerde duruyordum sanki. İtiraf etmeliyim ki bedenim korkuyla karışık bir şaşkınlığın ortasında kalmış, gözlerim yuvalarında fırlamıştı. Üst dudağımda yeni yeni kabuk bağlayıp iyileşmekte olan uçuğun hemen yanında bir ikincisinin çıktığını hissediyor gibiydim.

Yavuklum muydu? Evlenmeyi düşünüyor muyduk? Hiç biri değilse eğer; bu civanmert delikanlının boy boy, çeşit çeşit resimlerinin duvarımın bir ucundan ta öteki ucuna kadar neden dizildiğini nasıl açıklamayı planlıyordum? Ne zaman gelip, beni babamdan isteyecekti? Ne iş yapıyordu?... Ben nefes almaya çalışırken, babaannem bir yandan da ahret soruları sormaya devam ediyordu.

Sonunda biraz olsun kendime gelebildim. Derin bir nefes alıp babaanneme; gördüklerinin, dünya çapında milyonlarca hayranı olan bir heavy metal grubunun solistinin posterlerinden ibaret olduğunu nasıl anlatacağımı düşündüm. O ise hala, bana yönelttiği soruların cevabını bekliyormuş gibi bakıyordu. O’na her şeyi anlatıp anlatmama konusunda bir türlü karar verememiştim ama babaannemin nasıl oldu da odamdaki posterleri inceleme fırsatı bulduğunu az buçuk anlamış gibiydim.

Benim odam, babaannemin kaldığı oda ile banyo arasında topu topu dört yada beş metrelik –babaanneme göre Kaf dağının öteki ucu- bir koridorun ortasında yer alırdı. Babaannem yaşlı bedenini rahatlatmak için yatağı ve alafranga tuvaleti arasında çıktığı uzun yolculuklar esnasında, tamda koridorun ortasında odamın kapısının pervazına elini koyar, burada bir müddet dinlenirdi. Her gün, koridorda boy gösterdiği bu uzun yolculuklardan en az bir kaçına şahit olurdum. Yolun yarısına gelinceye kadar babaannem, beş vakit namazı eda edecek kadar duayı bir çırpıda okur, yolun geri kalanında da aynı ritüeli tekrar ederek ahrete azık hazırlamayı da ihmal etmezdi. Yatağından doğrulduğunda, bastonunu eline alarak iki ayak üstüne geldiğinde ve ayağını yere her değdirişinde çıkardığı sesleri birbirinden kolaylıkla ayırt edebilir hale gelmiştim. Böylece babaannemin yatağından kalkarak odamın kapısına gelinceye kadar geçen süreyi tahmin eder; elini kapı pervazına koyduğunda ise pişmiş kelle gibi sırıtarak O’na kocaman bir selam çakardım.

Meğer babaannem bu uzun yolcuklar esnasında sadece kabir azabını def edecek duaları tekrarlamakla kalmaz, bir taraftan da açık olan odamın kapısından en çok sevdiğim heavy metal grubunun posterlerini görüp, grubun solisti hakkında akla hayale sığmayacak hayaller kurarmış.

Bu posterlerde neler yoktu ki…Kocaman sahnede sürekli bir yerden diğerine koşan insanlar, konserin en can alıcı yerinde bu karanlık ortamı bir anda aydınlatıveren alev topları, günlerce üzerinde çalışılan ama en fazla beş altı dakikada tamamlanan sahne şovlarının en heyecanlı fotoğraf kareleri, sahneye bir motosiklet üzerinde yarı çıplak ve elinde mikrofonla girerek seyirciyi kendinden geçiren grubun solisti, sahnenin altında alt alta üst üste istiflenmiş insan yığınları, kapkara deri giysiler, metal eldivenler, makine yağına bulanmış yarı çıplak bedenler…

Aklıma ilk gelen, babaannemin koridorda olduğu vakitlerde odamın kapısını sımsıkı kapatarak, O’na bu karmaşık hayallerden kurtulması için yardım etmek oldu. Seksen yaşına gelmiş bu yaşlı zihnin, asla bilemeyeceği bambaşka hayatlara dair duyduğu merakı ve çevresindeki olan bitenle inatla bir bağ kurmaya çalışmasını biraz kıskanmıştım sanıyorum. Hemen vazgeçtim. Dudaklarımda bir düzine uçuk çıkması ihtimaline rağmen bunu yapamazdım. Yapmamalıydım.

Kararımı vermiştim. Ama önce; kıpkırmızı ruju, yüzünü bembeyaz örten kalın pudra tabakası üzerindeki siyah beni ve hiç bitmeyen kocaman gülümseyişi ile o ünlü sarışın Hollywood yıldızının posterlerini almam gerekecek. Tamda kapımın karşısına asacağım onları. Bakalım babaannem, iki eliyle uçuşan bembeyaz elbisesinin eteklerini tutuyormuş gibi yapan Marilyn Monroe için ne hikayeler uyduracak. Kucağımda kağıt kalem, sabırsızlıkla bekliyor olacağım…

Kategori:

Re: Poster

Bir rock yıldızını 80 yaşındaki bir babaannenin gözünden görmek ilginçti. Tarihi bir şahsiyetin masalsı öyküsünü okuyorken bunu ani bir geçişle öğrenmekse şaşırtıcı. Bu iki şahsiyet arasındaki benzerlikleri göstermesi bakımından ironik bir öykü ayrıca. Halkın gözünde nasıl efsaneleştirildikleri çok iyi verilmiş. Keyifle okudum, ellerine sağlık Emrullah.

Yalnız ilk bölümü anlatan babaanne olmasına rağmen, anlatım tarzı babaanneden çok öykünün anlatıcısının tarzına benziyor. Örneğin "süper kahraman" babaannenin kullanacağı tür bir ifade gibi durmuyor. Babaanne bu öyküyü konuşma sırasında kurgulamasına rağmen, kurduğu uzun ve girift cümleler konuşma dilinden çok yazı diline yakın duruyor. Bu bölümün masalsı niteliği ve anlatanın babanne olması nazara alınarak, daha doğal ve konuşma diline uygun bir anlatım tarzının, ayrıca -di'li geçmiş zaman yerine -miş'li geçmiş zaman kullanılmasının öyküyü daha inandırıcı kılacağını düşünüyorum.