UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Piç’e Yazılmak

07 Kas 2011
Mehmet Sürücü

Akşama doğru, gölgeler duvar diplerinden, sokağın ortasına doğru uzamaya başladığında, öğlen kesilip, tekrar esmeye başlayan poyraz, akasyanın sararmaya başlamış yapraklarından birkaçını daha dibine dökerek, altında yatan, yırtık, pis, buruşuk koyu gri paltosuna sarınmış, kapalı bir çift gözün üzerindeki, darmadağın, yağlı, kirli saçları dalgalandırdı. Dibindeki kurumuş yaprakları, naylon torba, gazete, kâğıt parçalarını kaldırımın üzerinden, usulca tezgâhların toplandığı pazar yerine doğru savurdu.

Yüzünün sol yanındaki derin yara izinin, yüzüne pis, alaycı bir gülüş eklediği, gri, çelimsiz sokak kedisi, karşı kaldırımda, önündeki yarısı çürümüş portakalı kokladı bir süre.

Kararan günün içinde dalgalanan ince bir ezan sesi, ne zaman döküleceği belirsiz bir yağmur sıcağıyla sırılsıklam bırakan, deniz kokusu karışmış nemli havaya yaklaşan gecenin sıkıntısını ekliyordu.

Güneşin önünü iri birkaç bulut kapladı.

Gözleri kapalı, kirli, zamanın kırışıklıklarla doldurduğu yüz, derin bir yara izinin kondurduğu taklit, sahte gülüş, uzun bir süre, kırışıklıklarla gülüşü daha da koyultan gölgede kaldı.

Boş arsadaki, çocukların ısınmak için sebze kasalarını yaktıkları kararmış tenekeden incecik bir duman tütüyordu. Kuyruğu dibinden kesik bir köpek, tenekenin yanına yatıp kıvrıldı. Islak burnunu bacakları arasına sokup, gözlerini kapattı. Arsanın kenardaki yarısı yıkık duvarın dibinde, dalgın bakışlı bir çocuk, elindeki kuru dal parçasının ucuyla duvarın sıvalarını kazıyordu.

Pejmürde kıllıklı bir adam, yanından geçen rüküş giyimli, şişmanca, hararetli hararetli konuşarak yürüyen kadınlara, elindeki kâğıt parayı, kirli parmaklarıyla uzatarak; Hanım abla bu paracık sizden düştü heralda, dedi.

Gayri ihtiyari, elleri, yapay deriden, vizon renkli çantasının sapına daha sıkı yapışan Rukiye Hanım, önce kirli parmakların arasındaki paraya, sonra kırışıklıklar içerisindeki pis yüze tiksintiyle bakarken bir yandan da, en son cüzdanından nerede para aldığını, herhangi bir nedenle çantasını açıp, içinden bir şeyler çıkarıp çıkarmadığını düşünüyordu. Para düşürecek birisi değildi. Ne harcadığını, cüzdanındaki parasını kuruşu kuruşuna bilirdi. Sözleri boğazına dizilip kalan Besamet Hanım, aceleyle yutkunduktan sonra, kıkırdayan bir sesle, bir anda karşısında beliren bir çift yırtık, çamurlu potinle, delik deşik, kir pas içindeki paltoya; Yok ayol! Rukiye Hanım bu. Olur mu hiç! Ondan habersiz, başından bir saç teli bile düşmez, değil ki para düşürecek, dedi. Rukiye Hanım sinirli sinirli mantosunu çekiştirince ürkek bir telaşla ardından pazara yöneldi.

Adam, bir elinde havaya kaldırdığı kâğıt para, arkalarından hızla sekerek, yollarını kapatıp, önlerine dikiliverince durmak zorunda kaldılar.

Dikilip kaldıkları kaldırımın birkaç metre ilerisinde, akasyanın altında yatan, yırtık, pis, buruşuk gri paltosuna sarınmış, kapalı bir çift göz aralandı. Doğrulup, az ilerideki sıvası dökük duvara yaslandı. Göz ucuyla olanı biteni izlemeye başladı.

Yüzünün sol yanındaki derin yara izinin, yüzüne pis, alaycı bir gülüş eklediği, gri, çelimsiz sokak kedisi, başını kokladığı yarısı çürümüş portakaldan kaldırıp, saçla sakalın dışında, sadece iki göz, iki dudak arasında hiç sönmeyen bir sigara ışıltısı ve kocaman kızarmış bir burun olan yüze, uzun uzun baktı. Yüzündeki yara izi inceden sızladı. Tezgâhından kirli suların süzüldüğü, asık suratlı balıkçı, kirli sakalı ile sararmış bıyıkları arasına, sönmek üzere olan sigarasının yerine yenisini iliştirdi.

Rukiye Hanım, önünde bir anda beliren bu, tuhaf görünüşlü adamdan ürkmüş, bir anlık kalakaldıkları kaldırımın üzerinde ne yapacağını şaşırmış, yollarını kapatan bu engelden kurtulup, bir an önce pazar yerinin gittikçe azalan kalabalığına nasıl karışabileceklerini düşündü.

Kadınların kendinden ürktüklerini, bir an önce uzaklaşmak istediklerini anlayan adam, kadınları öfkeli bir bakışla süzdükten sonra ne yapacağını bilemez halde etrafına bakındı. Duvarın dibinde yaslanan gri paltolu adamı görünce, ona doğru yaklaşıp; Aha Eksik Selim buradaymış. Ben de ona veriverim buncacık paracığı o zaman. Gel len kocagafa! Şasın vamış. Al sene para, dedi.

Sırtını yasladığı duvardan doğrulan Selim’in yüzü bir an kızardı, kendisine uzatılan paraya göz ucuyla bile bakmadan, gözlerinde, aklı olduğu yerden başka yerlerde insanlara özgü bir dalgınlıkla boşluğa bakarken, Ne alcem le Deli Himmet! Benim olmayan parayı. Beni ne sandın sen? Alla şükür haram bir gıdım etin kemiği, bir tutam kuru nanenin bir yaprağı geçmedi bu kör boğazımdan bu güne. Alı mıymışım heç benim olmayan şeyi, dedi.

