UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Ödüllü Törenin Kitabı

21 Eyl 2010
elif cinar

Yeryüzünden bir davet aldım. İcabet etmemek, hayır demek mizacıma ters, olur, dedim. Ben buradan ayrıldıktan bir yıl sonra, 1987’de adıma bir yarışma düzenlenmiş; Haldun Taner Öykü Ödülü yarışması ve o günden beri, 2003 yılını saymazsak, her yıl tekrar etmekteymiş bu yarışma; gelenekselleşmiş. Bu yılki ödül törenine katılmam içinmiş bu davet. İyi ama dedim, herhalde, ödülü ben takdim edecek değilim, niye davet ediliyorum? Ödül Törenini İzleme Komisyonu oluşturulmuş. Bu komisyona başkanlık etmem isteniyormuş. Kim tarafından, hangi ihtiyaçla, tatmin edici bir yanıt alamadım ama vardır elbet bir nedeni deyip indim yeryüzüne. Yolculuğumu anlatıp gereksiz ayrıntılara girmek istemiyorum.

Beni, henüz lise çağlarında, genç bir kız karşıladı. Ben senin rehberinim dedi. Adını sordum. Önce biraz düşündü, sonra muzipçe gülümseyerek, adımı sen koy, dedi. Aklı selim bir kıza benziyorsun dedim, bu organizasyonda yer aldığına göre… Adın Selime olsun. Etraftakilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan kahkahayı bastı, pek beğendi adını. Nasıl mutlu beni gördüğü için, nasıl heyecanlı… Kelebeklerin ışığın etrafında döndüğü gibi dönüp duruyor etrafımda. Hararetli hararetli konuşarak yürürken bir bakıyorum ardımdan dolanıp sol yanıma geçivermiş. Bana bakarken gözlerinin içi parlıyor. Senli benli konuşuyor kırk yıllık ahbapmışız gibi; Haldun abi diyor bana. Bu samimiyeti biraz yadırgasam da, abi deyişi pek hoşuma gitti. Demek genç görünüyorum dedim kendi kendime.

Ne iyi ettin de geldin! Gelmezsin diye çok endişelenmiştim. Daveti kabul etmeyebilir demişlerdi. Nasıl oldu, nasıl karar verdin dedi sol yanımdan sağ yanıma dolanırken. Bilmem, dedim, belki de yeryüzünün sabahlarını özlediğim için geldim. Sabahın ilk saatleri benim saltanatımdı. Kırk elli dakika da sürse, o krallığımın her ânını yudum yudum tadardım… Denizin kişiliği bir başka gelirdi bana sabah saatlerinde. Kokular başka, renkler başka, hele sesler bambaşka. Kokularda tazelik olurdu, yıpranmamışlık… Seslere gelince, asıl şaşırtıcı olan seslerdi. Sabahın ilk saatlerindeki sesler, insanlığın ilk günlerindeki, ilk insanın, ilk algıladığı seslere benzerdi. Yepyeni, taptaze, ürpertici, merak uyandırcı… Tadına doyamadığım bu sabah saatleri için geldim belki, belki bu nedenle evet, dedim bu davete. Ellerini yumruk yapıp göğsüne bastırdı. Ah, ne güzel anlattın Haldun abi, ne güzel anlattın dedi hayranlıkla beni süzerek. Haldun abi, ben de merak sardım yazmaya. Gelmişken bir göz atsan yazdıklarıma deyip poşetinden bir tomar kağıt çıkardı. Aradan bir sayfa çekip bana uzattı. Hay Allah, dedim, böyle, yürürken zor olacak ama madem fikrimi almak istiyorsun bir göz atayım. Bana uzattığı sayfayı okumaya koyuldum: Yılanların gömlek dökme vakti gelmişti. Her taraf gübre ve bok kokuyordu. Kafesin duvarına yaslanmış kuş lıkır lıkır su içiyordu. Bir ara pençeleriyle kafesin demirine tutundu. Kuşun dudaklarından bir ıslık havalandı. Etraf tuzak ve fak doluydu. Yani ki, tehlikeliydi. Her şey tuhaf ve garipti. Gideceği yeri önce bir teşhis etmek istiyordu. Vakitler kalmamıştı. Dörtlü oturan bir masanın yanından geçti… Selimecim, dedim, kafasına ve kalemine çekidüzen vermeden okuyucunun önüne çıkan yazarı saygısız ve şımarık bulurum. Kitap çıkarmakta acele etme. Ama Haldun Abi… dedi. Sen Haldun abine güven, ona kulak ver, dedim. Selime, az önceki neşesini kaybetti, üzerine tuhaf bir tedirginlik geldi.

