UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Öykücünün Kitabı - Feridun Andaç

01 Mar 2010
Cihan Başbuğ

Şu sıralar F.Andaç'ın Öykücünün Kitabını okuyorum. Kitap, farklı öykücülerin, "öykü" kavramı ve öyküyle ilgili birçok konuyla ilgili görüşlerini içeriyor. Onat Kutlar'ı okuduğumuz ve zaman zaman 50 kuşağı kavramı üzerine konuştuğumuz bu günlerde, Erdal Öz'ün "50 Kuşağından Biri Olarak!" yazısıyla başlayacağım ve zaman zaman kitaptan alıntılarla devam edeceğim.

Kategori:

Re: Öykücünün Kitabı - Feridun ANDAÇ

""
50 Kuşağından Biri Olarak - Erdal Öz

Brezilyalı kadın sanatçı Clarise Lispector, “Yaşadığım şeyi kendime saklamak istemiyorum,” diye başlıyor bir romanına. Yazar, bir bakıma, yaşadıklarını kendine saklamayan kişidir, diyesim geliyor.
“12 Mart” benim için önemli bir tarih. Yıllarca yazmaya ara vermiş biri olarak, beni yeniden yazıya döndüren bir dönemeç noktası oldu 12 Mart. Öncesinde ve sonrasında gördüklerim, yaşadıklarım, izlediklerim ister istemez yaşadıklarıma yansıdı. Ve bunları kendime saklamak istemedim.
Gülünün Solduğu Akşam.O özel bir kitaptır. O kitap, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ayrılmış bir kitaptır. Öbür kitaplarımda da onlardan izler bulunabilir.
Ama ben güncel’in yazarı olmadım. Güncel olaylardan yazarak çıktığım öyküler oldu. Yaralısın adlı romanım da güncel olanın itisiyle ortaya çıktı. Ama gerek Yaralısın’da gerekse Kanayan’da günceli aktarmaya çalışmadım. Güncel’den yola çıktım ama amacım insan’dı, insanı psikoljik boyutlarıyla yakalamaktı; güncelin tutanaklarını tutmak değil.
Yaşamıma girmiş, belleğime kazınmış, yüreğimde ve bedenimde izler bırakmış olaylardan, bir yazar olarak elbette kendimi soyutlayamazdım.
Her öyküye, her romana böyle başlanamaz mı? Bir görüntü, bir ilişki, bir kıpırtı, bir düş, bir anı, bir hayal kırıntısı ya da buna benzer bir şeyler itmez mi yazarı yazmaya? İlk ivmeyi yakalamak önemlidir sanırım. Bu ivme de, yazarın yüreğinde kafasında iz bırakan bir dış olguyla doğar. Bende hep öyle olmuştur. Mamak Cezaevi’ndeyken, aylar sonrasında ailemle ilk görüş gününde, çok sevdiğim köpeğimin ölüm haberini öğrendikten sonra, “Kurt” adlı öykümü yazmıştım. “Güvercin” adlı öyküm de cezaevinde, pencereden içeri dalan şaşkın bir güvercinin getirdiği bir öyküydü. “Sığırcıklar” adlı öykümü de, yine cezaevinde, aylar sonrasında yazmıştım; ilk gözaltına alındığım gün, atıldığım hücredeki arkadaşın ilk sorduğu şey, kentin ana caddesinin iki yanında yükselen koca atkestanelerine akşamüstleri yine kuşların cayırtılarla toplaşıp toplaşmadığı olmuştu. Belli ki özlemişti o ağaçları, o kuşları. Dışarısını özlemişti. O soruyla doğmuştu o öykü. Ama bu öykülerin bu tohumları, 12 Mart’ın o baskılı ortamında, insanı çırılçıplak yakalama olanağı veren ipuçlarıydı yalnızca.
Yazar için ilk ivmeyi yakalamak önemlidir elbette. Yazılacak olanın ilk belirleyicisi, ilk doğum belirtisi. Ondan sonra bir serüvendir, bir yolculuktur; sürer ya da sürmez, ortaya bir öykü, bir roman çıkar ya da çıkmaz; ama başlangıç önemlidir. 12 Mart’ta yaşadıklarım, benim için yazmaya başlama nedeni olmuştur; o kadar. Ben 12 Mart’ı yazmadım.
Kanayan’ın arka kapağına şöyle yazmışım: “…diyelim, çevrilip dünyanın bir başka ucunda bile okunsa, okuyanın yüreğinde insancıl ve sanatsal bir sarsıntı yaratabilmeyi amaçlamıştım.” Doğruydu bu yargı.