Himmet, elinde para, öyle kalakaldı bir an. Selim’in sözleri öfkesini iyice taşırdı, hızla üzerine yürüdü. Bir elinde havaya kaldırdığı kağıt parayı sıkarken, diğer eliyle Selim’in bin bir duygunun estiği yüzüne okkalı bir tokat savurdu. Son anda tokadı fark eden Selim yana çekilince, yüzükoyun, çamurun içerisine kapaklanırken, dişlerinin arasından okkalı bir küfür döküldü. Neye uğradığını şaşıran, iyice korkan Selim kadınların arasına kaçtı.

Bir an önce uzaklaşmak isteyen kadınlar, bir anda önlerinde patlak veren iki serserinin kavgasıyla iyice korktular. Ufak tefek, çelimsiz Selim’in aralarına kaçması, ona karşı içlerinde bir acıma, koruma, bir parça da korkuyla karışık tiksinme duyguları uyandırdı. Selim’in ufak tefekliği, üstü başı dökük, pis, acınası zavallılığına karşılık söylediği ahlaklı, namuslu insanlara yakışacak sözleri onu kadınların gözünde güvenilir, yardım edilmesi gereken iyi bir insana çevirdi.

Himmet, düştüğü yerden doğruldu, dizlerinin üzerine çömeldi, parayı cebine koydu. Yerde bulduğu boş bir sigara paketini, yapıştırılmış yerlerinden dikkatle, öfkeden titreyen parmaklarıyla yırtmadan açarak, dizlerinde kırışıklıklarını olduğunca düzeltmeye çalıştı. Cebinden çıkardığı küçük bir kurşunkalemle bir şeyler yazar gibi yaptı. Katlayarak iyice küçülttüğü kâğıdı, yerden aldığı naylon torbadan kopardığı bir parçaya sararak, eliyle eşelediği çukura koyup, üzerini tekrar toprakla örttü. Yerden bulduğu kırık kiremit parçasını üzerine koyup kadınlara döndü; Aha namusumle yazdım kaada. Şinci, şuncaz paracığı, köşedeki Şaşı İbram’ın gavedeki garibanların para tasına atıverem de gelem. Sebeplensin bir garibancık. Azıcık bişey ama olsun. Doğruluk bizden. Sen de ne halin vasa gör Eksik domuz! senin almadığın parayı ben mi alcem. Elin olana el uzatır mıyım ben de. Deyip, doğruldu, yürüyüp gitti.

Himmet’in gidişiyle rahatlayan kadınlar, bir an ne yapacaklarını bilemediler. Bu fakir, gariban ve namuslu, gözü tok, düşmüş birisi olduğu halde, başkasının parasında, malında, mülkünde bir tırnak ucu kadar gözü olmayan adamın yanından nasıl öylece çekip gidebileceklerini düşündüler. Çözümü yine her zamanki pratik zekâsıyla, Rukiye Hanım buldu. Selim’e pazarda torbalarını, çantalarını taşımakta yardım ederse, kendisine bahşiş olarak bir şeyler vereceklerini söylediler. Selim biraz gönülsüzce, nazlanarak da olsa kabul edip, kadınların ardında, pazar yerine girdiler. Yüzünün sol yanındaki derin yara izinin, yüzüne pis, alaycı bir gülüş eklediği, gri, çelimsiz sokak kedisi, saçla sakalın dışında, sadece iki göz ve kocaman, kızarmış bir burun olan yüzün tezgâhına doğru ürkek adımlarla yürüdü.

Aaaa! Delinin zoruna bak. Tabi ki o çürük domatesi almam. Yok kız, geçen haftaki Sarkıkbıyık Keşanlı’nın peyniri daha iyiydi. Şu ayşekadın güzelmiş, alalım yarımşar kilo. Enginar da alalım. Dolmasını yaparız. Hayri Bey pek sever. Selim, yoruldun mu? Az kaldı, bitti hemen hemen alacaklarımız. Dayan biraz daha. Şuradan limon seçelim bir-iki kilo kadar. Tut oğlum şu torbayı, çantayı da al bir dakika. Sıkı sıkı tut sapından, düşürme sakın. Hırsız dolu her yanda, dikkat et. Kapıverir birisi elinden de karışıverir göz açıp kapayana kadar kalabalığa. Ne tutuyon elinde o çantayı kız Besamet. Versene Selim’e taşısın. Daha rahat seçersin limonlarını. Geçen hafta Pazar daha ucuzdu. Her hafta daha pahalı oluyor. Geç kaldık çok. Toplandı çoğu tezgâh. Acele edelim biraz. Hava karardı.

Limoncuyla hararetli bir pazarlığa dalan kadınların ardında, Selim’in usta elleri hissettirmeden çantadaki tüm gözleri, tüm kıyı köşeyi yokladı. İçindeki iki bilezik, bir yüzük, birkaç kâğıt para paltonun derin ceplerine yuvarlanıp, kayboldu.

Pazar yerinin diğer yanından çıktılar. Selim içleri sebze, meyve dolu çantaları karşı kaldırımdaki durağa kadar taşıyıp, taksinin bagajına koydu. Kadınlar yanına geldiler. Çantalarından çıkardıkları paraları, kirli eline olabildiğince dokunmamaya çalışarak, avucunun içine sıkıştırdılar. Selim bir anda ortalıktan kayboluverdi.

Terli bir atın çektiği araba kaldırımdan geçerken, caminin avlusundaki güvercinler nal seslerinden ürküp havalandı. Mavi Köşe Esnaf Çayevi’nin önündeki sehpanın üzerindeki çayı sinirli sinirli karıştıran el, ayaklarının dibinde dolanan kediye tekme atarken çay kaşığını düşürdü, Akif Apartmanı, üçüncü katta, akşamdan kalma el, geceden kalan bardağın içindekini şişesine boşalttı, kalem tutan el, duvara sıva yapan ele, yaptığı işi sevip sevmediğini sordu.

Selim sönmek üzere olan tenekeye birkaç tahta parçası daha attı. Dibinde birkaç yudum kalmış şişeyi kafasına dikti. Bir süre bomboş, alevlerin ışığının dalgalandığı yıkık duvara baktı. Önünde kirli bir çaputa sarılmış bir küçük bir çıkı vardı. Himmet’in eli titrek bir acelecilikle çıkıya uzanırken, Selim elini tuttu, boş şişeyi tutan eli belli belirsiz titredi, şişeyi çöp bidonuna doğru fırlatırken kızgınlıkla bağırdı; “Hep ben mi len? Bir daakine ben yoğum, bu son. Annadın mı? Ne yaparsan yap!”