Bu komisyona ne sebepten seçildiğini bilmiyormuş ama ne iş yapacağını çok iyi biliyormuş. Organizasyonun programından uzun uzun söz etti. Selime, dedim, ödül alan kitabı pek merak ettim. Bundan öncekileri okuma şansım olmadı ama hazır gelmişken bu yıl ödül alan kitabı ben de okusam diyorum, ne dersin? Tedirginliğinin arttığını etrafımda attığı turları sıklaştırmasından anladım. Yerinde duramıyor, bir o yanıma, bir bu yanıma geçiyor. Böyle dolanıp dururken, Haldun abi olur mu ama, dedi. Neden olmasın Selime, bence gayet iyi olur, dedim. Zaten kulağının arkasında duran saçlarını oraya iyice yerleştirmeye çalışırken, aynı anda, yutkunmakta zorlanıyormuş gibi başını öne doğru uzatıp, yolumuzun üstünde kitapevi yok Haldun abi dedi. Bu kız beni epey eğlendirecek dedim içimden. Kaşlarımı çatıp şu söylediğin de laf mı şimdi Selime, dedim. Yolumuzun üstünde yoksa, yolumuzu değiştiririz. Hem dolanıp durma etrafımda, başım döndü. Buralara kadar gelmiş, ödül törenine katılmış da, gönül indirip ödül alan kitabı okumamış derlerse çok üzülürüm, dedim. Yok yok, öyle demezler. Artık o deyim başka anlamda kullanılıyor. Aşık olmak, biriyle birlikte olmak anlamında filan yani, dedi. Ne berbat bir Türkçen var senin Selime, dedim. Bu defa sahiden sinirlenmiştim. Filan yani de ne demek, hem sonra, gönül indirmek deyimi nasıl başka anlamda kullanılır canım! Gözlerini gözlerime dikip bön bön baktı. Hadi bakalım, dedim, düş önüme. Yoktur Haldun abi, ödül alan kitaplar çok satıyor, hemen bitiyor, dedi. Bazı yayınevleri çok küçük puntolu basıyor, okurken kafa göz kalmıyor, dedi. Şimdi bu kitabı okursan ödül alan öteki kitaplara haksızlık olmaz mı, dedi. Komisyon üyeleriyle buluşacağız, kitap almak için oyalanırsak geç kalırız, dedi. Ay, bir karnım ağrıyor Haldun abi, adım atacak halim yok, dedi. Bir kitap alacaksın, bin tane bahane saydın, ne pinti kızmışsın sen, nereden buldular seni dememek için kendimi zor tuttum. O halde kendim gider kitabı ödünç alırım, dedim. Bu tür işler için yeryüzünden birine ihtiyaç varmış. Bir kitapevine girermişim girmeye de kitabı alamazmışım, beni göremezlermiş. Peki, sen nasıl görebiliyorsun beni, dedim. Çok önemli bir sır vermek üzereymiş gibi birden ciddileşti. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp fısıldadı: Bilmiyorum Haldun abi! Uzatmayayım efendim, sonunda Selime’yi kitabı almaya ikna ettim.

Hemen bir kitapçıya girip kitabı aramaya koyulduk. 86’dan beri öyle değişmiş ki her şey, yaşadığım şaşkınlığı herhalde tahmin edersiniz. Ben meraklı bakışlarla etrafı seyrederken Selime rafların arasında dolaşıp kitabı aramaya koyuldu. Küçük kitapevleri kocaman mağazalara dönüşmüş. Kimi kitapları mağazaya girenlerin gözüne sokarcasına kasaların, birden çok kasa bulunuyor bu mağazalarda, önlerine, yanlarına istiflemişler. Ayın kitapları, çok satanlar gibi bölümler açılmış. Çok satanlar bölümündeki kitaplara kayıverdi bakışlarım, hiçbirinde ne benim, ne beğendiğim pek çok yazarın kitaplarını gördüm. Üzülmedim desem yalan olur.

Selime, kitabı aldım Haldun abi, dedi. Kurul üyeleri bizi bekliyor, gecikmeyelim. Mağazadan çıkıp yürümeye başladık. Garibim, acıkmış. Şu marketten bisküvi alayım, sen acıkmıyorsun ama Haldun abi benim karnım zil çalıyor, dedi. Pek rahatsız oldum. Hay Allah dedim içimden, üzerimde para da yok ki şu kızcağıza güzel bir yemek ısmarlayayım… Markete girip birkaç paket bisküvi aldı. O, aldıklarının parasını öderken ben de etrafa göz gezdirdim yine şaşkın bakışlarla. Kapıdan çıkmak üzereyken, birden, bangır bangır bağıran bir sesle Selime olduğu yere çakılıp kaldı. Mağaza görevlileri Selime’yi kenara çekip onun çantasını, poşetini aramaya giriştiler. Selime, gözleri dolu dolu, lütfen bana hırsız muamelesi yapmayın diye söylenirken, mağaza görevlisi, alarmı kitap öttürüyor, dedi. Dışarı çıkar çıkmaz Selime kitabın arka kapağının iç kısmına yapıştırılmış o şeyi söktü. Gördüğü muameleye öyle sinirlendi ki yolda onu sakinleştirmek için epey dil döktüm. Sen sinirleniyorsun ama Selime dedim, teknolojinin en gelişmiş ürünlerini kullanarak kitapları korumak kültürümüzün, sanatımızın gelişimi için önemli ve taktire değer bir ilerleme. Ben ilgili yayınevini kutlamak gerektiğini düşünüyorum dedim. Yine bön bön baktı yüzüme zavallıcık.

Kurul üyelerinin yanına gitmek üzere tıka basa dolu bir dolmuşa zar zor bindik. Yolculuk boyunca, aaa, burası orası mı, bu köprü de neyin nesi, hay Allah, köşedeki ahşap yapıya n’oldu diye hayretler içinde her bağırışımda, Selime, dolmuştakilere belli etmemeye çalışarak kulağıma eğilip n’olur sorma Haldun abi, sana cevap verirsem kendi kendime konuştuğumu sanıp deli diye dolmuştan atarlar beni. Hem ne önemi var ki, ben hiç bakmam etrafa, nasılsa çok uzun kalmayacaklar, beş, bilemedin on yıl sonra her şeyi yıkıp yeniden yapacaklar, diye fısıldadı. Onun bu vurdumduymazlığına çok içerledim sanki ahşap evin yok olmasından o sorumluymuş gibi.

Eski bir binanın kapısından içeri girdik. Oturanlardan birinin Nizamettin Bolayır olduğunu, Selim Işık’ın karşılamak için ayağa kalkıp bana doğru geldiğini görünce donakaldım, şaşkınlıktan dilim tutuldu. İçeri girer girmez, kimseyle selamlaşamadan, orada bulunanlara kitabı gösterip Haldun abi ödül alan kitabı okumakta çok ısrar etti. Ben de aldım, dedi Selime. Nizamettin Bolayır Selime’ye ters ters bakarak, biz zaten okumayacak mıydık efendim? Kitabı okumadan törene katılmak olur mu, diye çıkıştı.

