UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Murat Gülsoy'la Söyleşi

19 Oca 2011
Cihan Başbuğ

Hayalet Gemi zamanında, “Acaba haftaya neyle karşılaşacağız?” diye merakla beklediğimiz bir yazardı Murat Gülsoy. Her yeni ayda farklı bir yol bulup akardı onun öykü, deneme nehri. Bir tablo, mimari bir eser, sinema, tiyatro, hatta ve hatta devrin karikatür dergilerinin karakterleri ; Gönül Adamı, güncel bir şarkı, “Leyla’dan Geçme Faslı” bile çıkabilirdi öyküsünün bir kenarından, köşesinden. Öykülerinde hep yeniyi, farklıyı görebildiğimiz, dinamik,denemekten sıkılmayan, “genç” bir yazardı ve hala da öyle… Bu Kitabı Çalınla gelen 2001 yılındaki Sait Faik Hikaye Ödülü, 2004 yılındaki yunus Nadi Roman Ödülü aldığı Bu Filmin Kötü Adamı Benim, öykü severlerin bekleyip, geç de olsa kavuşabildiği Tanrı Beni Görüyor mu?, internet üzerinde çığ gibi büyüyen 602. Gece blog çalışması…

“Geçmiş denilen kişinin o yaşantı koleksiyonu veya dağarcığı ne kadar belirleyici olsa da, özgür irade, o küçücük irade bu saatlerde gelecek denilen o karanlık gecede olası yollar yaratmaya uğraşmaz mı?” dediği “Korkuyorum Lali”de olduğu gibi tüm öykülerinde kendisi gibi bizleri de meşgul etti; düşünmeye, bulmaya. Kısacası dinamizmiyle, hepimizin kitaplığında yerini aldı Murat Gülsoy…

Öncelikle Uzun Hikâye ekibi adına, bu ikinci söyleşimizde sizi ağırlamanın vereceği keyifle, öykülerinizde olduğu gibi farklı sorularla aklımızda yer edeceğinizi bilerek, heyacanlı olduğumu belirterek söze başlamak istiyorum. Hoş geldiniz.

Antik dönemlerdeki –lir çalan ozan- ya da ortaçağlardaki -trubadur- öykü anlatıcısıyla bugünkü öykücü arasında bir devamlılık görüyor musunuz?

Hikaye anlatmak ve dinlemek çok ciddi bir ihtiyaçtır. İletişimin temelinde yatan bir araçtır çünkü. Kendimizi, yaşadıklarımızı, başkalarını ve dünyayı hikayeler yoluyla kavrarız. Anlatımın o basit 5N1K kuralına sıkı sıkıya bağlıdır anlayış. Yani ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kim gibi soruların cevaplarını içermediği durumda anlatılanları tam olarak anlayamayız. Olup bitenleri iletmek ve anlamak, gelecek hakkında tahminlerde bulunmak bu sayede gerçekleşir. Bu insanın en büyük üstünlüğü. Tabii şöyle bir durumu da not etmek gerekir; hikaye bize o kadar doğal gelir ki, bu bildiğimiz kalıbın dışında gerçekliğin nasıl kavranacağını çoğu zaman sorgulamayız. İşte modern dönemin edebiyatçıları bunu yapmaya başladılar. Belki sorunuzun cevabı buralarda gizli. Hikaye anlatıcısı yazar elbette kadim atalarının anlatım araçlarını kullandıkları için bir anlamda onların devamı sayılabilirler ama yirminci yüzyılın başındaki modernistlerin yeni anlatım araçlarını araştırmaya başlamaları ile bu süreklilikte bir sıçrama olduğunu da söylemek mümkündür.

Yoksa bir kırılma noktası olarak yeniçağın başlangıcını/ Boccacio sonrası dönemi öykünün yeniden tanımlandığı bir alan olarak mı anlamalı?

Yazılı metinlerin daha çok üretilir ve erişilir hale geldiği dönemlerde yaşanan ilk sıçrama sanırım romanın ortaya çıkışına karşılık gelir. İkinci sıçrama da az önce söylediğim modernistlerin arayışlarıyla edebiyat tarihindeki yerini aldı. Ondan sonraki sıçrama galiba şu sıralar yaşanmakta; sürecin içinde olduğumuz için henüz ne olduğunu tam olarak tahlil edemiyoruz. İnternet ortamından söz ediyorum. Hikayenin, sözün hem kaydedilmesine, hem çoğaltılmasına hem de anında her yere iletilmesine imkan sağlayan bir ortam olarak internetin hikaye alanında bizi nereye götüreceğini henüz kavramış değiliz. İlk dönem (90ların ikinci yarısı) internet ortamında ortaya çıkan hypertext uygulamaları şimdi ne kadar yaygınlık kazandı, gelecekte nereye evrilecek tam olarak bilemiyoruz.