Dokuz no’lu parsel yanındaki trafo binası ile arkasındaki saç sigorta panosu arasındaki dar kuytulukta, sırtları okul çantalı iki genç, oğlanın ürkek eli kızın sarı, uzun saçlarında gezinirken, birdenbire az ilerideki çöp bidonuna çarpıp tuzla buz olan şarap şişesinin şangırtısıyla, trafodaki binlerce volt elektrik çarpmışçasına sarsılarak geriye çekilip, ürkek bedenleri birbirinden uzaklaşırken, uzakta birisinin öfkeli sesi dalga dalga geceye karışıyordu.

Bir süre taksinin içinde, iyi bir iş yapmış insanların yürek dinginliğiyle sustular. Sokak lambalarının sarımsı ışıklarının altındaki insan seli akıp duruyordu. Birkaç kez şoföre yolu tarif etmenin dışında hiç konuşmadılar. Taksi Meserret apartmanının kapısının önünde durdu.
Yorulmuşlardı, araçtan inerken bacakları sızlıyordu. Şoför torbaları indirip kapının önüne bıraktı. Aynı katta, karşılıklı komşuydular. Aldıklarını zorlukla ikinci kata çıkardılar. Son bir kez, karışmış torbalar olup olmadığını kontrol ettiler. Kapının önünde ayrılacakları zaman Besamet Hanım, Rukiye Hanımdan, pazara gitmeden önce, daha emniyetli olduğunu bildiği, çantasına koyması için verdiği bileziklerini istedi. Rukiye Hanım’ın, çantanın her yanına alışkın eli bilezikleri koyduğu fermuarlı gözü açtı. Yoklayarak gezinen parmakları bir şey bulamadı.

Yüzü kıpkırmızı oldu, bir an olan bitene bir anlam veremedi, en son cüzdanından nerede para aldığını, herhangi bir nedenle çantasını açıp, içinden bir şeyler çıkarıp çıkarmadığını düşündü, Selim’in yüzü geldi gözlerinin önüne, Besamet Hanım’a baktı, dişlerinin arasından öfkeyle bir tek sözcük döküldü;

Piç…!

07.11.2011
Fotoğraf:mehmet sürücü

Kategori:

Re: Piç’e Yazılmak

Mehmet Sürücü'nün ellerine sağlık. Ayrıntıları sakınılmamış, betimlemelerle dolu bir öykü okuttu bize. Ayrıntıların zenginliği öykünün atmosferini kurmakta hayli iş görüyorlar. Bir sokağın halini bir çırpıda (kedinin çürük bir portakalı kokladığı kadar sürede) anlatıyor bize: sıradan bir sonbahar akşamüstü. Sıradanlığa yapılan vurgunun öyküye ironi kattığını, ona can verdiğini düşünüyorum. Kişiler, son derece inandırıcı biçimde resmedilmiş. Diğer yandan yer isimlerinin öyküye katkıda mı bulunduğu yoksa öyküden br şeyler mi götürdüğünden pek emin olamadım (özellikle: Çınarlı Mahalle, Poyraz Sokak).

Öykünün bende uyandırdığı izlenimin genel olarak olumlu olduğunu söylemeliyim sanırım. Deli Himmet, Samim/Selim, Besamet ve Rukiye Hanımlar öyküyü bir şenliğe çeviriyorlar. Buna ek olarak kedinin portakalı koklamaya başlamasıyla, kafasını kaldırması arasında olan olayların ayrıntılarla tasvirinin ilginç olduğunu düşünüyorum. Üstelik zaman ilişkisinin kedinin jesti üzerinen kurulması bence anlatımı oldukça rahatlatmış. Bunca şeyin kısacık bir zamanda gerçekleştiğini bir çırpıda, okuru yormadan anlatıveriyor. Yalnız kediyle ikinci karşılaşmamızdaki ifadeler birincilerle aynı değil. "gri, çelimsiz bir sokak kedisi" yerine "gri, çelimsiz sokak kedisi" demek gerekmez mi? Belki de ben buradaki espriyi anlayamadım?

Öyküde gözüme takılan,anlayamadığım yerler de oldu. Kısaca onlara değineyim:

"Hırpani, berduş kıllıklı" nitelemesinin öyküde kısa aralıklarla bu kada çok yinelenmesinin öyküyü birazz aksattığını düşünüyorum. Bu tekrarların iki nedeni olduğu anlaşılıyor. Birincisi okuduğumuzun bir tezgâh olduğunu sezdirmek, diğeriyse adamların halini tasvir etmek. Bence bu iki işlev birbirinden ayrılarak başka biçimde ele alınabilirlerse öyküyü bu anlamda biraz daha rahatlatmak mümkün olabilir. Meselâ bunun bir tezgâh olduğu adamların görünüşüne ayrıca vurgu yapmadan anlatılmaya çalışılabilir. Zira meseleyi okura bu biçimde sezdirmenin kurguyu biraz hırpaladığını düşünüyorum. Onun dışındaki yerlerde de adamların dış görünüşleri farklı kelimelerle ifade edilerek yeknesaklık giderilebilir diye düşünüyorum.

"Yüzündeki yara izi inceden sızladı." Kedinin yüzündeki yara izinin sızlaması beni düşündürdü. Sanki hayvanların yaraları sızlamazmış (ya da sızlasalar bile çok umurumuzda olmazmış) gibi düşündüğümü fark ettim. Yazarın bu tercihi o nedenle çok hoşuma gitti. Kedinin hem öykünün zamanını kurgulayan hem de okuru öykünün içine çeken bir öğe olarak kullanılması ilginç.