Selim Işık, buyurun Haldun bey, hoş geldiniz dedi. Nereye oturmak istersiniz? Geçiniz şöyle pencere kenarına, mekânın en aydınlık yanına, okurken yorulmaz gözleriniz, sizi rahat ettirmek bizim görevimiz. Kekeleyerek, hoş bulduk, diyebildim. Selim Işık’ın gösterdiği yere oturdum. Nizamettin Bolayır, sakin, ağırbaşlı, yerinden kalktı, yanıma geldi, hoş geldiniz Haldun Taner bey derken elini hızla şakağına götürüp topuklarını birleştirerek selamladı beni. Sonra yerine dönüp bir an önce işe başlamak istediğini belli eden sabırsız bakışlarla orada bulunanları süzdü. Bu, selamlaşma faslının fazla uzamasını istemiyordu anlaşılan. Her zamanki gibi, kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirme arzusundaydı. Coşkun Ermiş, benim gelişime pek ehemmiyet vermemiş görünüyordu. O daha çok bulunduğumuz mekândaki eşyalarla meşgul gibiydi. Duvardan, Velasquez’in Las meninas tablosunu indirmeye çalışıyordu. Uzaktan, merhaba Haldun Taner, hoş geldiniz, şeref verdiniz, deyip yeniden tabloya döndü. Coşkun Ermiş’in peşinde dolaşan zayıf, çelimsiz, ufak tefek ihtiyarın kim olduğunu çıkaramadım ama yüzündeki acı dolu ifade çok tanıdık geldi. O, benim bulunduğum tarafa bakmadı bile. Coşkun Ermiş’ten bir saniye bile ayırmıyordu bakışlarını.

Selime, masaya oturup kitabı poşetten çıkarırken Nizamettin Bolayır’a dönüp merhaba Nizamettin Bolayır, nasılsınız, dedi, hiç yaşlanmamışsınız. Yüzüyorsunuz ya ondan. Aydanur nasıl, Üftade teyze nasıl? Sahi, Değirmendere’deki evi n’aptınız, sattınız mı? Nizamettin Bolayır, aile meselelerinin ulu orta konuşulmasından rahatsız, bana suçlayıcı, sert bir bakış atarak, efendim, buraya sohbet etmeye gelmedik. Herkes hazırsa başlayalım, dedi. Tabloyu bir sandalyenin üzerine bırakıp neye başlayalım efendim, dedi Coşkun Ermiş. Neye olacak efendim, kitabı okumaya. Vakit nakittir. Sandalyelerden birine oturan Coşkun Ermiş, heyecanla onayladı bu sözü. Hem de nasıl hem de nasıl, dedi. Vakti Nakte Çeviren Adam adlı bir oyun yazmıştım, eleştirmenler çok başarılı bulmuştu oyunumu. Coşkun Ermiş’in yanına oturan, bakışlarını bir saniye bile ondan ayırmayan ufak tefek ihtiyar, Coşkun Ermiş’in bu sözleri onun canını acıtmış gibi, yüzünü buruşturup masaya bir yumruk indirdi. Yalan, diye haykırdı. Aman efendim, dedim, gerginliğe ne gerek var. Bakın, yazık değil mi, durup dururken canınızı yaktınız. Selime, kulağıma eğilip Haldun abi bilmez misin, o, söylediklerine aldırmaz, bildiğini okur, dedi. İhtiyar’ın acı dolu yüzüne dikkatle bakınca onun kim olduğunu anımsadım. Bulkin! Hay Allah, dedim kendi kendime, ne tuhaf bir komisyon bu.

