UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Perec Patikalarında İz Sürmek

12 Tem 2011
doruk cansev

“Sınır, bir şeyin bittiği değil; bilakis bir şeyin vücut bulmasının başladığı yerdir.” demiş Heidegger, Karagöz’ün önceki sayısından aktarıyorum.

Yaratıcı yazarlık atölyelerinde de yaygın bir teknik olarak yazanın kendini kısıtlaması yoluyla potansiyelin ortaya çıkarılması istenir. Tek bir resim, bir cümle, bazen yasak sözcükler... Sonuçta sadece onlar üstüne düşünmek bir yanda bazı imkanların yitimiyken öbür tarafta, yazının içinde, bir dalgalanma başlar. Atılan taş konuşmaya başlamıştır.

Queneau “Yüz Trilyon Şiir” çıkarmıştır ondan ya da tek bir olayın aktarılışının sınırlarını zorladığı Biçem Alıştırmaları’nı (Türkçe’de benzer bir çalışma için Ferit Edgü’nün Yazmak Eylemi kitabına başvurulabilir.). Calvino’nun tarot kartlarını dinleyerek oluşturduğu öyküler de aynı mantığa dayanıyor. Bütün bu çalışmalar matematikle de iç içe üstelik. Bilgisayarların gelişmesi bizi bu anlamda biraz umutsuzluğa sürükleyebiliyor. Yani mühendisler için basit bir algoritmayla On Yüz Bin Trilyon tane Şiir üretmek mümkün. Bu edebiyatın hesaba, hendeseye mi indirgenmesi peki? Perec e harfini kullanmadan yazdığı La Dispiration (Kayboluş, Türkçe’ye de e harfi kullanılmadan çevrilmiştir.) kitabını Word’ün eş anlamlı sözcük önerilerini kullanarak yazamaz mıydı? Sanmıyorum, araç mesajdır ve yöntem, kendi hikayesini getirir.

Aslına bakarsanız korkulanın aksine matematiğin edebiyata girmesi bir şeyleri söndürmedi. Murat Gülsoy’un özellikle internet tabanlı kimi çalışmaları bunun güncel bir kanıtı. Oulipo’nun açtığı yol demeyelim de, görünür kıldığı patikalarda bir yandan da etkileşimli bir edebiyat doğuyor. Kullanıcının (Okur) öyküye kendisine imkan verildiği ölçüde (Yazar?) müdahale edebildiği flash tabanlı hipermetinler, listeleme, öyküyü parça parça oluşturma... Kafka’nın bir anlatısına değişik üsluplarda girişmek (http://www.muratgulsoy.com/altmg/muratgulsoy35/muratgulsoy35.html), 6561 tane karakter yaratma (http://www.muratgulsoy.com/altmg/muratgulsoy40/muratgulsoy40.html)... Bunların Oulipo yazarlarının kullandığı palindrom (Tersten de aynı anlamı veren metin, yanılmıyorsam bilinen en uzununu Perec yazmıştır zaten. http://graner.net/nicolas/salocin/ten.renarg//:ptth), lipogram (Yasak harf, yine Perec.) gibi tekniklerle bağlantısı var. Yazarın, yaratıcı olmaktan ziyade bir kural koyucu, sınırları belirleyen olarak belirdiği bir yazıdan söz ediyorum. Sonsuza uzayan dil, sonradan sonsuz yineleme... Foucault, Blanchot, ölüm...

Örneğin Perec “ücret artışı talebinde bulunmak için servis şefine yanaşma” durumu üstünde sürekli kendi üstüne kapanan bir şemaya dayanarak ilginç bir metin oluşturmuş. Bu kitapta bir çeşit olasılık hesabı ve algoritma yardımıyla hikayenin nerelere gidebileceği gösteriliyor. Bir deneme. Toprak Işık ürünle birikimin ayrılması gereğine değinir bir kitabında. Yüzüncüsü ilkinden daha az kötü olsa yeter diyor. Bahsettiğim metinde onlarca metin var ve hiçbiri diğerinden daha iyi sayılmaz. İlerlemeden ziyade birikim söz konusu, fakat döngünün devr-i daiminden üretimin doğduğu da söylenebilir.