Modern edebiyatın en kritik yönü anlatıcı türlerindeki değişim olarak görünüyor. Tanrı anlatıcının konumunun tartışmaya açılmasıyla başlayan bu süreçte öykünün etkisi var mı sizce? Değişen tam olarak ne?

Edebiyattaki değişim ve dönüşümler sadece edebiyat içi gelişmelerle belirlenmiyor. Örneğin, tanrı yazar modelinin gözden düşmesi aynı zamanda her şeyi bilen yazar tipinin yok olmasıyla da bağlantılıdır. Bilim ve teknolojideki inanılmaz gelişme kısa bir süre içinde her şeyi bilen entelektüel yazarı imkansız hale getirdi. Ayrıca, psikolojideki ve siyasetteki gelişmeler de bu konuda ciddi bir rol oynadı. Bir sözün kim tarafından ve ne zaman söylendiğine bağlı olarak farklı okunabileceği anlaşıldı. Borges’in Don Kişot yazarı Pierre Menard öyküsü bu noktaya işaret eder. Pierre Menard Don Kişot’u yüzlerce yıl sonra kelimesi kelimesine yeniden yazar ve bunun yeni bir eser olduğunu iddia eder. Çünkü kullanılan kavramların içerikleri ve bağlamları değişmiştir. Bunları modern dönemde anlamaya başladık. İdeoloji ve bilinçdışı kavramlarının ortaya çıkışı edebiyata bakışı değiştirdiği gibi, modern yazarı farklı arayışlara sürükledi. Evet, anlatım biçimleri değişti, özellikle bakış açısı kavramı daha önce hiç olmadığı kadar önem kazandı. Daha önemlisi kendi üzerine düşünme (self-reflexivity) deneysel edebiyatla birlikte çok önemli bir teknik olarak edebiyat metinlerine girdi.

Sinemadan plastik sanatlara her alanda disiplinlerarasılığın tartışıldığı günümüzde öykünün diğer türlerle ilişkisi nedir? Böyle güçlü bir ilişkiden söz edilebilir mi?Sanırım bu soruyu korkmadan yöneltebileceğimiz bir yazarsınız. Zira , sanatın farklı alanlarının birbirini beslediği, etkilediği ürünlere ayrı bir değer veriyorsunuz öyle değil mi?

Evet, sanat yapıtları arasındaki geçişler, disiplinlerarası arayışlar her zaman ilgimi çekiyor. Öykü, temelde hikaye anlatan bir sanat dalı. Farklı örnekleri de var tabii. Ya da hikayeyi fragmanlarına ayırarak bize sunabilir öykü. Benzer durum diğer sanat dalları için de mümkün. Sanatın temel kavramları üzerinden baktığımızda öykünün diğer sanat dallarıyla ilişkilerini daha zengin bir şekilde algılamak da mümkün oluyor. Örneğin, sanatın oyunla ilişkisini düşünelim. Hemen tüm sanat dallarında bu oyunsuluk vardır bir biçimde: yinelenen örüntüler, desenler, melodiler, temalar, kafiyeler... İkincisi ve bence daha da önemlisi, sanatın bir de temsil işlevinin olması. Sanatsal metni diğer metinlerden ayıran bence çok önemli bir özelliktir bu: sanat yapıtı görünenin ardında başka durumları, şeyleri, kavramları temsil eder. Bu açıdan baktığımızda, örneğin pornografik olanla ile erotik olanı ayırt etmek mümkün hale gelir. Umberto Eco’nun bu konudaki analizleri çok hoştur, anlatı zamanı üzerinden inceler bu sorunu örneğin. Pornografide temsil yoktur, dolayısıyla hikaye de yoktur, sadece cinsel eylemlerin görüntülenmesi amaçlanır ve her şey gerçek zamanda gerçekleşir. Oysa sanat yapıtında izlenen sahne aslında başka bir şey (belki birçok şey) anlatır / temsil eder, o yüzden de zaman kırılır, kurgu ortaya çıkar. Öyküye, romana, edebiyata temel sanatsal süreçler bağlamında bakmak bana çok şey kazandırıyor, zihnimi açıyor.

