UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Perdenin Ardındaki

17 Mar 2013
turgut

Beni mağrur ve bencil olmakla suçladıklarını tahmin edebiliyorum. Yüzüme karşı söylemekten çekindiklerini (her ne kadar şimdi, belirli bir sebeple rahatlamış olsalar bile) fısıltılarla birbirlerine anlattıklarına, bana çemkirdiklerine çok şahit oldum çünkü. Herkes bulaştı bu pisliğe; tanıdığım, tanımadığım herkes, evet. Bu anlattıklarım elbette ki her insanın başından geçebilecek küçük çaplı girişimler olarak kalacak belki ama ben de hiçbirine (hattâ bir hikâye edecek olaylar yaşamayışıma bile) önem vermeyeceğim; hem önem vermek için de ortada bir sebep kalmadı. Yalnızca birkaç söz etmek istiyorum. Şu dünyaya lâf kalabalığı etmeye; şimdiki insanlara bakıyorum da, yaşadıklarımızı aynı anda anlatmaya, paylaşmaya geldiğimize göre (çağlara direndiği söylenen birkaç sanatçının aksine yok olacağını bilerek) bütün bunları anlatmaya, kendimden bahsetmeye hakkım var biraz olsun.

Sanırım şu otuz dört senelik ömrüm süresince tam anlamıyla öğrendiğim tek şey şu oldu: her şey, hayatın içindedir - ne bir fazla, ne bir eksik. Her ne kadar başka şeyleri tanımama, öğrenmeme fırsat verilmemişse de bu küçük bilginin az da olsa karın doyurduğuna inanıyorum. Çok gevezelik edip size vermek istediğim iyi haberi epeyce sarkıttım sanırım: şimdi bütün korkularınızı, bütün endişelerinizi silin çünkü ölümden sonra bir yaşam (veya buna benzer bir şey) var; evet evet, sakın çıldırdığımı düşünmeyin; hem de bütün yaşadıklarınız ve yaşamak istediklerinizle tıpatıp şimdikine benzer bir yaşam! Bu ne kadar hoşnutluk vericidir, bilemiyorum fakat belki de hiç yoktan iyidir. Yalnız (her ne kadar doğruluklarından emin olamasam da) iki kötü haberim de var. Burada, tıpkı sizin şu anki yaşamınızda olduğu gibi sesinizi duyan ve sizinle konuşan bir tanrı yok ve ne yazık ki o hayâl ettiğiniz cennet ve içten içe inkâr ettiğiniz cehennem de yok, hayır. Her şey, sürdürdüğünüz hayat gibi bir tekdüzelik içinde. Sanki olağan yaşamıma devam ediyorum. Sadece insanlarla konuşamıyorum artık: kimsenin ölü birisiyle konuşmaktan haz duyacağını da zannetmiyorum. Evime girebiliyorum; televizyon izliyor, piyeslere gidebiliyor, kitap okuyabiliyorum. Sadece ne kadar olduğunu bilmediğim bir süredir otuz dört yaşındayım, dişlerimi fırçalamam gerekmiyor ve ara sıra, dehşetli bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi ayaklarımı yerden kesip havalanabiliyorum ama bunun da eski heyecanı kalmadı artık. Yalnız bir türlü anlayamadığım, sonra düşünmekten sıkılıp bıraktığım bir şey var: benden başka, hiç hayalet yok!

Hâlbuki ölmeden önce birçok şeyin başka türlü olacağını hayâl eden bir insandım. Tamam, kabul: parlak bir zekâya, başarılı bir hayata veya mutlu bir aileye sahip değildim. Bir bankada (sabah akşam tekrar eden borsa değerlerinin, hisse senetlerinin, kredilerin arasında) çalışıyordum: belirli bir arkadaş çevresi içinde değildim. Akşamları evime dönüyor; eğer biraz şanslıysam kitap okuyor veya film izliyor, şanslı değilsem yatana kadar miskinlik ediyor, koltuğa uzanıp Thebai’nin kızgın güneşinden kaçıp Girit labirentlerinde savaşan, Homeros’nun destanlarına konuk olan bir kahraman oluyor; kimi zamansa eski kovboy filmlerindeki gibi köyü basıp güzel kızı yanına alarak atıyla toz ve toprak içinde kaybolan yakışıklı bir beyaz oluyordum. Bazen bir hata yapıyor, bütün hayâli baştan başa tekrar geçiriyordum gözlerimin önünden. Her şey, mükemmel bir düzenle yürümeliydi. Hiçbir noksanlığa, güçsüzlüğe veya kusura yer yoktu. Akşamları, benim için bir şafaktı sanki: insanların ve zamanla aralarındaki ayrımları fark etmekte zorlandığım yüzlerin dışında, on binlerce yıllık bir tarihin peşinde koştuğum; ruhani, büyük ve parıltılı bir şafak.