Daha da fenası Yaşam Kullanma Kılavuzu’nda başarılmıştır. (İmge, yeni baskısını yapana kadar da uzunca bir süre peşinden koşturmuştu beni.) Burada Paris’teki bir apartman sakinlerinin neredeyse bütün hayatının, kullandıkları mobilyanın, bir diğerinden aldıkları suluboya dersinin, komşularıyla yaşadıkları bir tartışmanın bir tarih kitabı kadar kararlılıkla dökümünün tutulmasına, kesin bir biçimde aktarılmasına tanık oluyoruz. Enis Batur’un Perec Kullanım Kılavuzu’nda söylediğine göre 1972’de Perec bu kitabın yapısı üstüne bir kafa karışıklığı yaşamış ve Oulipo’nun matematikçü üyelerinden Claude Berge’den yardım istemiş. Sonuçta 10’uncu kuvvetten dikey latin dördülden (http://www.languefrancaise.net/forum/viewtopic.php?id=7767) esinlenerek çatıyı oluşturmayı başarmış. Tabii James Joyce tutkusunun da bunda etkisi var. Ulysses Dublin’i anlatıyorsa Yaşam Kullanma Kılavuzu’nda bir apartmandan başka değinilen bir şey var mıdır? Tek bir gün değil belki ama yaşanan bir an, onun geçmişi ve ötesi. Zihnin labirentlerinden, sürekli akan kaleidoskop görüntülerin yerine şeylerin karmaşası. Bir bisküvi kutusu ve onun tarihi. Daha az mı sayılır?

Çok ilginç kitapları, değinilmesi gereken birçok çalışması var Perec’in. Zekası kıvır kıvır saçlarına karışmış, Harikalar Odası’ndaki Şeyler’de, Doğdum’da, Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi’nde açığa çıkmış. Hem Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi? (Henüz okuyamadığım bir kitap. Özellikle dil üstünde yaptığı bozulmalarla tanınıyor, Perec’in başka bir yönü...) Bir gözlemcidir, kamera göz. Bir kafeye oturur, üç gün boyunca gördüklerini kaydeder. Bazen de oturup yazar. Her gün ne yediğini yazar, mektuplar halinde saklar. Zamanında bir labaratuvarın arşivciliğini yapmıştır da belki bundan dertlidir. Yazar.

Ama bundan fazlasını yeri geldikçe konuşmak için bir kenara koyarak bu yazıyı yazmama sebep olan esere geçmek istiyorum, her kitabına otobiyografi sinmişse de Perec’in en kendisine belki: Uyuyan Adam.

Şeyler’deki üçüncü çoğul (-acaklardı) hakimiyetinin yerini Uyuyan Adam’da ikinci tekil (-ıyorsun) bölünmezliği alıyor. Hitap edilen, seslenilen bir karakter var gibi. Oysa biliyoruz ki içinde Perec’in yaşamından çok fazla detay saklı ve bununla yetinmeyip okumaya başlıyoruz. Bu sefer işin içinde bir de “biz” varız, “sen” ile özdeşleşmeye çalışıyoruz. Ne kadar başarıyoruz o ayrı, ihtiyacımız var mı? Hem biz kimiz ki bir onu belirlemeli. Emin misiniz?
Bir anda bütün sosyal yaşamdan çekilen, garip bir boşvermişlikle sürekli bir hiçliğe düşen bir karakterimiz var kitapta. Ama Hamlet’inki gibi bir boşluk değil. Onun nihai bir amaç –intikam- taşıyan kararsızlığı, Uyuyan Adam’da bir karar-sızlık olarak beliriyor. Hiçbir şeyin fark yaratmayacağı bir yaşam. Her şeyden çekilmek, yanı sıra yaptıklarına devam etmek. Dışarıda yağlı bir biftek yemek, sinemaya gitmek ve biletçi kızın bahşişini ihmal etmemek. Bütçenin hesabını tutmak. Uyumak, ölmeden, delirmeden. (“Düşünün ki uyumakla yalnız/ bitebilir bütün acıları yüreğin” Hamlet’ten, çok farklı bir ton. Bir çözüm olarak bakmıyor uyumaya, yaptığı şeylerden biri.)