Öykülerinizde genellikle “üst-kurmaca” tekniğini kullanıyorsunuz. Bu, “öykü içinde öykü” yaklaşımı çoğu yazar/ eleştirmen tarafından postmodern olarak niteleniyor. Bu düşünceye katılıyor musunuz? Yazarının farkına varan, kendi varlığını sorgulayan ya da okurla etkileşime giren kahraman, sizce postmodern edebiyatın bir öğesi midir? Yoksa bu Türkiye’de postmodernizmin algılanışından doğan bir yanılgı mı?

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Dünyada da benzer şekillerde tartışılıyor, çok farklı bakışlar var. Ben 602.Gece adlı kitabımda bu konuyu enine boyuna tartışmaya çalıştım. Mesele iki cümleyle özetlenemiyor, çünkü her yerde kavram kargaşası var. Modern, postmodern gibi kavramlar çok geniş bir alana yayılmış olduğu için çok farklı bağlamlarda kullanılabiliyor. Benim temeldeki yaklaşımım, asıl kopuşun modernistlerle başladığı ancak II.Dünya Savaşı sonrasında Nazilerin sistematik soykırım kamplarının ortaya çıkışıyla bilime ve ilerlemeye duyulan inancın sarsılmasıyla edebiyat ve sanatta modernist kavramının terk edilmesi ama aslında kazanımlarının farklı biçimlerle de olsa (ki bunların bir kısmına postmodern deniliyor) devam ettiği yönünde. Modernistlerin başından beri arayışlarının merkezinde insan bilişi yer almakta. Metakurmaca da evet bu anlamda insan bilişini ve metnin yaratım sürecini araştırmak konusunda önemli bir araç olabiliyor. Burada şunu da belirteyim: Benim metakurmaca tekniğinde ürünler vermem, bunun ‘doğru’ bir yöntem olduğuna duyduğum inançtan kaynaklanmıyor; hayır, en başından beri bu tarz bir edebiyat bana heyecan verdiği için bu şekilde yazıyorum. Bakın daha postmodern kelimesini bile duymadığım seksenlerin başında yazmaya çalıştığım ilk öykülerde bile kendisinin kurmaca bir karakter olduğunun farkına varan karakterler vardı. Belki de o yüzden de uzun süre yazdıklarımı yayınlatamadım. Bu sanırım zamanın ruhuyla ilgili bir şey. Bu arada üstkurmaca terimi yerine metakurmaca demeyi tercih ediyorum. Terimin orijinali metafiction ve meta- ön eki sadece üst anlamına gelmiyor, aradalık, tamamlanmamışlık ve dönüşme süreci anlamlarına da geliyor ki metakurmacanın ne olduğuna dair çok daha açıklayıcı oluyor. Üstkurmaca dediğimizde bunun sadece bir çerçeve hikaye ile katmanlandırmakla sınırlamış oluyoruz.

Bu anlatı tekniği yapıtlarınıza yeni bir bakış açısı getiriyor mu? Belirli konu daralmaları, birbirine benzer çerçeveler yaratıyor mu? Yoksa bu üslup seçimi bir tür özgürleşim olarak mı okunmalı?

Her konuda, her türde yazmak gibi bir arzum yok. Beni heyecanlandıran konular çoğu zaman birbirine benziyor. Kimi temalar ya da teknikler tekrar ediyor, farkındayım. Önceleri bunun kötü bir şey olduğunu, bir zayıflık olabileceğini düşünüyordum. Sonra şunu düşündüm: nasıl ki tekrar eden rüyalar insanın ruhsal durumuna dair ipuçları barındırıyorsa, tekrar eden temalar ya da yaklaşımlar da benim aslında gitmem gereken yol hakkında, benim hakkımda bir şeyler söylüyor olmalı. Benim için en doğrusu üzerine gitmekti, öyle de yapıyorum. Ben yazmayı sanatsal bir eylem olarak görüyorum. Profesyonel değilim, yani yazdıklarımın geliri ile yaşamak zorunda değilim. Dolayısıyla da kitaplarım bir arz-talep eğrisi üzerindeki bir nokta değil. Bu çok özgürleştirici bir durum. Ben de kendi meselelerimin peşinden gidiyorum. Özgürce...