Bu ölüm, beni apansız yakaladı. Bildiğim kadarıyla hiçbir hastalığım, sıkıntım da yoktu. Yalnız biraz başımın sancıdığını anımsıyorum; doktorun bir ilâç yazıp beni gönderdiğini. Bir de Bilge’yi tabii, hayâllerimin kadınını. Bizim bankada çalışıyordu. Güzel bir kadındı. Bir şeylere inanmamın yegâne sebebiydi o: evimdeki bu karanlığı, düşlerimi, hayâllerimi bir an için olsun terk edişimin tek sebebi. Sonra o çarpık melodram: trafik kazası, ölüm. Ben o gün, Bilge’nin ölüm haberini aldığım gün anladım, her şeyin ne denli silik olduğunu.

En sonunda bir akşam, biraz sarhoştum sadece, işte o akşam, kulaklarımda bir keman konçertosu, gözlerim karardı. Her şeyin döndüğünü, etrafımdaki bütün nesnelerin birbirine karıştığını hissettim fakat bir o kadar da gürültüsüz oldu; sessiz, uğultusuz. Kendini denize bırakmak gibi. Başını çıkartıp nefes alana değin süren bir sıkışma hâli. Sonra gözlerimi açtığımda, kokuşmuş bir bedenle aynı halının üstünde olduğumu gördüm. Gündüzdü. Hemen dışarı attım kendimi. Yürüdüm. Yürüdüm. Başım dönüyordu: ölmek, ölmüş olmak, ne olacağını bilememenin yarattığı korkuyla ve gözlerimin önünde hep canlı duran kokuşmuş bir bedenin dehşetiyle saatlerce yürüdüm. Gerçek dünya farklıydı artık. Kimse beni görmüyor, duymuyordu. Sanki başka birisinin gözleri vardı benimkilerin yerinde. Başka birisinin teni. Bir süre bir mücadele veriyorsun kendi kendinle. Sonra alışıyor, umursamıyorsun.

Hiç değilse, diyorum şimdi. Hiç değilse aynalarda çıksam insanların karşısına. Yüzlerine bakıp kendimi göstersem. Çünkü bu boşluğun ve tanımlanamazlığın ortasında ne yapacağını bilememek, başkalarının da bu durumu görmesini istemek gibi bir hisse sebep oluyor. Birilerinin gelip beni bu sıkışmışlığın içinden kurtarmasını beklerken başka insanların da bana, bu acıya ortak olmasını istiyorum. Fakat kimse duymuyor sesimi. Bilge’yi çok aradım. Bu ölümün bende yarattığı tek umut, Bilge’yi bulmaktı ama nafile: na-fi-le!

Yapacak hiçbir şey yok. Ben ne kendime acımaktan ne insanları suçlu görmekten vazgeçebilirim. Hem artık, bir ruh olduğumu bile unutacağım. Bütün bunlara alışabilir insan. Birkaç eksiklik, yaşamın sürekliliğini bozmaz. Belirsizlik, desem; bundan önceki yaşamımda da çok büyük bir farklılık yoktu. Ben, her zaman olduğu gibi başkalarına bakacağım sokağa çıktığımda, insanları izleyeceğim. Bu gösterinin arkasında, gece olup da yatağına girdiğinde bir günün daha sona erdiğini ve benim aksime, biraz daha değiştiğini bilecek yüzler görüyorum: sabahları kalkacaklar; yıkanacak, pudralanacak, saçlarını tarayıp giyinecek, yüzlerine boyalar sürecek ve sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar sokağa çıkarak birbirleriyle sonu gelmez konuşmalara dalıp kelimelerin içinde kaybolacaklar. Bense onları seyretmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim: hem herkes olacağım hem de hiç kimse - ki bir nokadan bakılırsa ikisi de birbirinin aynıdır zaten: ne bir eksik, ne bir fazla.