İster istemez şüpheli ve tekinsiz bir zihin egzersizine girişiyoruz. Şimdiki zaman kullanımı aslında bütün kronolojiyi alt üst ediyor. “...bir sigara yakmaya çalışıyorsun.”, “Hiç göl olmadığını çok iyi hatırlıyorsun.:”, “Öğrenilmiş hareketleri yapıyorsun sadece.” Fransızca bilmiyorum, bu yüzden orijinal gramer hakkında bir yorum yapamam. Fakat Türkçesine baktığımızda alıntıladığım bu üç cümlenin farklı zamanlarda yaşadığı söylenebilir. İlkinde sanki içinde bulunulan an kast ediliyor. Hatırlamaksa fazlasıyla zihinsel bir edim zaten, orada herhangi bir çizgiyi tutturamıyoruz ve son cümle, ondaysa Uyuyan Adam’ın genel hali aktarılıyor. Şimdi (Ne zaman?), böyle bir karmaşa içerisinde ontolojik bir belirsizlikten de söz edilebilir. Anlam ve anlar, dingin bir varoluşun içinde yitiyor sanki. Kolaya kaçıp bir belirliliğe tutunamıyoruz. Yayıncının, notunda bahsettiği “belleğin reddedilmesi” biraz da böyle bir oyun. Geçmişe pek değinilmiyor, yalnızca tuhaf bir zaman.

Her şey seslenilen “sen”in çevresinde var oluyor. Aktarılan, onun izlenimleri. Bu yüzden Hayyam’da rastlanacak türden (“Ben düşündükçe var dünya/ Ben yok o da yok”) bir solipsizm dumanı da kitabın sayfalarına siniyor. “Sen” olmasa tanınmayan komşunun gidiş gelişleri, yürüyüşü olur mu? Boğuk boğuk öksürmesine, boğazını temizlemesine bakarak onun yaşlı olduğuna karar vermesi Uyuyan Adam’ın yaratıcı rolüne soyunması aslında. Edilgen bir şekilde anlatıldığını sandığımız karakter birden yazının iplerini eline alıyor. Kurgu “onun” tarafından şekillendiriliyor. Öte yandan, bu, onun bir başkasının anlatısında figüran olmasına engel mi? İkinci tekil şahıs kullanımının en etkileyici yanı buydu benim için. (Tolstoy da bazen kafasını hızla çevirirmiş, düşüncelerinden çabuk davranırsa boşlukla karşılaşır umuduyla.)

Kopuş vaktinin sınav gününe denk gelmesiyse onun toplumsal ajandaya karşı çıkışını gösteriyor. Uyuyan Adam dar sedirin üstünde iskambil falı açıyor tekrar tekrar. Pembe plastik bir leğenin içinde aldı adet çorabını yıkıyor. Republique’ten Madeleine’e, Madeleine’den Republique’e gidip gelen insan selini izliyor. Uyanık uyurgezer, gören kör. Kendi kendine konuşmuyor henüz. Hele hiç haykırmıyor.

Ben ondan bu kipte bahsettiğim sürece yeterince gerçek olamıyor.

Not: Un Homme Qui Dort isminde ödüllü bir filmi de çekilmiş kitabın, Fransızca metnin akıcılığını dinlemek için birebir. Bıraksanız bütün kitabı aktarmaya çalışacaktım. Bu bile zaten nasıl içine çekildiğinizin bir göstergesi olabilir. Bir de Barış Acar’a teşekkürler.

Kategori:

Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

""
“Sınır, bir şeyin bittiği değil; bilakis bir şeyin vücut bulmasının başladığı yerdir.” demiş Heidegger.

Bir süredir bu tanımın kıyılarını (sınırlarını) dolaşıyorum.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Barış Acar dedi ki:
""
“Sınır, bir şeyin bittiği değil; bilakis bir şeyin vücut bulmasının başladığı yerdir.” demiş Heidegger.

Bir süredir bu tanımın kıyılarını (sınırlarını) dolaşıyorum.

bu heidegger'in "varlık sorusunu" ele alma tarzı ile ilişkili bir duruma benziyor - alıntının bağlamını bilseydik daha işlevsel bir şeyler yazma olanağına sahip olurduk tabii-. geleneksel ontoloji, varlığı var olan şeklinde tasavvur ettiği için, bir şeyin varlığını onun sınırının kesinliğinde tasavvur eder. yani sınır, kesinlik ve açıklık belirten yani varlığın var olanlığını (bitmişliği) işaret eden bir kavramdır. heidegger böylesi bir sınırı tabir yerinde ise ters-yüz etmek amacında...