Takip edebildiğimiz kadarıyla kısa kısa öyküyü (micro-fiction) çok tercih etmiyorsunuz. Günümüzde “kısa kısa”ya eğilim artmışken bu, bilinçli bir tercih mi?

Dediğim gibi moda eğilimler ya da konular nedir diye düşünerek yazmıyorum. Ama zaman zaman çok kısa diyebileceğiniz denemelerim de oluyor. 13 Çok Kısa Öykü buna bir örnek:13 Kısa Öykü

Aslında kısa kısa öykü yerine uzun metinler içinde kısa kısa birbiriyle ilgisi olan/ okurdan bu ilgiyi kurmasını talep eden öyküler üzerinde çalıştıklarınız. Bu yaklaşımı da kısa kısa öykünün bir türü olarak kabul edebilir miyiz?

Bir etki yaratmak için yazıyoruz. İnsanın duyularını harekete geçirerek zihninde bir dünya yaratmayı amaçlayan yapıtı oluştururken kimi zaman çok kısa metinlerden yararlanıyoruz. Tabii o dünyanın sürekliliği de önemli. Bazen birbiriyle ilintili metinler gerekiyor. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası’nın karakterlerinden biri birer sayfalık metinler yazarak katkıda bulunur romana. O birer sayfalık metinler pakala kısa öykü gibi de okunabilir. Ama aynı zamanda bir büyük bağlamı var.

Hayalet Gemi sizin için bir mihenk taşıydı sanıyorum. Kolektif iş yapmanın edebiyat arayışınız içinde özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Öyküleriniz, biraz da bu ruh durumundan besleniyor sanki. Süreli yayın bu anlamda öykünün gerçek yuvası gibi. Türkiye’de bu olanak yeterince değerlendirilebiliyor mu?

Süreli yayınlar öykünün gerçek mekanlarıdır. Aslında benzer bir durum şiir için de geçerlidir. Öyküler çoğu zaman –en azından benim için bu böyle- bir kitabımda yer almak için beklemek zorunda kalıyorlar. Baştan sona bir öykü kitabı tasarlamak çok güç. Belki de mümkün değil. O anlamda bir bütünlük kaygısıyla yazılan öykülerden oluşan kitaba belki de deneysel bir roman diyebiliriz. Calvino’nun Görünmez Kentler’i gibi. Benim için Hayalet Gemi’nin önemi saymakla bitmez. Evet, kolektif iş yapma adabını orada öğrendim; öykü yazmayı, okumayı, araştırmayı, paylaşmayı, tartışmayı Gemi’de öğrendim. Bunlar bir yana, bana iki ayda bir öykü yazdırtacak derecede heyecan veriyordu. Dergi bittikten sonra beni bu şekilde heyecanlandıran ortam olmadığı için daha çok roman yazdım diyebilirim.

İnternet üzerinden yayın yapmaya başlayan ilk yapılanmalardan biri altzine idi. Bu deneyiminizden hareketle sormak istiyorum: Öykünün hareketine daha çok olanak tanıyan bu gibi yapılanmalar yeni bir kıvılcım olabilir mi? “Altzine” bunu ne kadar başardı?