Selim Işık, nakitten laf açılmışken söylemeden geçemeyeceğim dedi. Pavese, bir yazar hiçbir zaman geçimini yazılarıyla sağlamak zorunda kalmamalı; çünkü o zaman ısmarlanan şeyleri yazmak zorunda kalır demiştir. Hayır, hayır, öyle dememiştir, dedi Selime. Pavese, bunalıp bir aynaya oturduğunu söylemiştir. Hayır, efendim, diye itiraz etti Selim Işık. Aynaya oturduğunu söyleyen Karşılıksız Fotoğraflar’ın anlatıcısıdır. Çağıralım efendim, gelip konuyu kendisi açıklığa kavuştursun, dedi Nizamettin Bolayır. Selime, bisküvi paketini açmaya çalışırken, çağıracaklardı, ama hiçbir yerde bulamadılar. Oturduğu binanın görevlisi kapıda adı yazıyor ama biz kendisini hiç görmedik demiş. Bunaldığını ve sonra bir aynaya oturduğunu söyleyen odur. Benim iddiam doğrudur. Sayfa 33, paragraf 2, satır 11, haydi üşenme oku bir bir, dedi Selim Işık söylediklerinin doğruluğundan en ufak bir şüphe duymadan. Neden aynaya oturmuş efendim, ayna kırılabilir, kırık parçalar kaba etine batabilir, hiç akıl kârı değil, hiç, dedim. Değil mi ya efendim, dedi Selim Işık. İnsanın herhangi bir organından kan kaybı sızması tehlikelidir. Affedersiniz, dedim, anlamadım? Kan kaybı, diyor Haldun abi, dedi Selime. Efendim, dedi Selim Işık, böyle kesici aletlerin açtığı yaralardan başka, bir de kaynamış suların yanıkları oluyor ki, bu da en az ötekiler kadar tehlikelidir. Çok şakacısınız Selim Işık, dedim. Ben şaka yapmıyorum sayın başkanım, dedi. Bir keresinde bacağımı yaraladım, öyle canım yandı ki adım atarken, bacağımı bükmemek için ayağımı sürttüm. Bu biçimde yürümek, başınıza geldi mi bilmem, çok güç ve zordur. Ayağınızı sürttünüz! Evet. Güç ve zor! Evet. Ayağınızı nereye sürttünüz efendim? Yere. Büyük kabalık ettiğimin farkındaydım ama kahkahalarımın önüne geçemedim. Af buyurun Selim Işık, dedim, size zahmet olmayacaksa, ayağınızı yere nasıl sürttüğünüzü göstermenizi istirham edeceğim. Selim Işık, yerinden kalkmak üzereyken Nizamettin Bolayır, sayın başkanım, dedi, her şeyi uygulamalı gösterirsek, ne bu kitabı bitirebiliriz, ne de töreni izleyebiliriz. Hem, adı geçen kitabı birlikte okumayacak mıydık? Selim Işık, kitapta yazılanları sayfa numarasına varıncaya kadar söylüyor. Lütfen duruma müdahale ediniz. Sevgili arkadaşlar, dedim, sorumluluğumun bilincindeyim ve bana verilen görevi layıkıyla yerine getirmeye çalışacağım. Öncelikle… Coşkun Ermiş, bir dakika sayın başkanım, deyip lafı ağzıma tıkadı. Uzanıp Selim Işık’ın önünden kitabı aldı. Gördüğünüz gibi bu kitap, kitap olma vasıflarının tümüne sahiptir. Bakın, sayfaları çevirebiliyorum. Arka ve ön kapaklar unutulmamış. Sayfa numaraları birbirini takip ediyor, atlama yok. Okumaya, üzerinde tartışmaya gerek görmüyorum. Son derece titiz bir çalışmayla hazırlandığı çok açık bu kitabın. Bulkin, onun sandalyesinin arkalığına tutunup acı içinde haykırdı, bunların hepsi yalan, söylediklerinin tümü, dostlarım, hepsi yalan! Coşkun Ermiş, ona aldırmadan yerinden kalktı. Sandalyeye yasladığı tabloyu alıp köşedeki bir masaya yatırdı.

Ben ağzımı açmaya fırsat bulamadan Selime’nin tiz sesi kapladı salonu. Ama Haldun abi, ben bu komisyonda yazmanlık yapmakla görevlendirildim. Hemen ödül törenine geçersek ben ne yazacağım? Sinirden sol gözüm seğiriyordu ama sakin görünmeye çalışarak, sevgili arkadaşlar, dedim. Kitabı okuyup değerlendirme yapmadan törene katılmamız mümkün değil. Coşkun Ermiş’in bu aceleci tutumunu anlayamıyorum. Ben oyumu, kitabı okuyup değerlendirme yaptıktan sonra törene katılmaktan yana kullanıyorum, dedim. İtiraz ediyorum sayın yargıç, diye bağırdı Coşkun Ermiş. Bir an önce zorunlu sahneye geçilmesini talep ediyorum. Selim Işık, ha-ha diye bir kahkaha koyverip buradan sana ne çok malzeme çıkacak bilmiyorsun, bindiğin dalı sallıyorsun, dedi. Nizamettin Bolayır, öfkeyle onları süzüp bana dönerek, sayın başkanım, dedi, birincisi, burası bir tiyatro salonu değildir. İkincisi, bu ‘ha-ha’ Selim Işık’a değil, Hikmet Benol’a aittir. Üçüncüsü, ‘bindiği dalı sallamak’ diye bir deyim yoktur. Bindiği dalı kesmektir doğrusu. Evet, elbette öyledir, dedim, aksini iddia eden mi var efendim. Selim Işık yeni bir oyun oynuyor olmalı. Ama, dedi Selim Işık kitabı Coşkun Ermiş’in koyduğu yerden alıp Selime’ye uzatırken. Selime bize bulacak o bölümü. Deyim kitapta ‘bindiği dalı kırmak’ olarak kullanılmıştır. Bakılırsa yayınevinin dediğine, bu kitap bir redaksiyon ordusunun elinden çıkıp geldi bize. Yayınevi, basılmasınakararverilenbireserbasılırkerredaksiyon-kurulununonayındangeçtiktenvedeneyimlibireditörünözenliçabalarındansonrabasıldığını-Türkyazarlarınıneserlerinihakettiğiözenleokuraulaştırdığını söylüyor. Siz bunun tersini mi söylüyorsunuz, ödüllü kitapta deyimin yanlış kullanıldığını mı iddia ediyorsunuz, dedi. Nizamettin Bolayır öfkeyle sandalyesinden kalktı. Kapıya doğru bir iki adım attı. Kendisine verilen görevi yerine getirmeden çekip gitmeye içi el vermedi sanırım, dönüp yine aynı sandalyeye oturdu. Saatine baktı. İki elinin işaret parmaklarıyla şakaklarını ovalamaya başladı. Selim Işık, onun gönlünü almak için olmalı, yerinden kalkıp Nizamettin Bolayır’ın yanına gitti. Nizamettin albayım, dedi, baş parmak daha uygundur bu işi yapmak için, bence siz başınız için baş parmağınızı seçin. İşaret parmağını kullanıp daha çok anneler, çocuklarını tehdit ederler. Hımm, bir daha öyle yaparsan seni babana söylerim derler. Bakın, çocuğa doğru işte şöyle ederler. Nizamettin Bolayır, önce, kısa bir şaşkınlık yaşadı, ardından en buyurgan tavrıyla, tekrar söylüyorum dedi, her şeyi uygulamalı göstermekten vazgeçiniz. Siz Hikmek Benol değilsiniz, bu nedenle, bana albayım demekten de vazgeçin. Şakaklarımı ovalamak için işaret parmağımı uygun görmüşüm onunla ovalıyorum, kime ne? Bu arada Selime, aradığı sayfayı bulduğunu müjdeleyen bir çığlık attı. İşte buldum! Kimse onun gösterdiği sayfayla ilgilenmedi ama kurula başkanlık ettiğim için Selime’nin parmağını üzerine koyduğu satıra göz atıp deyimin ‘bindiği dalı kırmak’ biçiminde kullanıldığını görünce Selim Işık’a dönüp Aristoteles’in, mükemmel olana eylem gerekmez; çünkü kendi içinde bir sondur o sözünü unutmayalım Selim Işık dedim. Kusursuzluk aramıyoruz, değil mi? Üç-beş hata da oluversin. Selim Işık, bana hüzünle bakıp reverans yaptıktan sonra yerine oturdu. Coşkun Ermiş ellerini iki yana açıp heyecanla, Üçün Beşin Lafı mı Olur adında bir oyun yazmalıyım. Bütün oyun hata üzerine kurulmalı, harika! Hatta oyunun kendisi bir hata olmalı, evet, müthiş bir fikir diye bağırdı. Ah, Bulkin durur mu efendim! Yalaaaan diye haykırıp inim inim inletti ortalığı.