Öykünün kurgusuna gelince... Yukarıda da değindiğim gibi Himmet'le Samim'in tezgâhını başka biçimde okura sezdirmek (eğer mümkün olabilirse) öyküyü iki açıdan rahatlatır, dye düşünüyorum. Birincisine yukarıda değindim. İkincisi ise şu: okura daha en baştan Samim'le Himmet'in tiyatrosunu izleyeceğini söylemek öykünün sürükleyiciliğini azaltıyor bence. Bunu belki öykünün sonuna saklamak da düşünülemez mi? Bir öneri:

""
Pazar yerinin diğer yanından çıktılar. Selim içleri sebze, meyve dolu çantaları karşı kaldırımdaki durağa kadar taşıyıp, taksinin bagajına koydu. Kadınlar yanına geldiler. Çantalarından çıkardıkları paraları, kirli eline olabildiğince dokunmamaya çalışarak, avucunun içine sıkıştırdılar. İyi bir iş yapmış insanların yürek dinginliğiyle taksiye binip gözden kayboldular.

Bu noktada Samim'i değil kadınları gözden kaybedip Samim'le Himmet'i yeniden bir araya getirmek, kavga edeceklerse de burada ettirmek hem baştaki sahnelerin inandırıcılığını arttırır, hem benim gibi dikkatsiz okurların tezgâhlanan hırsızlığı gözden kaçırmalarını engeller, hem de öykünün sonunu daha etkili, daha çarpıcı bir noktaya doğru çekebilme şansı sağlar. Himmet'in eğlenceli konuşması, Samim'in bir karikatürden fırlamış gibi eğreti duran bedeni ve kedi başka türlü bir sonra yeninden bir araya gelemezler mi?

Lafı bu kadar uzattığıma bakmayın. Öykünün atmosferini ve canlılığını gerçekten beğendim. Kurgunun aksadığını düşündüğüm yönleri de düzelse hayli keyifli bir öykü olacağa benzer "Piç'e Yazılmak". Elinize sağlık.

Gözden kaçanlar:

Hanım abla bu paracık sizden düştü herlada, dedi.
"heralda" olmalı.

"Bende ona veriverim..."
"Ben de ona veriverim..." biçiminde olmalı.

"Elin olana el uzatır mıyım bende."
"Elin olana el uzatır mıyım ben de." biçiminde olmalı.

"göz açık kapayana kadar"
"göz açıp kapayana kadar" biçiminde olmalı.

"Her hafta daha pahallı oluyor."
"pahalı" olmalı.

"daha emniyetli olduğunu bildiği, çantasına koyması için"
"daha emniyetli olduğunu bildiği çantasına koyması için" biçiminde (virgülsüz) olmalı.

""
"bile bakmadan, gözlerinde, aklı olduğu yerden başka yerlerde insanlara özgü bir dalgınlıkla boşluğa bakarken"
"bile bakmadan, dalgınlıkla boşluğa bakarken" dendiğinde bu cümleden pek fazla şey eksilmiyor diye düşünüyorum. Belki burada betimlenmek istenen sahne başka kelimelerle kurulabilir?

""
"birkaç da alışverişte bozdurmanın zor olup, o anlık kullanılmayacak kâğıt paralar"
Bu ifadenin biraz sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Söyleyeceğini doğrudan söyleyemiyor da yan yollara sapıyor, bir türlü doğru yolu bulamıyor gibi bir hali var. Başka türlü söylenemez mi? "Bir iki de bozdurması zor banknot" gibi bir ifade olabilir belki, bilemiyorum.

Öyküde hırsızın adı önce Samim sonra Selim sonra tekrar Samim olmuş. Yine benim kaçırdığım bir espri mi yoksa bir yanlışlık mı olduğundan emin olamadım. Yalnızca Besamet Hanım "Selim" dese belki kadının bu adama ne kadar az önem verdiğini anlatmak açısından iyi bir ayrıntı olabilir. Fakat anlatıcı da bir iki yerde Selim diyor Samim'e ("Selim bir anda ortalıktan kayboluverdi." gibi).


Re: Piç’e Yazılmak

Eren'e çok teşekkürler.

İsimler konusundaki uyarısında haklı. İkisi de aynı isim. Baştan kararlaştırdığım ismi sonradan değiştirdim. O gözden kaçtı demek ki.

Diğer teknik konulardaki önerileri de kesinlikle çok yerinde ve yapıcı. Önerilerine göre tekrar öykünün (çalışmanın mı desem) üzerinde duracağım.

Bir aydan uzun bir süredir onunla uğraşıyordum. Tıkanıp kaldığım, hiçbir gelişme kaydedemediğim bir yere gelince forma koyup paylaşmayı düşündüm.

Ayrıca Eren'in beğenisi de bana moral ve güç verdi.
Tüm ilginiz için tekrar tekrar teşekkür ederim.

Vurgulanan kelimelerin düzeltmesini yaptım. genel kurgusal çatıdaki Eren'in önerisi için düzeltme daha uzun sürecek bir şey. Yoldan az önce geldim. Polatlı'ya gitmiştik. Yolun etkisini üzerimden atar atmaz öneri doğrultusunda düzeltmeye çalışacağım.


Re: Piç’e Yazılmak

Bu arada çalışma konusunda yazar ve çevirmen Aslı Biçen'den yardım istemiştim. Gönderdiği yanıt aşağıdadır. kendisine de huzurlarınızda ayrıca çok teşekkür ederim.

""
Öykünüzü hızla okudum, fazla bir şey yazacak kadar zamanım da yok. Bana tamamlanmış gibi geldi. Belki tek sorun tasvirlerdeki aşırılık olabilir. Öykü formatı zaten kısa olduğu için bu kadar tasvir kadırmıyor bence.Tasvirleri biraz derleyip toplayıp daha amaca hizmet edecek hale getirseniz bence epey iyi olur. Bir de isimlere dikkat etseniz (Samim Selim oluyor sonda), vakaları anlatırken de biraz daha net olsanız iyi olacak. Bazen kimin ne yaptığı, kimin kime ne dediği tam anlaşılmıyor.

Türkiye’ye döndüğümde bu gibi konularda yazışabiliriz ama buradan gerçekten çok zor.

Umarım çalışmaya devam edersiniz.


Re: Piç’e Yazılmak

Uzun aradan sonra Mehmet Sürücü'yü "öykülerimiz"de görmek güzel.

""
Yok ayol! Rukiye Hanım bu. Olur mu hiç! Ondan habersiz, başından bir saç teli bile düşmez, değil ki para düşürecek, dedi.
Öyküde en hoşuma giden noktalardan biri oldu bu tahlil.