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Bana şiddetle Levinas'ı andırdı; üzerine yazmak için biraz daha düşünmeliyim.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Dediğim gibi, henüz Perec kısmına giremedim; ilk cümlenin büyüsü altındayım.

Levinas'ın ötekilik anlayışı;

""
Ötekinin yüzü, Levinas’a göre, felsefenin başlangıcıdir. Etik felsefenin özgüllügü de, temelini, öteki ile yüzyüze bir ilişkiyi hedeflemesinde bulur. Öteki, Ben’i sorun haline getirir; ötekinin buyruğu beni sorunşallaştirir... Ben ötekinin yaptığı şeyimdir aynı zamanda. Ben Öteki’yimdir. Levinas kesin bir şekilde, kendi kendisiyle özdeş varsayılan Ben’in, öteki’nin kapsadığı alanı yok ederek kendini daha başlangıçta şiddet yüklü bir şekilde kurmasını sorgular. Bu ontolojik etik yaklaşım ona göre tahakkümcü bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın karşısına yüz etiği denilen bir yaklaşımla çıkar Levinas. Yüzyüze ilişkiyse, Levinasçı anlamda Etik’in temelidir. (Kaynak)

üzerinde dururken aklımda yeniden Lacan canlandı:

""
Öznenin gerçek ile karşılaşması her zaman, özne için sarsıcı etkiye sahiptir. Lacan 'ın gerçeği nasıl tanımladığını da bu arada görmek iyi olabilir: gerçek ile dışarda görülen gerçek aynı şeyler değildir: Lacan'a göre gerçek, simgeselin ötesinde,'anlamlamaya/kodlanma,- ya direnç gösteren, dilsel olarak yakalanamayan ve öznenin kurulmasının, yapılanmasının dışında kalan her yerdir. (Kaynak)

Düşünüyorum.

Ek kaynak: Levinas Felsefesinde Öznelik ve Öteki Problemi - Ebru Apaydın (Ankara Üniversitesi Felsefe Anabilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi)


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

"Çünkü bilirim ki müzik notanın bittiği yerde başlar."

Şansa, geçen gün böyle bir cümleye de rastladım. Edebiyat Ortamı'ndan, Erol Parlak türkü, doğaçlama ve akademi üstüne söylemiş.

Heidegger'de dışarı üstüne konuşmak isterdim, birkaç gündür Varlık ve Zaman'ı okumaya çalışıyordum. Bitirebilirsem buraya döneyim.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Felsefi metinlerden yola çıkmak değil de bir şekilde edebiyat üstüne düşünürken, öykü yazarken yolumun onlarla kesiştiğini fark etmek bana daha iyi hissettiriyor. İkisini de sık yaşadığımdan değil. Kitabı bitirmeyi beklemeden, dün gece kafama dank eden bir cümleyi paylaşmak istiyorum.

""
'Harici dünyanın' özne tarafından varsayıldığına ve hatta onu farkında olmayarak hep varsaydığına dayanacak bile olsak, yalıtılmış bir özneyi yapıcı olarak öne sürmeye devam etmiş oluruz.

Dolayısıyla Perec, meselenin çarpıklığına kurgu yoluyla dikkat çekmiş oluyor. Uyuyan Adam'ın yazıda bahsettiğim şekilde yaratıcı rolüne, dolayı olarak yazarlığa soyunması onun dışarıdaki varolanlar üstüne yaşadığı karmaşanın göstergesi. Bu alıntı Heidegger'in, varlığın minvalinin yetersiz bir şekilde açıklandığını düşündüğü bazı örneklerinden biri.

Ayrıca başka bir yerde de havf (Bir çeşit korku, Heidegger bu tip ruh durumlarından yararlanarak Kierkegaard'a benzeyen bir yolla varoluşa yaklaşıyor sanırım.) halindeki Dasein'ın içinde bulunduğu tekinsizliin altını çiziyor. İçinde var olmaklık; yani bir yerde ikamet etmek, bir şeylerle aşina olmak. Heidegger bu çeşit bir Dasein'ı herkesin hergünkülüğünden yola çıkarak da inceliyor. Uyuyan Adam'ın nihayetinde alışkanlık benzeri birtakım günlük işlerinden de vazgeçmeyerek içinde-kimsenin-olmamaklığına varması da dolayısıyla çok uç bir durum değil. Perec sadece bizim yontulmuş köşelerimizi belirgin hale getiriyor, bu sırada sıradan olana duyduğu tutkudan da vazgeçmiyor. Her şeye rağmen üslubunda bir tutanak havası var.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

doruk cansev dedi ki:
Heidegger'de dışarı üstüne konuşmak isterdim, birkaç gündür Varlık ve Zaman'ı okumaya çalışıyordum. Bitirebilirsem buraya döneyim.