Gülünün Solduğu Akşam’ın arkasına yazdığım küçük tanıtma yazısı da şöyle bitiyor: “Anı, belge, anlatı karışımı bu kitap dilerseniz bir roman gibi okuyun; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı olsun.”
Şimdi bakıyorum da, yazdıklarımda acılar, hüzünler, yalnızlıklar ağır basıyor. Anlaşılan ben acıların, hüzünlerin, yalnızlıkların olmadığı bir edebiyatı sevmiyorum. “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye sorarken , Nazım Hikmet de böyle düşünmüyor muydu dersiniz? Ahmet Haşim, “Melali anlatmayan nesle aşina değiliz” derken ne demek istiyordu acaba?
Ama bu mutsuzluklar, bu acılar, bu hüzünler, bu yalnızlıklar, yeter ki insan yüreğinin götürdüğü ortak bir yolculuğun izleini taşısınlar, yeter ki umudu silmesinler, yürekleri karartmasınlar.
İstanbul Üniversitesi’ne ilk geldiğim günler, düşünüyorum. İlk sınıflar, ilk arkadaşlıklar, ilk aşklar, ilk edebiyat dostlukları. Hukuk Fakültesi’nde okuyordum. Onat Kutlar, Demir Özlü, Hilmi Yavuz aynı sınıftaydık. Hukuk Fakültesi’nin büyük kantinindeki büyük yuvarlak masa geliyor gözlerimin önüne. Kimler yoktu ki o masanın çevresinde. Değişik fakültelerde okuyor olsak da orada buluşuyorduk. Doğan Hızlan, Konur Ertop, Ercüment Uçarı, Önay Özer, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Ergin Ertem, Onat, Demir ve sonradan yazmayı bırakan arkadaşlar.
Sonra da “A Dergisi”. İlk sayılardaki başyazılar benimdi. İki kere ara verse de uzun süre çıktı bu dergi. Şimdi elimde pek az sayısı var. 12 Mart’ın götürdüklerinden biri de o dergilerdir.
Ben Mamak Askeri Cezaevi’ndeyken İstanbul’daki arkadaşlar “Yeni A” adıyla dergiyi yeniden çıkarmaya başladılar. Derginin en güzel dönemidir.
Bu hücrede geçen gözaltı sürem dolup da tutuklanınca yazdığım öyküleri, bir yolunu bulup memet Fuat’ın çıkardığı “Yeni Dergi”ye göndermiştim. O öyküler “Yeni Dergi”de yayımlanamadı. Sanırım Memet Fuat, öykülerimi beğenmemişti. İstanbul’daki arkadaşlar bana derginin çıkan sayılarını yolluyorlar, benden de yazı istiyorlardı. O öyküleri gidip Memet Fuat’tan almalarını yazdım. Nurer Uğurlu gidip almış. Bir sonraki sayıda “Sığırcıklar” adlı öykümün yayınlandığını, bir gazetede çıkan dergi ilanından öğrendim. O sayı cezaevine sokulmadı. Cezaevi Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazıp derginin o sayısında bir öykümün yayınlandığı, dergiyi görmek istediğimi belirttim. Cezaevi avlusunda, havalandırmadaydık. Demir kapılar açıldı. Cezaevi yetkilisi Yüzbaşı Poturna (adını da kendisini de unutmam imkansız) yanında iki astsubayla ve elleri coplu çavuşlarla avluda belirdi. Biri yüksek sesle adımı çağırdı. Yeni bir işkenceye götürüleceğim ürpertisiyle kendilerine yaklaştım. Yüzbaşı, beş altı metre kadar uzağında durdurdu beni. “Bir dilekçe vermişsin. Dergideki yazını görmek istiyormuşsun,” dedi. “Evet,” dedim. Yanındaki astsubaya buyurdu: “Göster!” Astsubay elinde tuttuğu derginin orta sayfasını açtı, açık tuttu. O zaman gözlerim bu kadar bozulmamıştı. Uzaktan adımı ve “Sığırcıklar” başlığını okuyabildim. Yüzbaşı, “Gördün mü?” dedi. Başımı salladım. Döndüler, bir manga asker subay, demir kapıyı kapatıp gittiler. Ondan sonra da “Yeni A Dergisi” cezaevine sokulmadı. Gerek o öykümü, gerekse daha sonraki sayılarında çıkan “Güvercin” ve “Kurt” adlı öykülerimi aylar sonrasında, cezaevinden çıktıktan sonra görebildim.