Doksanlı yılların ikinci yarısında Yekta Kopan altzine.net’i çıkarmaya başladığında Türkiye’de pek fazla internet dergisi yoktu. Hatta birçok yazar son derece kuşkuyla ve küçümsemeyle bakıyorlardı internet üzerinde bir şeyler yapılmasına. Fiziksel olarak kağıda basılmadığında edebiyatın var olmayacağına dair garip bir inançları vardı. Halen de bu görüşte olanlar vardır. Ama bize bu yeni mecralar çok heyecan veriyordu. Bir yandan kağıda bastığımız Hayalet Gemi’yi sürdürüyorduk bir yandan da internette neler yapabileceğimizi keşfediyorduk. Örneğin Hayalet Gemi’yi de hemen internet ortamına taşımaya başlamıştık. Tabii bu konuda yazar ve tasarımcı arkadaşımız Faruk Ulay’ın katkısı büyüktür. Bir edebiyat dergisi olarak Altzine ve daha sonra bir elektronik yayınevi olarak Altkitap öncü bir işleve sahip oldu. İnternet ile baskı maliyetleri olmadan, dağıtım sorununa takılmadan yayıncılık yapmak mümkündü ve bu çok önemliydi. Şu anda birçok dergi, blog bu özelliğinden yararlanıyor internetin. Ama bizi daha çok heyecanlandıran internet ortamında farklı anlatım biçimleri denemenin mümkün olmasıydı. Çok müthiş bir tasarımcı ve programcı olan Sercan Şengün o dönem altzine’de gerçekten dünya ölçeğinde hypertext uygulamaları yapmamıza olanak tanıdı. Bir tane örneğini görmek için şu bağlantıya gidebilirsiniz: http://602gece.blogspot.com/2010/12/icbosluk.html Bu türden etkileşimli çok sayıda iş yapmıştık o dönem. Artık aklımız o şekilde çalışıyordu. Hikayenin gerçekten de sınırlarını zorlayabileceğimiz yeni bir ortam bulmuştuk. Ancak sonra büyük talihsizlikler sonucunda altzine’in bulunduğu server çöktü, yapılan hemen her şey yok oldu. Şimdi altzine.net yeni bir ekiple yoluna devam ediyor ancak o dönem yaptığımız türden hypertext uygulamaları pek sıklıkla gerçekleştirilemiyor, çünkü hem tasarım hem programlama beceri ve bilgisine sahip arkadaşlar bulmak zor oluyor. Ben gelecekte flash, html vb türde yapıların daha kolay programlanabilir hale gelmesiyle farklı anlatım olanaklarını geleceğin yazarlarının yeniden keşfedeceğini tahmin ediyorum. Şimdilik, blog’umu kişisel bir yayın ortamı olarak kullanıyorum, ama yakın bir gelecekte hypertext uygulamalarına da geri dönmeyi istiyorum doğrusu.

Bu güzel söyleşi için teşekkürler.
Uzun Hikâye adına Cihan Başbuğ

Kategori:

Re: Murat Gülsoy Söyleşisi

Söyleşiyi henüz okumadım. Ama Cihan'a şimdiden öykücülerle başlattığı bu söyleşi dizisi için teşekkür etmek istiyorum. Üzerine konuşabileceğimiz yeni bir alan daha açılmış oldu böylece.

Söyleşiye geçmeden Murat Gülsoy'un bu söyleşi dolayısıyla kaleme aldığı blog gönderisini de paylaşayım: "Rüya Güleç Gerçekten Var mı?".


Re: Murat Gülsoy Söyleşisi

Önce Murat Gülsoy'a sonra da Cihan Başbuğ'a teşekkür ederim. Sabah erken kalkıp, evin bütün pencerelerinden bakıp, havaya, havadaki bulutlara bakmayı, tüm bunlardan o günün hava durumu ile ilgili kestirimlerde bulunmayı severin zamanından beri. Sonra netteki hava tahmin sayfaları çıktı. Bu yaptığımın sihri bizaz bozuldu ama olsun.
Bunun yanında çok daha farklı şeyler kattı ama. Mesela güzel bir ocak sabahı, böylesi esinlendirici, düşündürücü bir söyleşiyi okumanın keyfi gibi.

"Ancak sonra büyük talihsizlikler sonucunda altzine’in bulunduğu server çöktü, yapılan hemen her şey yok oldu. "

Bu vurgulananlar bana aynı zamanda üzerinde durduğumuz dalın ne kadar güçsüz ve hassas olduğunu da düşündürdü. (en azından bu zamandaki varlık gerçeğiyle)

Sözcüklerle sorunu olan insanların buna paralel başka şeylerle de sorunu olduğunu düşünüyorum, zamanla, bundan yüz yıl sonra da insanlar için önemli olabilecek bir gerçeği farketmek, bir çeşit ölümsüz olmak gibi. Aracın(netin) bu haliyle varlığı bunu olanaksız kılıyor sanırım. Ama bunun yanında farklı kazanımlara da açık olduğunu farketmemiz de gerekiyor galiba; "tanrı anlatıcı" nın ölümüne benzer, bir, "tanrı üretici yazar" kavramını da eserler "0"lı "1" li bir dünyada dolaştığı sürece, "bugün var yarın bulunamadı" şekline de getiriyor, dönüştürüyor gibi. Bunun da büyük kitlelerle paylaşımı daha gerçekçi, daha günübirlik ve etkili kıldığını sanıyorum.