Varlık ve Zaman'dan buraya düşecek notları merak ediyorum.

Bu arada, ben de biraz yoğunum bu aralar. Kafamı toparlayabildiğim zamanlar az. Sad


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

doruk cansev dedi ki:
Queneau “Yüz Trilyon Şiir” çıkarmıştır ondan ya da tek bir olayın aktarılışının sınırlarını zorladığı Biçem Alıştırmaları’nı (Türkçe’de benzer bir çalışma için Ferit Edgü’nün Yazmak Eylemi kitabına başvurulabilir.). Calvino’nun tarot kartlarını dinleyerek oluşturduğu öyküler de aynı mantığa dayanıyor. Bütün bu çalışmalar matematikle de iç içe üstelik. Bilgisayarların gelişmesi bizi bu anlamda biraz umutsuzluğa sürükleyebiliyor. Yani mühendisler için basit bir algoritmayla On Yüz Bin Trilyon tane Şiir üretmek mümkün. Bu edebiyatın hesaba, hendeseye mi indirgenmesi peki? Perec e harfini kullanmadan yazdığı La Dispiration (Kayboluş, Türkçe’ye de e harfi kullanılmadan çevrilmiştir.) kitabını Word’ün eş anlamlı sözcük önerilerini kullanarak yazamaz mıydı? Sanmıyorum, araç mesajdır ve yöntem, kendi hikayesini getirir.

Bu konuda bir mantık semineri dinlemiştim. Gündelik dilin mantık terimleriyle ifade edilmesi üzerineydi. Komik gelen kısmı ise Wittgenstein'dan sonra böyle bir mücadeleye girişenin "edebiyat"ı sürekli parantez içine alarak, dışarıda tutmaya çalışmasıydı.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Perec'le bizleri tanıştırdığı için doruk cansev'e teşekkür etmeliyim. Önceden okumadığım bir yazar Perec.

""
Bu yüzden Hayyam’da rastlanacak türden (“Ben düşündükçe var dünya/ Ben yok o da yok”) bir solipsizm dumanı da kitabın sayfalarına siniyor.

Ben de bu sözü düşünüyorum da, çok benzer bir şekilde "ölüm"le ilgili bir söz anımsıyorum. "Ben varsam ölüm yok, o gediğinde zaten ben, ben olmayacağım..." şeklindeydi. Aklıma takıldı şimdi...


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Böyle yazarmı olur. Bilgisayarlı oyunlar falan edebiyat insanı anlatmalıdır.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

"ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum" epirkür 'ün sözüydü sanırım.


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

oktay dedi ki:
"ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum" epirkür 'ün sözüydü sanırım.

Perec'in, Epikür'ün, derken Wittgeinstein'ın "Ölüm yaşam olaylarından biri değildir; insan ölümü yaşayamaz"ının kıyılarında gezinmek şiddetli başağrısına çare olur mu?


Re: Perec Patikalarında İz Sürmek

Ölüm-süzlük fena şey. Yine de "sükut edebilmek için, Dsein'ın söyleyecek bir şeyleri olması lazımdır" sözü bizi yaşama biraz daha bağlayabilir. Daha yüksek sesle susabilmek için.

Ben teşekkür ederim Cihan Başbuğ, bu yazı sayesinde iki yıldır okuyamadığım Perec'i tekrar gözden geçirme fırsatı da buldum.

Perec'in insan dışında bir şeyi anlattığını söyleyemeyiz zaten bir okur, edebiyata dair tanımınızın eli sıkı "konukseverliğini" göz önüne alsak bile. Kaldı ki Ford Mach I (Sevim Burak) gibi bir araba edebiyatın konusu olduysa şeylerin, sahipleri için konuşma hakkı da vardır. Perec onlara kulak vermekle fena mı etmiştir şimdi?