Bizi Rukiye Hanım hakkında epey bilgilendiren bu kısacık anlatıma bakarsak bilezikleri Besamet Hanım'a değil Rukiye Hanım'a taşıtmak daha iyi olurdu. Smile)
Bazen "Hanım" bazen de "hanım" kullanılmış her ikisi(Rukiye,Besamet) için de.
Sonra devam edeceğim.
Ellerinize sağlık.


Re: Piç’e Yazılmak

Eren'in önerisi doğrultusunda kurguyu bir parça değiştirdim.


Re: Piç’e Yazılmak

Öncelikle, çalışmamı değerlendirip, eleştiri ve önerilerini bana ileten Tuncay Birkan'a teşekkürlerimi sunuyorum. Aşağıdaki alıntı öneri ve değerlendirmeleri ile ilgilidir. Bu doğrultuda tekrar öyküyü elden geçirmeye başladım. Bir yazıyı düzeltmenin bu kadar zor bir şey olduğunu daha önce bilmiyordum.
Neyse...

Yıllar önce,1996-2001 yılları arasında yayınlanan Proust'un Kayıp Zamanın İzinde adlı romanını okumuştum. Orada iki, üç sayfalık cümleleri, bol virgülleri, bol betimlemeleri, imgeleri, sıfatları hayranlıkla okumuş, bundan etkilenmiştim. Sanırım bu bende; bol virgüllü, betimlemeli bir anlatımın iyi edebiyat olduğu takıntısını doğurdu. (Değerlendirme ve uyarılarda görüleceği gibi.)

""
Kusura bakmayın yazmaya anca vakit bulabildim yoğun işler arasında. Siz gönderdikten kısa bir süre sonra okumuştum ama yazılmasında fayda olan seyler var diye dusundugumden daha geniş zamanları bekledim. Gerçi bu arada başka bir arkadaş ve Aslı benim söylemeyi düşündüğüm şeylerin önemli bir kısmını söylemişler zaten ama yine de birkaç şey daha söylenebilir:

Oncelikle elinize sağlık, hos, esprili bir oyku olmus! Ama Aslı’nın altını çizdiği o tasvir bolluğu daha ilk cümleden başlayarak okunmayı zorlaştırıyor biraz (Ben editörlüğün verdiği profesyonel deformasyonla daha çok dille ilgili noktalara dikkat çekeyim diyorum):

“Akşama doğru, gölgeler duvar diplerinden, sokağın ortasına doğru uzamaya başladığında, öğlen kesilip, tekrar esmeye başlayan poyraz, akasyanın sararmaya başlamış yapraklarından birkaçını daha dibine dökerek, altında yatan, yırtık, pis, buruşuk koyu gri paltosuna sarınmış, kapalı bir çift gözün üzerindeki, darmadağın, yağlı, kirli saçları dalgalandırdı.”

Cümlenin bütün unsurları birden fazla tamlamayla nitelenince epey yorucu oluyor :Esas temel olan Akşama doğru...poyraz...yaprakları dökerek... saçları dalgalandırdı cümlesindeki dört unsurun dördünü de virgüllerle bölünen (ki fazla virgül de var: diplerinden ve kesilip’ten sonrakiler gereksiz) uzun tamlamalara gömünce takip zorlaşıyor. Ayrıca alt unsurlara da tamlamalar yüklenince neyin nereye bağlandığını anlamak epey zorlaşıyor: “Altında yatan” ibaresinin yeri sorunlu mesela, pardesü yatıyormuş gibi oluyor; bunca tamlamanın üstüne bir de sıfatlar da hep üçlenince (“yırtık, pis, buruşuk”- “darmadağın, yağlı, kirli”) o cümlede gereğinden fazla oyalanmış oluyoruz, öykü doğallığını kaybediyor, dil akışı engeller hale geliyor (Zaten tam da bunu yapmak isteyen modernist bir öykü de değil üstelik bu).. Böyle en aşağı beş-altı cümle daha var. Sonlardan bir örnek daha vereyim: “sırtları okul çantalı iki genç, oğlanın ürkek eli kızın sarı, uzun saçlarında gezinirken, birdenbire az ilerideki çöp bidonuna çarpıp tuzla buz olan şarap şişesinin şangırtısıyla, trafodaki binlerce volt elektrik çarpmışçasına sarsılarak geriye çekilip, ürkek bedenleri birbirinden uzaklaşırken, uzakta birisinin öfkeli sesi dalga dalga geceye karışıyordu.’ “Oğlanın ürkek eli kızın sarı, uzun saçlarında gezinirken” ve “ ürkek bedenleri birbirinden uzaklaşırken” yan cümlelerinin yerleri sorunlu. Bu tür cümlelerde sıfat ve tamlamaların bir kısmından mutlaka vazgeçmek gerek bence.

Bir kişiyi veya nesneyi nitelerken önce daha uzun tamlamaları, sonra da daha kısa sıfatları koymak cümleleri inanılmaz rahatlatabiliyor. Kısa bir örnek: “yanından geçen rüküş giyimli, şişmanca, hararetli hararetli konuşarak yürüyen kadınlara”, “hararetli hararetli konuşarak yanından geçen, rüküş, şişmanca kadınlara” olsa çok daha doğallaşıyor cümle. (“yürüyen”i attım, “yanından geçmek” o fiili zaten örtük olarak içeriyor, “giyimli”yi de attım, rüküş zaten sadece giyim tarzını niteleyen bir sıfattır çünkü).

Bu öykünün kuvvetini gösterebilmesi için bu türden sadeleştirmelere ihtiyacı var bence özetle.

Son olarak iki öneriyle kapatayım, artık yavaştan mesaiye dönmem gerek zira.

“söylediği ahlaklı, namuslu insanlara yakışacak sözleri onu kadınların gözünde güvenilir, yardım edilmesi gereken iyi bir insana çevirdi”cümlesinde zaten söylediği dediğiniz “sözleri” demeye gerek yok “sözler” yeterli. Ama özneyi ‘ahlaklı, namuslu –burada da iki sıfattan biri mesela ahlaklı atılabilir- insanlara yakışacak sözler söylemesi...” haline getirmek sanki daha da iyi olurdu.