Şimdi düşünüyorum da, o günlerden bugünlere, az da yazsak, bir kuşak gibi geldik. Bize “50 Kuşağı” diyorlar. Evet, az yazan b,r kuşak olduk. Özellikle öyküde Onat da, Adnan da az kitap çıkardılar. Ben de; Demir Özlü de, Ferit Edgü de, Onay Sözer de.
Ama bir gerçeği açıklamak doğru olur.: Bu kuşağın öyküleri yoğun öykülerdir. Öykülerin pek çoğunun dokusunda seyreklik yoktur. Bu kuşağı ayakta tutan da bu olmuştur. Belki öykülerin genellikle kısa oluşunu da bir özellik olarak belirtmek gerek. Kısa, ama yoğun öyküler. Bu öykülerin oluşturduğu kitaplar hala gündemdeyse, hala yeni basımları yapılıyorsa, bunun üzerinde durmak gerekir.
Yazılarımızdaki Türkçenin de tadı bir başkadır. Dil bizim için bir amaç olmadı gibi geliyor bana. Ama Türkçeyi, tek gereç olarak, en ekonomik biçimde kullanmayı becerdik sanıyorum. Ataç’tı bize bu aşırı dil duyarlılığını aşılayan. Ataç’a tutkunduk. Öykünün, romanın, yalnızca bir dil olayı olmadığını, ama öncelikle bir dil ürünü olduğunu bilerek yazdığımızı sanıyorum.
Bir yanda “A Dergisi”, bit yanda “Mavi Dergisi”. Ama işte “50 Kuşağı” buydu. Ve bu iki topluluğun dışında birkaç genç isim daha. Yanılmıyorsam , bu iki derginin değişik tutumlarına karşın, ortak eğilimler, sonradan “Pazar Postası”nda buluşnca ortaya çıkmıştır. Biz “A”cılar, genellikle Beyazıt’ta, Laleli’de, Aksaray’da, Yenikapı’da buluşanlardık. Mavi’cilerse, İstiklal Caddesi’ndeki Baylan Pastanesi’nde buluşuyorlardı. Onların bir bölümü de Ankara’daydı. Ferit Edgü, Fikret Hakan, Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay, Asaf Çiyiltepe, Güner Sümer, Ege Ernart ve başkaları. Onların mekanı Baylan Pastanesi’ydi. Onların yanında Atilla İlhan vardı.
Bizler, daha Anadolu kökenli, dar gelirli ailelerin çocuklarıydık. Bizim yanımızdaysa Orhan Kemal, Edip Cansever vardı.
Rilke’nin Malte Lauridis Brigge Notları adlı kitabı başucu kitabımızdı. Bizi çok etkilemiştir; biz dar gelirlilerin çocuklarını.
Edebiyatın ve felsefenin bütün güzelliklerine açıktık. Belli bir edebiyat akımının rüzgarına kapıldığımız söylenemez. O günlerin toplumcu gerçekçi edebiyatı, daha çok “köy edebiyatı” görünümündeydi ve içimizde köy kökenli kimse yoktu. Baylan’cıların da yoktu. Onlar daha çok İstanbul kökenliydiler. Ama kasaba ve kent edebiyatı 50 Kuşağı’nın geliştirdiği bir edebiyat olmuştur.
Bizim kuşağın üzerinde belki Sait Faik, Orhan Kemal, hayranlık uyandırmışsa da, edebiyatımıza yön verenler olmamışlardır. Bizden önceki Türk yazarlarının da yazdıklarımızda pek etkileri görülemez. Ama dünya edebiyatına çok açık bir kuşak olarak işe başladığımız bir gerçektir.
Kendi adıma, insan’ın, bütün boyutlarıyla, bütün derinlikleriyle edebiyatın ana konusu, ana nesnesi olduğunu Dostoyevski’yle kavradığımı belirtmeliyim. Çehov’sa, bana, doğrusu, her görüntüden, her kıpırtıdan öykü çıkarabileceğini, öykünün o yoğunlaştırılmış naifliğini öğretmiştir; Sait Faik de.
Bir felsefi düşünce akımı olarak “Varoluşçuluk” - o günlerin gündemindeydi – ama çok, etkilemiştir bizim kuşağı. Bu etki özellikle Demir Özlü ve Ferit Edgü’de fazlasıyla görülür.
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: Şiirde olsun, öyküde olsun – ama romanda değil - , “50 Kuşağı”, ürünleriyle daha sonraki yıllara ağırlığını taşımış bir kuşaktır. Belki, “68 Kuşağı” diye andığımız eylemci genç kuşağı da, “50 Kuşağı”nın pek uzağında düşünmemek gerek diye düşünüyorum.