Nizamettin Bolayır, masayı yumruklayıp herkesi susturduktan sonra bana dönüp artık tahammülünün kalmadığını bildiren bir bakış attı. Daha fazla zaman kaybetmeden kitabı okuyup gerekli tahkikata başlayalım, dedi. Evet, evet, diye onayladı Selime. Selim Işık, müsaade buyurursanız kitabı ben okumak istiyorum, dedi. Kimsenin bir itirazı olmadı. Herkes masanın başına oturdu. Selim Işık, kitabın arka kapağında yazılanlara bakıp kitabın Pavese’den bir cümleyle başladığını, Beatles’tan bir dizeyle kapandığını yazmış dedi. Nizamettin Bolayır, kim yazmış efendim, adı, sanı yok mu diye çıkıştı. Selim Işık, çenesini kaşıyarak, edebiyatta otorite olsa gerektir, matematik, muhasebe bilse gerektir diye cevapladı onu. Nizamettin Bolayır, bu yazıyı yazan zat ne maksatla kitabın bir başından bir sonundan bahsetmişler, neden alıntıları alıntılamışlar, arada düzgün bir cümle bulamamışlar mı diye sordu. Selime bu sözlere ağzındaki bisküvi parçacıklarını püskürterek gülünce, Nizamettin Bolayır duruma müdahale etmem için gözlerime baktı. Selime, dedim, Nizamettin Bolayır bunları hiç de şaka olsun diye söylemedi. Bir eksiği tamamlama gereksinimi ile… Coşkun Ermiş, bunu bir oyunumda kullanmalıyım, müthiş, müthiş diye bağırarak yerinden fırladı. Tabloyu alıp peşinde Bulkin’le salonun öteki ucuna gitti. Nizamettin Bolayır bana dönüp af buyurunuz başkanım, dedi. Sonra sesini yükselterek, sayın Coşkun Ermiş dedi, etraftaki eşyaları kurcalayıp yerlerini değiştirerek kitabın okunmasına engel oluyorsunuz, rica ederim oturunuz.

Zaten gerilmiş, burnumdan solurken Selime’nin attığı çığlıkla sıçrayıverdim. Yapılan değerlendirmeleri nasıl yazacağım, imkânsız, imkânsız… dedi Selime. Bakın, yayınevi, yazılı izin almadan alıntı yapılamaz demiş. Yok artık, daha neler, dedim. Fakat dedi Selim Işık, Pavese’den, Oğuz Atay’dan alıntılar var kitapta, kaynak gösterilmiş mi acaba? Yazarın kendisi ya da yayınevi ilgili kişi ya da kurumlardan izin almadıysa ya! Nizamettin Bolayır, kaşlarını çatıp tahkikat yapılması lazım gelir, dedi. Selim Işık, Nizamettin Bolayır’a bakıp büyüyünce bu yayınevlerini yasaklayalım, diye bağırdı. Yayımcılığı yasaklayalım ve hatta yayıncılığı! Nizamettin Bolayır, ben sizin Turgut Özben’iniz değilim, sizin gibi oyun oynamaya da hiç niyetim yok diye azarladı onu ama Selim Işık, hiç oralı olmadan devam etti, hatta üniversitelerin Türk dili ve edebiyatı bölümlerini yasaklayalım ve bu üniversitelerde hocalık yapan profesörlerin derslere girmelerini ve öykü yarışmalarının seçiciler kurulunda bulunmalarını da yasaklayalım. Selime araya girip Doğan Hızlan’la Semih Gümüş’ün kitapları da bu yayınevinden çıkmıştı. Onların kitaplarından alıntı yapmak da mı yazılı izne bağlı, dedi. Selim Işık, bu konudan sıkılmış olmalı, gözlerini devirerek, bunu bilmeyen mi var uzatma artık Selime, canım çok çekti, olsa da yesek bir peynirli künefe, dedi. Nizamettin Bolayır, künefe zaten peynirlidir, peynirli diye belirtmeniz çok gereksiz, dedi. Selime de evet, bence de peynirli sözcüğünü zikretmenize gerek yok, dedi. Sözcüğü zikretmedim, sarfettim dedi Selim Işık. Arkadaşlar, rica ederim uzatmayalım, dedim. Hayır, zikrettiniz dedi Selime. Bana dönüp Haldun abi, burada benim manevi şahsiyetim rencide ediliyor. Selim Işık sözcük dağarcığımın yetersiz olduğunu ima ediyor, dedi. Sus artık Selime dedim, manevi şahsiyeti rencide edilen biri varsa o da benim. Bu komisyonun başkanıyım ama kimsenin beni önemsediği yok. Herkes kendi gemisini yüzdürme peşinde. Pardon, dedi Selim Işık, son cümlenizi bağlayamadım ilk cümlenize. Ne bileyim efendim, dedim, söyledim işte!