Kategori:

Re: Perdenin Ardındaki

Öykü ikinci paragraftan başlayıp vereceği "iyi haberi" girişte verseymiş, hemen ilgi çekebilir ve daha çok okunurdu. Giriş, içerik hakkında hiç bir ipucu vermiyor ve güzel bir tema arada kayboluyor.


Re: Perdenin Ardındaki

""
Her şey, sürdürdüğünüz hayat gibi bir tekdüzelik içinde. Sanki olağan yaşamıma devam ediyorum. Sadece insanlarla konuşamıyorum artık: kimsenin ölü birisiyle konuşmaktan haz duyacağını da zannetmiyorum.

""
Yalnız bir türlü anlayamadığım, sonra düşünmekten sıkılıp bıraktığım bir şey var: benden başka, hiç hayalet yok!

""
Başım dönüyordu: ölmek, ölmüş olmak, ne olacağını bilememenin yarattığı korkuyla ve gözlerimin önünde hep canlı duran kokuşmuş bir bedenin dehşetiyle saatlerce yürüdüm. Gerçek dünya farklıydı artık. Kimse beni görmüyor, duymuyordu.

soru : bu öykü nasıl yazılmış? başka bir ifade ile sormak gerekirse ; ben nasıl oluyor da bunları okuyabiliyorum?


Re: Perdenin Ardındaki

""
Çok gevezelik edip size vermek istediğim iyi haberi epeyce sarkıttım sanırım(...)

mutlak bir iletişimsizlik halinde olduğunu söyleyen biri, neden "gevezelik ettiği" ve söylemek istediğini zamanında söylyemediği "için" kaygı duyuyor?


Re: Perdenin Ardındaki

""
Hiç değilse, diyorum şimdi. Hiç değilse aynalarda çıksam insanların karşısına. Yüzlerine bakıp kendimi göstersem. Çünkü bu boşluğun ve tanımlanamazlığın ortasında ne yapacağını bilememek, başkalarının da bu durumu görmesini istemek gibi bir hisse sebep oluyor. Birilerinin gelip beni bu sıkışmışlığın içinden kurtarmasını beklerken başka insanların da bana, bu acıya ortak olmasını istiyorum. Fakat kimse duymuyor sesimi. Bilge’yi çok aradım. Bu ölümün bende yarattığı tek umut, Bilge’yi bulmaktı ama nafile: na-fi-le!

""
Yapacak hiçbir şey yok. Ben ne kendime acımaktan ne insanları suçlu görmekten vazgeçebilirim. (...) Ben, her zaman olduğu gibi başkalarına bakacağım sokağa çıktığımda, insanları izleyeceğim. Bu gösterinin arkasında, gece olup da yatağına girdiğinde bir günün daha sona erdiğini ve benim aksime, biraz daha değiştiğini bilecek yüzler görüyorum: sabahları kalkacaklar; yıkanacak, pudralanacak, saçlarını tarayıp giyinecek, yüzlerine boyalar sürecek ve sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar sokağa çıkarak birbirleriyle sonu gelmez konuşmalara dalıp kelimelerin içinde kaybolacaklar. Bense onları seyretmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim: hem herkes olacağım hem de hiç kimse - ki bir nokadan bakılırsa ikisi de birbirinin aynıdır zaten: ne bir eksik, ne bir fazla.

anahtar sözcüklerim : kaygı, suç ,merhamet, diğerleri, ötekinin yokluğu.

vardığım sonuç: Bu öykü imkansızdır.


Re: Perdenin Ardındaki

""
fısıltılarla birbirlerine anlattıklarına, bana çemkirdiklerine çok şahit oldum çünkü.