kaynak : Feridun Andaç, Öykücünün Kitabı, Varlık Yay., İst, 1999, sayı 562, sf 84-89


Re: Öykücünün Kitabı - Feridun ANDAÇ

""
""
Bir Öykü Nasıl Başlar? - İnci ARAL
"Senin beni evde yalnız bırakıp gezmeye gittiğin bir gün kendimi çamaşır ipiyle asacağım!" dedi babam, anneme. "Hem de arka bahçedeki zerdaliye..."
"Sus" dedi annem, "çocuğun yanında deli gibi konuşma!"
Zerdaliyi düşündüm. Babamı taşıyabilir miydi? Hayır,olacak şey değildi. Yeni çiçeklenmişti, baharın başındaydık, aldanmış olduğu bile söyleniyordu. Her yıl acele ederdi zaten böyle. Ama babam? Kendini öyle ölü olarak... Yani nasıl düşünebilirdi zerdalinin bembeyaz çiçeklerle dolanmış dalından aşağı sarkarken?
"Ben hep senin yanında kalırım, n'olur asılma", dedim ona. Ağlamaya başladım.
"Çocuğu korkutmaya utanmıyor musun dedi annem, bulaşık tasından çıkardığı ellerini sinirle önlüğüne kurularken. Manisa'da Rumlardan kalma, tek katlı , bahçe içinde bir evde oturuyorduk. Birkaç yıldır sağ yanı hafif felçliydi babamın. Eli güçsüz, dili peltekti, yürürken baston kullanıyordu. Genç yaşında bu duruma düşmek de ruh sağlığını bozmuştu. Annemi uçan kuştan kıskanıyordu. Hep yanında otursun istiyordu.

Birkaç ay sonra öğleden sonra ikimiz yalnızken bahçedeki çamaşır ipini söktü. Ucunu düğümleyip boynuna geçirdi. Öteki ucu ardından sürükleyip zerdaliye yürürken çocukluğumun ilk dehşet duygusunu tattım. Ayaklarına atılıp sımsıkı sarıldım, çırpınıp yalvardım ona, yapmasın diye. Vazgeçti, ama bu sırada ruhumda bir çatmala oldu. Büyük bir yarık açıldı, bütünlüğüm parçalandı. Güvensiz, içe kapalı, nevrotik biri olmanın temelleri atıldı. Kuşkusuz ben, bunun böyle olduğunu çok sonraları anlayabildim. Hayatımda kırık döküğü toplamayı bir türlü bitiremediğimde.
Babam, andığım bu olaydan on ay sonra ikinci bir beyin kanamasıyla öldü. O gün yazdığı intihar mektubunu ölümünün üçüncü günü bir kitabın içinde buldu annem. Kitabın Stendhal'ın "Kırmızı ve Siyah"ı olduğu kalmıştı aklımda. Ama belki de ben yakıştırdım, düşledim sonradan bu ayrıntıyı. Tam tamına otuz üç yıl sonra bu acı anıdan yola çıkarak yazdığım bir öykü için uydurdum bunu ve yazdığım öykü benim için öylesine gerçeklik kazandı ki, asıl gerçeğin önüne geçti.
Ben dönüp dolaşıp, kendi uydurduklarına önce kendileri inanan yalancılar gibi hissederim kendimi çok zaman. Düşlerimle gerçek yaşamımı birbirine karıştırdığım olur. Bütünüyle kurduğum öykülerimde can verdiğim kişiler, insanlar sanki sahiden varmışlar da bir yerlerde yaşamlarını sürdürmekteymişler sanırım. Onları sever ya da kızar ama ne olursa olsun sevecenlikle düşünürüm. Rüyalarıma girdikleri de olmuştur. Bir sokakta karşıma çıkıverdikleri de.