Coşkun Ermiş heyecanla yanımıza gelip bütün hazırlıklar tamamlandı başkanım dedi. Zorunlu sahneyi izlemeye hazır mısınız? Nizamettin Bolayır, efendim, buraya oyun izlemeye gelmedik. Bizi duymuyor musunuz, kitabı okumadan törene katılmayacağız diye homurdandı. Duyuyorum efendim de anlamıyorum. Yalan, diye bağırdı Bulkin. Umutsuzluk içinde duvarları yumrukluyor, sandalyeleri tekmeliyor, yalan, yine yalan söylüyor, diye haykırıyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Kalkalım, kalkalım bir an önce, dedim. Kalkmamıza gerek yok Haldun abi, Atay’ın tekniği kullanılacak dedi Selime. Biz bu tarafta kalacağız, ödül töreni salonun öteki tarafında gerçekleşecek. Tam bu sırada salonun kapısı gürültüyle açıldı birden.

Beklemeden beni katılmak öykü ödülü törenine ne yakışıksız. Ne o? Korkuyor musunuz benden sizden daha ünlü olacağım orada ve otorite saymış kendini eleştirmenlerle tanışacağım, yakınlaşacağım her birinin gireceğim ve görüneceğim gözüne çıkacak haberlerim gazetelerin magazin köşelerinde diye kıskanıyor musunuz beni? Sarma ipek işlemeli, üzerinde siyah muslinden askılı Chanel giysi, lokma gözlü, uzun boylu, incecik, kadınsı çizgilerini yitirmemiş, yaşlı, bir kadın girdi kapıdan; yanında, omzunda kendi boyunca bir kamera taşıyan, bastığı yeri inleterek yürüyen bir adamla. Hoş geldiniz, safalar getirdiniz Zenîme. Aman efendim bu ne güzellik, bu ne ihtişam, bu ne parıltı, buyurun, buyurun dedi Coşkun Ermiş.
Uzanmıştım ıssız yatağa, neden sonra, ulumalar, iniltiler, çınlamalar, havlamalar, ezan sesleriyle dolu uykumun arasında, kitarayla söylenen yaslı bir şarkı eşliğinde patlama ve haykırışlar arasında ismimle çağrıldığımı işittim. Haber verdim Menipoma, kap gel kameranı dedim, yetiştim ikinci son şansıma, dedi etrafa göz gezdirerek. Kim olduklarını bilmediğimi bu yeni gelenlere duyurmamak için fısıldadım, kim bu gelenler Selime? Haldun abi sen tanımazsın, dedi bağırarak, biri gazeteci, biri yazar. Senden sonra çıkan bir kitabın kahramanları. Yazarının ismi, dur, neydi, hay Allah, hatırlayamıyorum. Ödüllere filan katılmayınca, gündemde olmayınca ismi akla gelmiyor. 2000 yılında Edebiyatçılar derneği, onur ödülü sunmuştu kendisine. Tüh bak, dilimin ucunda ama… Selime’yi bakışlarımla ayıpladım. Dönüp hoş geldiniz efendim, dedim. Bendeniz, Haldun Taner. Sinirli sinirli bakıp başıyla selamladı beni. Sonra Selime’ye dönüp gelmedi demek hatırına, dedi. Bir yazarın tutmasa da bir dediği ötekini, sabuklayıp abuklasa da görünmelidir hayal perdesinde elinde pastavla ve çemkirmelidir cesim laflarla ki getirmeli ses ve öfke kabul ve red, kırmızı ve siyah dediler görün, göz göze gel, göze iliş, göze gir, bakıl, söyle, ki tenceren kaynariken maymunun oynariken gir parlamentoya çık aredimentoya bul adamını yanaş eyi dolaş hoşamediyle höşmeri… Pek güzel buyurdunuz, dedi Coşkun Ermiş, biz de şimdi geçiyorduk o bölüme. Buyurun efendim geçin geçin uygun bir yere. Zenîme’nin Menipom dediği gazeteci, emir verir gibi bağırıyordu, bu bizim son şansızım, en öne geç, en öne, yanaş yanaş yanaş bakılacak yere deyip onu çekiştirerek kürsüye doğru sürüklerken Coşkun Ermiş onların ardından, peşinde Bulkin’le salonun öteki ucuna seyirtti. Sergilenmesini istediği Velasquez tablosunun önünde durup bir süre tabloyu seyrettikten sonra gidip kapının yanındaki düğmeleri çevirdi. Törenin yapıldığı taraf aydınlanıverdi. Yanımıza gelip o da bir sandalye çekti altına. Bulkin, oturmadı ama yine Coşkun Ermiş’in yanındaydı.