“ne zaman döküleceği belirsiz bir yağmur sıcağıyla sırılsıklam bırakan” ibaresi de mutlaka bir “insanı” istiyor sanki “sırılsıklam”dan önce.

Sevgiler, selamlar,

Tuncay


Re: Piç’e Yazılmak

Öykü ve yorumlarını okumak çok keyifliydi. Çünkü Mehmet Sürücü'nün öykü üzerine günlerce, haftalarca düşündüğünü ve bir işle uğraşırken ne kadar titiz olabileceğini bizzat biliyorum.

Öykünün tasvirlerinin günümüz öykülerine göre fazlaca olduğu yönünde bir yorum yapılmış, haksız da sayılmazlar. Yine de ben öyküyü okurken tasvirlerin yapay olduğunu ya da öyküyü çok fazla ağırlaştırdığını düşünmedim. Sadece Eren'in yorumuyla kafamda netleştirdiğim ve emin olamadığım "tezgah yapmak" meselesinin öyküde daha net belli olmasını isterdim.

Ellerine sağlık Mehmet Sürücü.


Re: Piç’e Yazılmak

Akşama doğru, gölgeler duvar diplerinden, sokağın ortasına doğru uzamaya başladığında, öğlen kesilen poyraz yeniden esmeye başladı. Akasyanın sararmaya başlamış yapraklarından birkaçını daha dökerek, pis, buruşuk, gri paltosuna sarınmış, uyuklayan adamın kirli saçlarını dalgalandırdı. Kurumuş yaprakları, naylon torba, gazete, kâğıt parçalarını kaldırımın üzerinden, tezgâhların toplandığı pazar yerine doğru savurdu.

Yüzünün sol yanındaki derin yara izinin, yüzüne pis, alaycı bir gülüş eklediği, gri, çelimsiz sokak kedisi önündeki yarısı çürümüş portakalı kokladı bir süre.

Kararan günün içinde dalgalanan ince bir ezan sesi, ne zaman döküleceği belirsiz bir yağmur sıcağıyla insanı sırılsıklam bırakan, deniz kokusu karışmış nemli havaya, yaklaşan gecenin sıkıntısını ekliyordu.

Güneşin önünü iri birkaç bulut kapladı.

Gözleri kapalı, kirli, zamanın kırışıklıklarla doldurduğu yüz, derin bir yara izinin kondurduğu taklit, sahte gülüş, uzun bir süre, kırışıklıklarla gülüşü daha da koyultan gölgede kaldı.

Boş arsadaki, çocukların ısınmak için sebze kasalarını yaktıkları tenekeden incecik bir duman tütüyordu. Kuyruğu dibinden kesik bir köpek, tenekenin yanına kıvrıldı. Islak burnunu bacakları arasına sokup, gözlerini kapattı. Arsanın kenardaki yarısı yıkık duvarın dibinde, dalgın bakışlı bir çocuk, elindeki kuru dal parçasının ucuyla duvarın sıvalarını kazıyordu.

Pejmürde kıllıklı bir adam, hararetli hararetli konuşarak yanından geçen, rüküş, şişmanca kadınlara, elindeki kâğıt parayı, kirli parmaklarıyla uzatarak; Hanım abla bu paracık sizden düştü heralda, dedi.

Gayri ihtiyari, elleri, yapay deriden, vizon renkli çantasının sapına daha sıkı yapışan Rukiye Hanım, önce kirli parmakların arasındaki paraya, sonra kırışıklıklar içerisindeki kirli yüze bakarken bir yandan da, en son cüzdanından nerede para aldığını, başka bir nedenle çantasını açıp, bir şeyler çıkarıp çıkarmadığını düşündü. Para düşürecek birisi değildi. Ne harcadığını, cüzdanındaki parasını kuruşu kuruşuna bilirdi. Sözleri boğazına dizilip kalan Besamet Hanım, aceleyle yutkunduktan sonra, kıkırdayan bir sesle, bir anda karşısında beliren bir çift yırtık potinle, kir pas içindeki paltoya; Yok ayol! Rukiye Hanım bu. Olur, mu hiç! Ondan habersiz, başından bir saç teli bile düşmez, değil ki para düşürecek, dedi. Rukiye Hanım sinirli sinirli mantosunu çekiştirince ürkek bir telaşla ardından pazara yöneldi.

Adam, bir elinde havaya kaldırdığı kâğıt para, arkalarından hızla sekerek, yollarını kapatıp, önlerine dikiliverince durmak zorunda kaldılar.

Dikilip kaldıkları kaldırımın birkaç metre ilerisinde, akasyanın altında yatan, yırtık, pis, buruşuk gri paltosuna sarınmış, kapalı bir çift göz aralandı. Doğrulup, az ilerideki sıvası dökük duvara yaslandı. Göz ucuyla olanı biteni izlemeye başladı.

Yüzünün sol yanındaki derin yara izinin, yüzüne pis, alaycı bir gülüş eklediği, gri, çelimsiz sokak kedisi, başını kokladığı yarısı çürümüş portakaldan kaldırıp, balıkçı tezgâhına doğru yürüdü. Saçla sakalın dışında, sadece iki göz, iki dudak arasında hiç sönmeyen bir sigara ışıltısı ve kocaman kızarmış bir burun olan yüze, uzun uzun baktı. Yüzündeki yara izi inceden sızladı. Balıkçı, kirli sakalı ile sararmış bıyıkları arasına, sönmek üzere olan sigarasının yerine yenisini iliştirdi. Kediye bir tekme savurdu. Tutturamadı.

Rukiye Hanım, önünde bir anda beliren bu, tuhaf görünüşlü adamdan ürkmüş, ne yapacağını şaşırmış, yollarını kapatan bu engelden kurtulup, bir an önce pazar yerinin gittikçe azalan kalabalığına nasıl karışabileceklerini düşündü.

Kendinden ürktüklerini, bir an önce uzaklaşmak istediklerini anlayan adam, kadınları öfkeli bir bakışla süzdükten sonra ne yapacağını bilemez halde etrafına bakındı. Duvara yaslanan gri paltolu adamı görünce, yaklaşıp; Aha Eksik Selim buradaymış. Ben de ona veriverim buncacık paracığı o zaman. Gel len kocagafa! Şasın vamış. Al sene para, dedi.