Söyleşiye dönecek olursam, "bir parmak bal" ların sürmesini dileyerek bitirmek istiyorum.


Re: Murat Gülsoy'la Söyleşi

Her ne ortamda olursa olsun, Murat Gülsoy'la edebiyatı paylaşmak çok keyifli. Yazarlığı, hiç bitmeyen uzun ve keyifli bir öğrenim süreci olarak görüyorum. Vardığınız her noktadan yeni yolların ayrıldığını ve yazarlığın bu yolları keşfederken tamamlandığını düşünüyorum. Murat Gülsoy bu yolda mükemmel rehberlerin başında gelenlerden biridir ve kendisiyle çalışmak tam oldu derken tekrar başa döndürtecek kadar şaşırtıcı ama bir o kadar da heyecan vericidir.


Re: Murat Gülsoy'la Söyleşi

Bizde genelde söyleşilerle konuşma geleneği yoktur. Söyleşi yapan ve söyleşi yapılan arasında geçen bir diyalog gibi anlaşılır bu çalışmalar. Oysa Murat Gülsoy' söyleşisi satır aralarını okumayı sevenler için ne çok yeni soruya ve açılacak tartışmaya gebe. Keşke internet yayıncılığının özgün yanı olarak bu olanaklılık daha iyi anlaşılsa ve kullanılsa.

Kendi adıma ben özellikle aşağıdaki noktayla diyaloğa girmek istiyorum:

""
Benim temeldeki yaklaşımım, asıl kopuşun modernistlerle başladığı ancak II.Dünya Savaşı sonrasında Nazilerin sistematik soykırım kamplarının ortaya çıkışıyla bilime ve ilerlemeye duyulan inancın sarsılmasıyla edebiyat ve sanatta modernist kavramının terk edilmesi ama aslında kazanımlarının farklı biçimlerle de olsa (ki bunların bir kısmına postmodern deniliyor) devam ettiği yönünde. Modernistlerin başından beri arayışlarının merkezinde insan bilişi yer almakta. Metakurmaca da evet bu anlamda insan bilişini ve metnin yaratım sürecini araştırmak konusunda önemli bir araç olabiliyor. Burada şunu da belirteyim: Benim metakurmaca tekniğinde ürünler vermem, bunun ‘doğru’ bir yöntem olduğuna duyduğum inançtan kaynaklanmıyor; hayır, en başından beri bu tarz bir edebiyat bana heyecan verdiği için bu şekilde yazıyorum.

Üslupsal seçimler ya da sonrasında üsluplaşan eğilimler belirgin kalıplara dahil olmaya başladıktan sonra sanatçıda ve onun yapıtında değişen ne oluyor? Bir problem olarak sanatçının ufkuna girmiş olan şey, ona uygun bir üslubun gelişmesiyle çözüldükten ya da çözülür gibi olduktan sonra, bir sonraki öyküde, ikinci tekrarda, üzerine yeniden düşünüldüğünde ne kadar değişiyor ya da değişebilir? Bu anlamda plastik sanatlarda çok rastladığımız "seri-oluş" edebiyatta ne kadar geçerli olabilir?

Bu sorulara kesin cevaplarım olduğu sanılmasın. Yalnızca "postmodernizm"e de kökensel olarak bağlı olduğunu düşündüğüm bir algı biçimini çözümlemeye çalışıyorum.

Belki de blog yayıncılığı bu soruya iyi bir cevap olarak düşünülebilir: "Yapılabilir ve yapılıyor." bir cevap olabilir. Ancak yine de Gülsoy'un ifadesinde dikkatimi çeken tırnak içinde "doğru" olduğunu düşünmeme vurgusu beni düşündürüyor.


Re: Murat Gülsoy'la Söyleşi

""
Üslupsal seçimler ya da sonrasında üsluplaşan eğilimler belirgin kalıplara dahil olmaya başladıktan sonra sanatçıda ve onun yapıtında değişen ne oluyor? Bir problem olarak sanatçının ufkuna girmiş olan şey, ona uygun bir üslubun gelişmesiyle çözüldükten ya da çözülür gibi olduktan sonra, bir sonraki öyküde, ikinci tekrarda, üzerine yeniden düşünüldüğünde ne kadar değişiyor ya da değişebilir? Bu anlamda plastik sanatlarda çok rastladığımız "seri-oluş" edebiyatta ne kadar geçerli olabilir?