Salonda büyük bir alkış koptu. Alkışlar eşliğinde kürsüye çıkan ödül yönetmeni, bu ödülü değerli ve anlamlı kılan üç kriter olduğunu söyleyip kriterleri sıraladı: Gazete tarafından verilmesi, Haldun Taner adına düzenlenmesi ve Doğan Hızlan, Füsun Akatlı, Semih Gümüş, Tahsin Yücel, Şara Sayın, Hasan Özkılıç ve Demet Taner’den oluşan Seçici Kurulu. İtiraz ediyorum efendim, diye bağırdı Nizamettin Bolayır, kriterlerin sıralanışında bir usulsüzlük var, bir gazete neden kriter olup ilk sırayı teşkil ediyor? Selim Işık, heyecanla ayağa kalktı, oylama yapılmasını öneriyorum, dedi. Ödülü değerli kılan kriterler önemlidir diyenler üçyüz altmış derecelik bir açıyla, öyküyü değerli kılan kriterler önemlidir diyenler yüz seksen derecelik bir açıyla kendi etrafında dönsün. Selime ayağa kalkıp dönmeye çalışırken Zenime’yi kürsüye itekleyen gazetecinin sesi geldi kulağıma. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Hadi, üstüne kürsünün, herkesin göreceği yere, çık çık çık, dur şimdi biraz, oradan yeryüzüne gülümse… Coşkun Ermiş, bizi bırakıp ardında Bulkin, onların yanına, kürsüye koştu.

Bu kargaşada ödül yönetmenini güçlükle duyabiliyordum. Ödülün, anlatımındaki duruluk, özgün bir dil yaratma becerisi ve atmosfer yoğunluğu nedeniyle verildiğini söylüyordu. Coşkun Ermiş, kürsünün hemen yanında durmuş, bravo, müthiş, olağanüstü, diye bağırarak tezahüratta bulunuyordu. Bulkin, Coşkun Ermiş’in her ağzını açısında öfke ve acı içinde kürsüyü yumrukluyor, yalan, hepsi yalan, yine yalan söylüyor diye haykırıyordu. Zenîme, kürsünün üstüne çıkmış, daha yukarılara tırmanmak için çırpınıyor, gazeteciyse bir yandan Zenîme’ye talimatlar yağdırırken, bir yandan Coşkun Ermiş’le Bulkin’in bacakları arasından geçip taklalar atıyor, yerlerde yuvarlanarak değişik açılar yakalamaya çalışıyor, Zenîme’nin fotoğraflarını çekiyordu.
Kitabı okuyamadığımız için, ödül yönetmeninin yaptığı bu tespit hakkında bir değerlendirme yapamayacağız, dedim. Selim Işık, kalın, boğuk sesiyle, itiraz ediyorum, itiraz ediyorum diye bağırdı. Neye itiraz ediyorsunuz Selim Işık, söyleyin de yazayım, dedi Selime. Konuşmacı suyun hepsini içmemişti, bir yudum aldı almadı, görevli gelip bardağı götürdü! Nizamettin Bolayır, gürültüyle boğazını temizleyip efendim, bizim burada bulunma sebebimiz davetlilere verilen hizmeti gözlemlemek değil, dedi, rica ederim işimize bakalım artık. Benim itirazım konuşmacının sözlerinedir. ‘duruluk’un, ‘özgün bir dil yaratma becerisi’nin, ‘yoğunluk’un kitaptan alıntılar yapılarak örneklendirilmesi gerekmektedir, dedi. Selim Işık, yaz Selime, dedi, Nizamettin albayımın izlenimlerini de yaz, benimkileri de. Selime, önündeki kağıda abanıp yazmaya koyuldu.

Bu arada, salonda büyük bir alkış koptu. Konuşma sırasının seçiciler kurulu başkanına geldiği anonsu yapıldı. Başkan, benim yazar olarak öykülerimdeki kişiler gibi bir insan olduğumu ve son derece alçak gönüllü bir karakterim bulunduğunu söyledi. Benden böyle övgüyle söz edildiğini duyunca mahcup, başımı masaya eğdim. Son derece teessüf ederim sayın seçiciler kurulu başkanı, diye bağırdı Selim Işık. Haldun Taner’in öykücülüğü hakkında yazdığınız bir yazıda siz belirttiniz. Taner’in öykülerinde çıkarı peşinde koşan, zayıf karakterli insanlar da yer alır, sağlamı da dediniz. Yaz, Selime, seçiciler kurulu başkanı kurduğu cümlede… Selim Işık, boşuna bağırıyorsunuz dedim, zannederim onlar bizi görmedikleri gibi duymuyorlar da. Ayrıca, konuşmacının ne demek istediğini ben anladım efendim. Ama, sayın başkanım dedi Selim Işık, ne ifade edilmek isteniyorsa, bizim anlayışımıza yaslanmadan, kurulan cümle bunu kendi başına becerebilmelidir. Dili doğru kullanmak özen ve bakım ister ve sevgi ve şefkat ve ilgi ve dikkat ister. Evet, ben de aynı görüşteyim dedi Selime, dil özen, ister, dikkat ister, sonracığıma… Selime, dedim, yılların yazarına bunları söylemek çok ayıp, düpedüz ukalâlık ediyorsun. Ama Haldun abi dedi, bunları söylemek benim ukalalığımdan değil, sarf edilen cümlede görüldüğü üzre seçiciler kurulu başkanının dili kullanmadaki özensizliğinden kaynaklanmaktadır. Nizamettin Bolayır, sert bir hareketle ayağa kalkıp sayın başkanım, dedi, ben edebiyattan anlamam, burada disiplini sağlamakla görevli bulunuyorum. Fakat, göstergeleri, anahtarları, düğmeleri, kolları birbirine karıştıran, sadece motoru çalıştıran birine sen bu uçakla yolcu taşıyabilirsin denilemez. Bu konuşmacının sözlerinde bir eksiklik varsa eksiklik giderilmelidir. Derhal bir tahkikat yapılmalıdır.