Yaslandığı duvardan doğrulan Selim’in yüzü bir an kızardı. Uzatılan paraya göz ucuyla bile bakmadan, başını başka yana döndürüp, Ne alcem le Deli Himmet! Benim olmayan parayı. Beni ne sandın sen? Alla şükür haram bir gıdım etin kemiği, bir tutam kuru nanenin bir yaprağı geçmedi bu kör boğazımdan bu güne. Alı mıymışım heç benim olmayan şeyi, dedi.

Himmet, elinde para, öyle kalakaldı bir an. Selim’in sözleri öfkesini iyice arttırdı, üzerine doğru yürüdü. Bir elinde havaya kaldırdığı kağıt parayı sıkarken, diğer eliyle Selim’in bin bir duygunun estiği yüzüne okkalı bir tokat savurdu. Son anda tokadı fark eden Selim yana çekilince, yüzükoyun, çamurun içerisine kapaklandı. Dişlerinin arasından okkalı bir küfür döküldü. Neye uğradığını şaşıran, iyice korkan Selim kadınların arasına kaçtı.

Bir an önce uzaklaşmak isteyen kadınlar, bir anda önlerinde patlak veren iki serserinin kavgasıyla iyice korktular. Ufak tefek, çelimsiz Selim’in yanlarına kaçması, ona karşı içlerinde bir acıma, koruma duyguları uyandırdı. Selim’in ufak tefekliği, üstü başı dökük, pis, acınası zavallılığının yanındaki söylediği sözleri onu kadınların gözünde güvenilir, yardım edilmesi gereken iyi bir insana çeviriverdi.

Himmet, düştüğü yerden doğruldu, dizlerinin üzerine çömeldi, parayı cebine koydu. Yerde bulduğu boş bir sigara paketini, yapıştırılmış yerlerinden dikkatle, öfkeden titreyen parmaklarıyla yırtmadan açarak, dizlerinde kırışıklıklarını olduğunca düzeltmeye çalıştı. Cebinden çıkardığı küçük bir kurşunkalemle bir şeyler yazar gibi yaptı. Katlayarak iyice küçülttüğü kâğıdı, yerden aldığı naylon torbadan kopardığı bir parçaya sararak, eliyle eşelediği çukura koyup, üzerini tekrar toprakla örttü. Yerden bulduğu kırık kiremit parçasını üzerine koyup kadınlara döndü; Aha namusumle yazdım kaada. Şinci, şuncaz paracığı, köşedeki Şaşı İbram’ın gavedeki garibanların para tasına atıverem de gelem. Sebeplensin bir garibancık. Azıcık bişey ama olsun. Doğruluk bizden. Sen de ne halin vasa gör Eksik domuz! Senin almadığın parayı ben mi alcem. Elin olana el uzatır mıyım ben de. Deyip, doğruldu, yürüdü gitti.

Himmet’in gidişiyle rahatlayan kadınlar, bir an ne yapacaklarını bilemediler. Bu fakir ve gözü tok, düşmüş birisi olduğu halde, başkasının parasında, malında bir tırnak ucu kadar gözü olmayan adamın yanından nasıl öylece çekip gidebileceklerini düşündüler. Çözümü yine her zamanki pratik zekâsıyla, Rukiye Hanım buldu. Selim’e pazarda torbalarını, çantalarını taşımakta yardım ederse, kendisine bahşiş olarak bir şeyler vereceklerini söyledi. Selim biraz gönülsüzce, nazlanarak da olsa kabul edip, kadınların ardında, pazar yerine girdiler.

Aaaa! Delinin zoruna bak. Tabi ki o çürük domatesi almam. Yok kız, geçen haftaki Sarkıkbıyık Keşanlı’nın peyniri daha iyiydi. Şu ayşekadın güzelmiş, alalım yarımşar kilo. Enginar da alalım. Dolmasını yaparız. Hayri Bey pek sever. Selim, yoruldun mu? Az kaldı, bitti hemen hemen alacaklarımız. Dayan biraz daha. Şuradan limon seçelim bir-iki kilo kadar. Tut oğlum şu torbayı, çantayı da al bir dakika. Sıkı sıkı tut sapından, düşürme sakın. Hırsız dolu her yanda, dikkat et. Kapıverir birisi elinden de karışıverir göz açıp kapayana kadar kalabalığa. Geçen hafta Pazar daha ucuzdu. Her hafta daha pahalı oluyor. Geç kaldık çok. Toplandı çoğu tezgâh. Acele edelim biraz. Hava karardı.

Limoncuyla hararetli bir pazarlığa dalan kadınların ardında, Selim’in usta elleri hissettirmeden çantalarındaki gözleri, tüm kıyı köşeyi yokladı. İçindeki iki bilezik, bir yüzük, birkaç kâğıt para paltonun derin ceplerine yuvarlanıp, kayboldu.

Pazar yerinin diğer yanından çıktılar. Selim içleri sebze, meyve dolu çantaları karşı kaldırımdaki durağa kadar taşıyıp, taksinin bagajına koydu. Kadınlar yanına geldiler. Çantalarından çıkardıkları paraları, kirli eline olabildiğince dokunmamaya çalışarak, avucunun içine sıkıştırdılar. Selim bir anda ortalıktan kayboluverdi.

Terli bir atın çektiği araba kaldırımdan geçerken, caminin avlusundaki güvercinler nal seslerinden ürküp havalandı. Mavi Köşe Esnaf Çayevi’nin önündeki sehpanın üzerindeki çayı sinirli sinirli karıştıran el, ayaklarının dibinde dolanan kediye tekme atarken çay kaşığını düşürdü, Akif Apartmanı, üçüncü katta, akşamdan kalma el, geceden kalan bardağın içindekini şişesine boşalttı, kalem tutan el, duvara sıva yapan ele, yaptığı işi sevip sevmediğini sordu.