İzmir'de bir imza günüme gelen yargıç, "Ben Özdemir'im" dedi bana. Geçen yıl "Kıran Resimleri"nde Kahramanmaraş kıyımı davasına bakan bir yargıçı anlatmıştım ve adı Özdemir'di.
- Gelip duruşma salonunu gördünüz değil mi? diye sordu.
- Hayır, dedim.
- Ama o kürsünün üstündeki vantilatörü, o koca örümceği bile nasıl bildiniz?
- Adana Şeker fabrikası konukevini gördünüz öyleyse?
- Yo görmedim.
- Ama aynen o bahçeyi anlatmışsınız!
- Bütün resmi daire ve kurumların bahçeleri birbirine benzer de ondan.
- iyi ama o yalnızlık, bizim yargıç olarak davanın büyüklüğü altında ezilmemiz, bütün o karmaşık duygular, kaygılar...Yargıç arkadaşlardan biri akrabanız ya da tanıdığınız sanırım.
- Yok canım hiç ilgisi yok!

İşte Özdemir emekli olmuş İzmir'de yaşıyor. Gülgez Ankara'da bence, Elif İsviçre'de. Sonra Güher ölmüş olabilir. Serpil Aydınlı ne kadar yaşlandı kimbilir, Bersu evlenmiştir kendi yaşında biriyle. ne kadar da "ben"im hepsi, ne kadar da kalabalığız onlarla.

Benim çocukluğum olmadı. Gene de çocukluğum sayılacak dönemden anlatılmamış bir çok öykücük var daha. Bazıları birer cümleyle girmişlerdir öykümün en az kanatacak yerine. Kimilerinin ise belleğimin en karanlık, en kuytu köşelerinden dışarı çıkıp çıkamayacakları asla bilenemez. çocukluğumu , gençliğimi, geçmişimi yazmak istiyorum oysa ölmeden önce. Korkmadan apaçık kimseyi ilgilendirmiyorsa bile beni ilgilendiriyor artık bu geçmiş.

Ağabeyimin anneme aşık olan arkadaşını anlatmak istiyorum. Türksen Abla'nın korkunç uzun tırnaklarını batırarak kulağımı çekişini. Emine'yi. Güler Çakıcı'yı. Onun vizon kürküyle yatakhaneye geldiği, ortadaki üst ranzaya oturarak bize yeni yaşamını anlattığı geceyi. En umutsuz yolculuklarını. Bütün buluşmalarını. Ne kadar az şey yazdım daha, ne kadar az şey anlattım. Başımın içinde binlerce öykü var. Sözcüklerle, gündoğumları ve akşamlarla, şarkılar, dokunuşlar ve hoyratlıklarla kaydolmuş öykücükler.

Ama nereden, nasıl başlanmalı? İlk ve en önemli sorunum budur. Benim en büyük sorunum budur. İlk cümle, çünkü ben bir öykünün ilk cümlelerini okurum veya bırakırım o öyküyü okumayı ya da farkında olmadan okur bitiriveririm tümünü. Su gibi akıcı, şiir gibi vurucu, ışık kadar kuşatıcı olmalı bir öykünün başı. Eğer bu kadar çok yazılacak şey var da ben bu kadar az yazabiliyorsam bu yüzdendir. O büyülü ilk sözcükleri bulup yakıştırmanın, söze o öyküyü sürükleyip götürecek bilgelik ve ustalıkla başlamanın güçlüğündendir.

Benim çocukluğum olmadıysa da bir zamanlar çocuktum. Çocuğa benzer bir küçük kızdım. Öyle masallar anlatırdım, öyle düşler kurardım ki annem, "Uydurukçu" takmıştı adımı. Sonra dağıldı evimiz. Ölümler, göçleri ayrılmalar yaşadım. Okul ve çevre değiştirmeler yüzünden hırpalanmış yalnız ve çekingen bir çocuk oldum. Düşlerim korkutucu, duyarlığım hastalıklı hale geldi. Benimle ilgilenecek, sevgi gösterip kucaklayacak kimse yoktu. Kitaplarla, kağıtlarla dostluğum çok erken başladı bu yüzden. Tek şansın kaldığım evlerde bol kitap kağıt bulunmasıydı. Kitaplar sığınağım oldu. Okuduklarımı düş gücümle süslüyor zenginleştiriyordum. Kitaplar benim gibi yalnız ve sevgisiz kalmış bir çocuğa içinde benim de yer aldığım dünyalar sunuyordu. Bugün bile okumanın büyüsü budur bana göre. Kısaca, o koşullarda kendim için kapalı devre bir dünya kurmaya çalışmış olmalıyım. Daha o yıllarda sevdiğim yazarlar, öyküler oldu. Edgar Allen Poe'nun, O.Henry'nin öykülerini okuduğumda on üç on dört yaşlarındaydım. Ardından Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal'in öyküleri geldi. Memduh Şevket Esendal'ı, Maupassant'ı, Sait Faik'i, Sabahattin Ali, Katherine Mansfield ve Çehov'u çok daha sonra keşfettim.