Yeniden bir alkış koptu salonda. Tartışmayı bırakıp kürsüye yeni geleni dinlemeye başladım. Kitabın yazarıydı bu. Haldun Taner öykücülüğü karşısında tüm düğmelerimi bir kez daha ilikliyorum dediğini duyunca, başımı yine masaya eğip mahcup, sessiz konuşmayı dinlemeye koyuldum. Coşkun Ermiş’in bravo, en büyük yazar bizim yazar tezahüratı, Bulkin’in yalan, bütün söylediklerin, hepsi yalan haykırışı arasında yazarın sözlerini zar zor duyabiliyordum. Yazar, ödülü kazandığını öğrenince, doğruca kitabına koşmuş. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandın, haberin olsun deyip kitabını okşamış. Yazar sözlerini bitirir bitirmez salonda büyük bir alkış koptu. Kalabalığın bir kısmı törenden ayrılırken bir kısmı da yazarı kutlamak için kürsüye yöneldi. Olur şey değil dedi Nizamettin Bolayır, siz de gördünüz mü efendim benim gördüğümü? Aaa, diye bağırdı Selime. Kitap kedi gibi masadan atladı. Kürsüye, yazarın yanına gitti, bakın bakın bacaklarına tırmanıyor.

Ben ki, sözünü ettiğim bu yolculuğu gerçekleştirmişim, kitabın kedi gibi hoplayıp zıpladığına hayret edecek değilim a. Selime’yle Nizamettin Bolayır, kitaba hayret ede dursunlar, ben dağılmakta olan kalabalığı seyre koyuldum. Selim ışık, önündeki kağıda kafiyeli tümceler yazmakla meşguldü. Coşkun Ermiş, peşinde yalaaan diye haykırıp sağı solu yumruklayan Bulkin’le salonun bir ucundan öbür ucuna coşkuyla koşturuyor, Zenîme ve onun Menipom dediği gazeteci kürsüden ayrılmıyor, biri poz verirken öteki onun fotoğraflarını çekiyordu. Bir ara Selime’yle göz göze geldik. Onu yanıma çağırdım. Selimecim, dedim. Tören sona erdi, sanırım senin görevin de. Biz bir daha karşılaşır mıyız bilmem ama onlara, Nizamettin Bolayır ve diğerlerine sık sık uğra, onlarla sık sık görüş. Gülümseyerek başını salladı. Seni geçireyim Haldun abi dedi. Gerek yok dedim, salonda çok özlediğim bir iki dostumu gördüm. Biraz daha kalıp onları seyretmek, özlem gidermek istiyorum.

Notlar:

Nizamettin Bolayır: Haldun Taner’e ait, Küçük Mutluluklar adlı eserin kahramanı.(Alıntılar: Haldun Taner, Bütün Hikayeleri-4, Bilgi Yayınevi, Eylül, 2008)

Selim Işık: Oğuz Atay’a ait, Tutunamayanlar adlı eserin kahramanı.

oşkun Ermiş: Oğuz Atay’a ait, Oyunlarla Yaşayanlar adlı eserin kahramanı.

Hikmet Benol: Oğuz Atay’a ait Tehlikeli Oyunlar adlı eserin kahramanı.

Bulkin: Dostoyevski’ye ait, Bir Ölü Evinden Notlar adlı eserin kahramanı.

Zenîme ve gazeteci: Leyla Erbil’e ait, Cüce adlı eserin kahramanları.(Alıntılar: Leyla Erbil, Cüce, T.İş Bankası Kültür Yayınları, Haziran, 2003)

Bu öykü, Koridor Dergisi’nin 12. sayısında yayınlanmıştır.

Kategori:

Re: Ödüllü Törenin Kitabı

orijinal olmuş. keşke adı geçen karakterlerin öyküden önceki hayatları hakkında daha çok şey bilseydim dediğim kısımlar eyep fazlaydı hikayede..ama bu sadece benim yetersizliğimden kaynaklanıyor; okumamış olunca...

paylaştığınız için teşekkür ederim.


Re: Ödüllü Törenin Kitabı

Öyküyü 2008 Haldun Taner Öykü Ödülü'ne bir taşlama olarak okudum ister istemez ("Murat Özyaşar'a Milliyet Haldun Taner Öykü Ödülü törenle verildi"). Ödülü kazanan Ayna Çarpması'nı okumadığım için öykünün bir yanının bende eksik kaldığı hissine kapıldım. Meselâ öyküde sık sık karşımıza çıkan (ve birileri tarafından düzeltilen) bozuk ifadeler yazarın (Murat Özyaşar) dili kullanmaktaki özensizliğine bir gönderme olabilir mi? Açıkça dile getirilen "kaynak göstermeden alıntı yapma" meselesi söz konusu kitap ödülü aldığında gündeme gelmiş miydi? Bunun gibi sorular çoğalıyor zihnimde, fakat bütün bu sorulara bir cevap bulabilmek için kitabı da okumak gerektiğini düşünüyorum.

Dİğer taraftan bu öykü, daha genel bir düzeyde edebiyat ödüllerine yönelen bir yergi gibi de okunamaz mı?

"Ödüllü Törenin Kitabı" çok ilginç bir isim. İlk okuduğumda "Ödüllü töre ne ola ki?" diye düşünmüştüm. Meğer "tören"miş söz konusu olan. O zaman da "Ödüllü tören ne ola ki?" diye düşündüm. En son bunun da kitaba/ödüle/törene bir gönderme olabileceğinde karar kıldım. Elif'in ellerine sağlık.


Re: Ödüllü Törenin Kitabı

Şimdi sizin bakış açınızla bakarsak bu öyküye yani neden yazılmış olabileceğine dair bir sorgulama içinde olursak bu bir hayran genç bir insanın bilinçaltı tanrılarını düzene koyma
Ve onlara öykünüp kendini onun yerine koyma…

Ama unutulmamalı ki o tanrılar piramidin tepesinde şanslı doğanlar…

Saygılarımla..


Re: Ödüllü Törenin Kitabı

Törenin yapıldığı mekâna dair betim yok öyküde. Bana bu eksik kalmış gibi geldi. Eklemeli.