Bana kalırsa eğilimlerin tekrarlarla kalıplaştığını söylemek çok doğru değil. Üslupları son derece belirgin olan yazarların yapıtlarında sürekli bir değişim ve gelişim görmek çoğu kez mümkün. Teknik anlamda sınırlılıklar olsa da (ki bunları dahi kalıplaşma olarak değerlendirebilir miyiz, emin değilim) olay örgüsünün, mekanların, zamanın hatta sözcüklerin devinimindeki farklılıklar bambaşka yapıları çıkartıyor karşımıza. Bir öyküyle bir sonraki öykü arasında değil aynı kitabın farklı öyküleri veya bölümleri arasında bile göze çarpan bir üslup benzerliği olmasına rağmen değişen çok şey var. Somut örnekler üzerinden gidelim. Oğuz Atay’ı düşünelim mesela. Belki de “seri-oluş” en çok onun yapıtları için söylenebilir. İroniyle kurulu dili tüm yapıtlarına damgasını vurmuş. Belirgin üslubu çok açık. Yine de Tehlikeli Oyunlar Tutunamayanlar karşısında, Korkuyu Beklerken Bir Bilim Adamının Romanı karşısında, Eylembilim Oyunlarla Yaşayanlar karşısında “ikinci tekrar” mıdır? Evet, üzerine yeniden düşünülmüştür ama ikinci tekrar değildir.


Re: Murat Gülsoy'la Söyleşi

"Üslupsal seçim"
"sanaçının üslubu"
Yazınsal üslubun sürekli değişme çabası içinde oluşu bir yazarın daha çok arayış içinde (hem üslupsal hem de diğer) oluşundan mıdır?

Kişilik ile üslubun yakın ilişkileri olduğunu kabul edersek, daha fazla anlatımsal arayış içerisinde olup, daha fazla kişilik olarak değişen yazarın bu nedenle üslubunun de (daha) çok değiştiğini mi kabul etmeliyiz?

Tolstoy, Dostoyevski dünyaca ustalıkları kabul edilen yazarlardır. Üslupları çok mu fazla değişikliklere uğradı?
Yazarlığa uzaklık, yazınsal yetersizlik, yeteneksizlik, üslupla örtülebilir mi?

(Bu sorular, bendeki bir yanıta karşılık olarak veya çokbilmişlik amacıyla sorulmamıştır. Aklıma takıldıkları için paylaşmaya çalıştım sacece)


Re: Murat Gülsoy'la Söyleşi

dioneo dedi ki:
Bana kalırsa eğilimlerin tekrarlarla kalıplaştığını söylemek çok doğru değil. Üslupları son derece belirgin olan yazarların yapıtlarında sürekli bir değişim ve gelişim görmek çoğu kez mümkün.

Buradaki kritik nokta üslup denen şeyin neliğinde gizli. Sanatçının yaptığı bir şey midir üslup, yoksa uzmanlar ordusu tarafından sanat yapıtlarına biçilen bir kılıf mıdır? Üsluplaşma süreçlerini bu yüzden yakından takip etmek gerektiği düşüncesindeyim.


Re: Murat Gülsoy'la Söyleşi

""
Kişilik ile üslubun yakın ilişkileri olduğunu kabul edersek, daha fazla anlatımsal arayış içerisinde olup, daha fazla kişilik olarak değişen yazarın bu nedenle üslubunun de (daha) çok değiştiğini mi kabul etmeliyiz?

Bence bu sorunun tek bir yanıtı yok. Daha çok yazar bazında düşünülmesi gerekiyor. Kişilik olarak değişen kişi üslubunu değil de içeriğin politikasını değiştirebilir ya da üslupsal anlamda da bir değişime gidebilir.

""
Yazarlığa uzaklık, yazınsal yetersizlik, yeteneksizlik, üslupla örtülebilir mi?

İyi bir üslubu olan kötü yazar bulmak zordur.

""
Buradaki kritik nokta üslup denen şeyin neliğinde gizli. Sanatçının yaptığı bir şey midir üslup, yoksa uzmanlar ordusu tarafından sanat yapıtlarına biçilen bir kılıf mıdır?

Yokluğa ad koyulamaz ama varlığa bir kez ad koyuldu mu hep o ad üzerinden çağrı yapılır.