Selim sönmek üzere olan tenekeye birkaç tahta parçası daha attı. Dibinde birkaç yudum kalmış şişeyi kafasına dikti. Bir süre bomboş, alevlerin ışığının dalgalandığı yıkık duvara baktı. Önünde kirli bir çaputa sarılmış küçük bir çıkı vardı. Himmet’in eli titrek bir aceleyle çıkıya uzanırken, Selim elini tuttu, boş şişeyi tutan eli belli belirsiz titredi, şişeyi çöp bidonuna doğru fırlatırken kızgınlıkla bağırdı; “Hep ben mi len? Bir daakine ben yoğum, bu son. Annadın mı? Ne yaparsan yap!”

Trafo binasının arkasındaki kuytulukta iki genç, birdenbire az ilerideki çöp bidonuna çarpıp tuzla buz olan şarap şişesinin şangırtısıyla, elektrik çarpmışçasına sarsılarak geriye çekilip, birbirinden uzaklaştılar. Uzakta birisinin öfkeli sesi dalga dalga geceye karışıyordu.

Bir süre taksinin içinde, iyi bir iş yapmış insanların yürek dinginliğiyle sustular. Sokak lambalarının sarımsı ışıklarının altındaki insan seli akıp duruyordu. Birkaç kez şoföre yolu tarif etmenin dışında hiç konuşmadılar. Taksi Meserret apartmanının kapısının önünde durdu. Yorulmuşlardı, araçtan inerken bacakları sızlıyordu. Şoför torbaları indirip kapının önüne bıraktı. Aynı katta, karşılıklı komşuydular. Aldıklarını zorlukla ikinci kata çıkardılar. Son bir kez, karışmış torbalar olup olmadığını kontrol ettiler. Kapının önünde ayrılacakları zaman Besamet Hanım, Rukiye Hanımdan, pazara gitmeden önce, daha emniyetli olduğunu bildiği, çantasına koyması için verdiği bileziklerini istedi. Rukiye Hanım’ın, çantanın her yanına alışkın eli bilezikleri koyduğu fermuarlı gözü açtı. Yoklayarak gezinen parmakları bir şey bulamadı.

Yüzü kıpkırmızı oldu, bir an olan bitene bir anlam veremedi, en son cüzdanından nerede para aldığını, herhangi bir nedenle çantasını açıp, içinden bir şeyler çıkarıp çıkarmadığını düşündü, Selim’in yüzü geldi gözlerinin önüne, Besamet Hanım’a baktı, dişlerinin arasından öfkeyle bir tek sözcük döküldü;
Piç…!

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

NOT: Elimden geldiğince öyküyü düzeltmeye çalıştım. Uğraştıkça bir şeyler hep çıkıyor. sanki ucu açık bir metin gibi.


Re: Piç’e Yazılmak

Merhaba,

En az bir senedir hiç yazmamıştım herhalde foruma. Güncel ne var diye bakarken gözüme ilk ilişen yazıya birkaç yorum yazayım istedim. Okudukça yorumlara devam etmeyi umuyorum. İlk birkaç paragrafa ilişkin izlenimlerim şöyle:

""
Akşama doğru, gölgeler duvar diplerinden, sokağın ortasına doğru uzamaya başladığında, öğlen kesilen poyraz yeniden esmeye başladı. Akasyanın sararmaya başlamış yapraklarından birkaçını daha dökerek, pis, buruşuk, gri paltosuna sarınmış, uyuklayan adamın kirli saçlarını dalgalandırdı. Kurumuş yaprakları, naylon torba, gazete, kâğıt parçalarını kaldırımın üzerinden, tezgâhların toplandığı pazar yerine doğru savurdu.

- Burada ikinci cümleden itibaren kullanılan özne, ilk cümledeki "öğlen kesilen poyraz" sanıyorum. İkinci ve üçüncü cümleler aynı özne kullanılarak yazılmış. Peki cümleler uzadıkça ve cümle sayısı arttıkça en baştaki özne giderek kırılmıyor mu? Üçüncü cümleye geldiğimizde aklımızda tutabiliyor muyuz ilk cümledeki özneyi?

""
Yüzünün sol yanındaki derin yara izinin, yüzüne pis, alaycı bir gülüş eklediği, gri, çelimsiz sokak kedisi önündeki yarısı çürümüş portakalı kokladı bir süre.

- Sadece meraktan soruyorum: Bu yara yüzün herhangi bir yerinde mi, yoksa hemen ağzının kenarından mı başlıyor? Aksi hâlde nasıl bir "pis, alaycı gülüş" düşünmeli?

""
Kararan günün içinde dalgalanan ince bir ezan sesi, ne zaman döküleceği belirsiz bir yağmur sıcağıyla insanı sırılsıklam bırakan, deniz kokusu karışmış nemli havaya yaklaşan gecenin sıkıntısını ekliyordu.

- "nemli havaya" kısmından sonra bir virgül gerekiyor bence. yoksa aniden yeni bir tamlama oluşuyor: "nemli havaya yaklaşan gecenin sıkıntısı". İstenen bu değil sanıyorum.
-Minik bir ekleme: "sırılsıklam bırakmak". Kullanımı caiz midir?

İyi geceler,
Çağdaş


Re: Piç’e Yazılmak

Çağdaş dedi:

""
- Burada ikinci cümleden itibaren kullanılan özne, ilk cümledeki "öğlen kesilen poyraz" sanıyorum. İkinci ve üçüncü cümleler aynı özne kullanılarak yazılmış. Peki cümleler uzadıkça ve cümle sayısı arttıkça en baştaki özne giderek kırılmıyor mu? Üçüncü cümleye geldiğimizde aklımızda tutabiliyor muyuz ilk cümledeki özneyi?

Bu tip kullanımlarda fazlaya kaçmadıkça ortak özne, anlatımı güzelleştirebiliyor bile. Sanırım, günlük konuşmayla yazılı anlatım arasındaki temel farklardan biri de bu. Mehmet Sürücü'nün öyküsünde de bence ustaca kullanlmış.

"Sırılsıklam" sözü, Dil Kurumunun sözlüğünde "büsbütün ıslak, çok ıslak" şeklinde verilmiş. Deyimleşmiş hali ise "sırılsıklam olmak" ve "sırılsıklam aşık olmak" şeklinde. Yani, Mehmet Sürücü'nün kullandığı şekliyle deyimleşmiş bir hali yok. Üzerine biraz daha düşünülebilir.