çemkirmek:
* (birine) Karş ı gelmek, sert cevap vermek.
* Köpek kesik kesik havlamak.
TDK Büyük Türkçe Sözlük

Cümlede "çemkirmek" sözcüğü tam anlamında kullanılmamış gibi geldi bana. Cümle içindeki kullanılışına göre, hakkında olumsuz dedikodular yapmak benzeri bir anlamda kullanılmış sanki.

Öykünün geneli için Oktay'ın saptamaları, kurgusal-mantıksal olanaksızlığa değiniyor.

Benimse başka bir yanı gözüme ilişti; "Hayalet Hikayeleri"ne çokça şerbetli olduğumuzdan belki, bazı bölümler pek "klişe" diye düşünüyorum.

Cennet-cehennem'in varlığı-yokluğu, tanrının da öyle, insanların görmediği beden gibi.

Çok tüketildiği için sanırım, bu konularda yazmak biraz zor.


Re: Perdenin Ardındaki

yukarıda yazdıklarımla kasttettiğim şey, öykünün yalıtılmış steril konum tasavurrundan kaynaklanan ontolojik bir imkansızlığı ifade ettiği, etmek zorunda kaldığıdır. son paragraf, öykünün içine girdiği çıkmazın bir başka ifadesi olarak okunabilir. ("Yapacak hiçbir şey yok. Ben ne kendime acımaktan ne insanları suçlu görmekten vazgeçebilirim." )

bu öykü, post-modern denilen dünyanın bunalımıdır. önceden bu dünyanın değerini öte dünya belirliyordu. yaşamın değerini sonsuz yaşam olan öte dünyadaki yaşam belirliyordu. öte dünya tasavvurunun çöküşü, bunun için sadece öte dünyanın çöküşü değildir. yaşamın bu dünyanın çökmesi demektir. zaten onun için, anlatıcı öldükten sonraki yaşamı ile ölmeden önceki yaşamı arasında bir fark olmadığını söylemekte. ikisi de değerini bulduğu öğeden yoksun kalmıştır, boşunadır.

***
boşunanın hazzı izlemektedir.(gösteri toplumu vs.) başkasını izlemek, izlemekte olduğu için -izlenen olmadığı için- suçlamaktır. suçlama burada şekil değiştirir. önceleri, öte dünya varken öte dünya(tanrı) bu dünyayı izlerdi ve izlenen bu dünya(insan) yaptıklarından sorumlu tutulur, suçlanırdı. (diyalektik bunun insanın aslında kendini suçladığı anlamına geldiğini açıklamıştır) ama suç yine de bir "kurtuluş" ile müjdelenmiştir. oysa burada kurtuluş yoktur, çünkü öte dünya yok olmuştur. o da, bu dünya gibidir, hepsi birdir. öte ile bu dünya birbirine karışmıştır.

***

öykünün imkansızlığını birbiriyle ilişkili olan iki boyutta incelemek gerekiyor:1- anlatıcının yalıtılmış konumundan kaynaklanan, öykünün dile gelememesindeki imkansızlık 2-öykünün bize sunduğu dünyanın imkansızlığı ("öte dünyanın" olmadığı yerde, "bu dünya" nasıl "vardır"...)

bu iki boyut birbirinin mantıksal sonucudurlar ve mekanizmanın hala ne denli abuk bir metafizik kurgu ile işletilmekte olduğunu gösterirler.(aslında bu "özne" / "nesne" fiksiyonlarına hala gösterilen itibarın sonucu) anlatı yalıtılmış konumundan dolayı, öteki ile iletişimsizlik halindedir. yani, söz konusu olan bir aşkınlıktır. (kimin aşkın olduğunun kabul edildiğini bir yana bırakalım) bu aşkınlığın gerçekten aşkın olması halinde anlatıcının konuşması imkansızlaşacaktır. çünkü, eğer o sahiden aşkınsa bu durumda onunla konuşulmasına imkan yoktur. ama yine de "paradoksal" bir şekilde anlatıcı konuşmakta, anlatmaktadır. öte yandan bir de aşkınlık diye bir şey imkansızsa bu durumda da konuşmak "boşuna" olacaktır. işte öykü üzerine bu minvalde düşünülebilir.