Yetmişli yılların başında radyoda bir öykü saati vardı ve ben öyküye asıl orada okunan öyküleri dinleyerek gönül verdim. Kimin hazırladığını bilmiyorum, ama o program için çok iyi öykülerin seçilmiş olduğunu düşünüyorum şimdi bile. Bunlar arasında unutamadıklarım var çünkü. Örneğin, Juan Rulfo’nun “Bize Toprak Verdiler”i, Nezihe Meriç’in “Menekşeli Bilinç”i, Tahsin Yücel’in, Onat Kutlar’ın en güzel öyküleri ve niceleri.

Kendimi bildim bileli, ola ki ruhumu yeniden bütünlemek ve her zaman çok yakınımda duran ölüme meydan okumak, yani onu büsbütün okumak için, yazmayı denedim. Kendimi sevdiğim ama uzakta kaldığım insanlara anlatmayı sevdim. Bende birikenleri onlarla bölüşmeyi istedim ve uzun çok uzun mektuplar yazdım. Günlerimi yazdım defterlere, kırılmalarımı, çocuksu, geçici heveslerimi. Böylelikle henüz çok gençken insanın bencilliğinden daha yüksek bölüşme isteğine sahip olduğunu öğrendim.

İlk öykülerim geldi sonra. Birer mektuptular sanki bunlar. Benim için yıllarca yazıp durduğum mektuplardan farklı değildiler çünkü. Aynı içtenlikle ve rahatlıkla yazılmışlardı ve öykü olduklarından pek de emin olamayışım bundandı. Kadınlık durumuyla, kadınların sessizlik ya da başkaldırma, seçim ve yeğlemeleri ile küçük hesaplaşmalardı yazdıklarım. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu öykülerde kadının taşıdığı sevgi yüküyle bağımsızlığı arasındaki acıtıcı çelişkinin iyi çizilmiş olduğunu görüyorum. Ayrıca kısa, yoğun, biçimsel açıdan sağlamdılar. O yıl, 1977’de on iki öyküm yayınlandı dergilerde. Bu onaylanmak anlamı taşıyordu benim için. Bu yüzden de büyük bir yükümlülük altına girmiş sayıyorum kendimi. Yazmayı sürdürememekten çok korkuyorum nedense.

Bu korkudan hiçbir zaman kurtulamadım. Boş bir sayfa kağıt karşısında kapıldığım acemilik duygusu hiç geçmedi. Bana, yaz beni diye fısıldayan ya da yüreğim üstünde ağırlıklarını tasarlamak, kendi bakışımla, estetik boyutu da olan bir metin üretebilmek öyle sanıldığı kadar kolay değildir çünkü. Bir öykü yazmak, yazdıklarımızı incelemek, süzmek, damıtmak demektir. Öykücülük, kuyumculuktur.

Ben öykülerimi anlatırken, gördüklerimi duymaya, duyduklarımı görmeye, sezgilerimi ve düşlerimi yaşantıya dönüştürmeye çalıştım hep, acının ya da sevincin dışavuran taşkınlığına aldanmamaya uğraştım. Bu yüzden büyük umutlarla başladığım bir öykünün içinden bir türlü çıkamadığım zamanlar oldu ya da tersine anlatılmaya uygun bulmadığım bir başkası beklemediğim biçimde sonuca gitti. Öyküyü yazmak sonu bilinmeyen bir yolculuk, bir serüvendir çok zaman.

Benim öykülerim nereden beslendi? Düş kırıklıkları, iletişimsizlik, yaşama sığamama rahatsızlığından mı? Göçler, darbeler, kıranlar, kıyımlardan mı? Kadınların küçük avuntularla katlanır kılınmış gizemli iç yaşantılarından mı? Çözümsüz sevgiler, aşklar ve kopuşlardan mı? Kuşkusuz hepsinden. Sonra elbet okuduğum ve unuttuğum ya da unutmadığım bütün kitaplardan. Hayatın karmakarışık bütününden. Bir öykücü bu soruyu kendi kendine yanıtlayamaz pek.
/…/
kaynak : Feridun Andaç, Öykücünün Kitabı, Varlık Yay., İst, 1999, sayı 562, sf 193-198