UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Mezar Nöbeti

15 Eyl 2008
kadiryüksel

KADİR YÜKSEL

“Şu makineye film yerleştirebilir misin, delikanlı?” dedi mezarlık görevlisi. Askılığından tuttuğu fotoğraf makinesini kaldırmış sallıyordu. Bir elinde de film.
“İşim bu,” dedim. Yabancısı değildim makinenin, aynısını kullanıyordum dükkânda. İçinde film olup olmadığına baktım.
“Fotoğrafçı çocuk tam da şehre inecek zamanı buldu. Defin var, bekleyemeyiz,” dedi görevli. Sigara paketini çıkardı iyice yıpranmış kot pantolonunun arka cebinden. Yamyassı olmuştu paket. İçinden eğrilmiş bir sigara çekti. Parmaklarının arasında düzeltip dudaklarına götürdü. Bana da uzattı paketi. Çakmak işareti yaptı eliyle. Makineyi boynuma astım. Bir sigara alıp çakmağımı çıkardım. Önce onun sigarasını yaktım…
Makinenin arka kapağını açtım. Filmi kutusundan çıkarıp makinedeki yuvasına yerleştirdim.
“Haber yok mu, delikanlı,” dedi mezarlık görevlisi.
“Biraz önce aradım. Enkazın başındalar… Çalışmalar bitmek üzereymiş… Bulunur artık.”
Kapağı kapadım. Makinenin numaratörü 1’i gösterene kadar bastım deklanşöre. Hazırdı makine.
“Enkazda olduklarından emin misiniz? Ya çıkarılıp…”
“Enkazdan hiç ayrılmadık…”
“Daha fazla bekleyemeyiz, delikanlı. Bugün de gelmezlerse mezarlara başka cenazeler defnetmemiz gerekecek. Çocuklara başka yer buluruz artık.”
“Çocukları anasından babasından ayıracak mısın? Hem de böyle bir günde…”
“Ayırmamak için bekletiyoruz işte. Görüyorsun, durmadan cenaze geliyor, koca alanı doldurduk. Ne yapacağımızı şaşırdık delikanlı. Her gelen, cenazesinin bir an önce defnedilmesini istiyor. Cenazeler dört gündür dışarıda, bu sıcakta. Herkes acılı… Laf anlayacak halleri mi var? Bak, sen iki gündür mezarları kaptırmamak için bekliyorsun burada.”
“Haklısın,” dedim. Cebime attım elimi, son kalan birkaç liramı çıkardım, şöyle bir göz atıp mezarlık görevlisinin cebine sıkıştırdım. “Çok bir şey değil ama bir sigara, bir çay…”
“Bak, şimdi ayıp ettin delikanlı. Para mı düşünülür böyle günde!”
“Yok, para düşündüğün için değil… Bir çay ısmarlamış olalım…”
“Çocuklar yoldayken beni bul olur mu? Mezarları kireçleyelim. Çocuklar için de gerekebilir. Tahtaları tamam, değil mi?”
“Tamam, tamam… Sağ olasın,” dedim, makineyi boynumdan çıkarıp uzattım.
“Bu kadar dinlenme yeter,” dedi, sigarayı fırlattı ileri doğru. Makineyi aldı.
“Çekebilecek misiniz?” dedim.
“Çekeceğiz artık, bakalım.”
“İsterseniz ben çekeyim, fotoğrafçı arkadaş gelene kadar.”
“Sevaba geçer… Dayanabilir misin?”
“Dayanacağız artık, bakalım,” dedim. Gülümsedi mezarlık görevlisi. Uzattı makineyi. Alıp yeniden geçirdim boynuma.
Toplu defin yapılan yere geldiğimizde yeni bir mezarı bitirmek üzereydi kepçe. On, on beş metre uzunluğunda bir çukur açılmıştı. Az önce kamyonetten indirilip mezarların oraya taşınan cenazeleri getirip çukurun yanına dizdi görevliler. Ne bulunduysa ona sarılmıştı cenazeler. Bir iki tanesi ceset torbasındaydı. Ağzını burnunu bir mendille saran hoca saf tutan birkaç görevlinin önüne geçti. Namazları kılındı. “Fotoğrafçı!” diye seslendiklerini duyunca cenazelerin baş tarafına koşturdum.

* * *

“Bu cenazelerin sahipleri kimler, kardeşim!”
Kurtarma çalışmalarını yürüten üsteğmenin enkazın karşı kaldırımına yatırılmış iki cenazeyi gösterip kalabalığa seslendiğini duyunca enkazdan inip koştum.
“Perdeye sarılı olan bizim, komutanım,” dedim.
Askerlerden birinin yıkıntıların arasından yırtıp çıkardığı perdeye sararak aşağı indirmiştik İbrahim Eniştemin cenazesini. Çekyatın kenarında öylece kalakalmış, kıpırdayamamış, bir elinde televizyon kumandası. Üstüne düşen tavan, yüzünün ve vücudunun sol yanını paramparça etmişti. Sol kolu koptu kopacak, tutup perdenin içine atıvermiştim. İnsan, böyle anlarda gereken neyse bir an önce yapmaya çalışıyor, bağırıp çağırmıyor, ağlayamıyor. Kaldırımdaki birkaç cenazenin yanına yatırıp, abim daha ulaşamadığı için etraftaki komşulara emanet etmiştim. Pervin Ablamı, çocukları bulmak için enkaza geri dönmüştüm. Belki hiç değilse biri…
Öbür cenazenin yakınları da koşturmuşlardı. Tanıyordum. Eniştemlerin kapı komşusunun babasıyla kardeşiydi. Gelinlerine ulaşmışlardı. Ötekiler daha enkazdaydı.
“Böyle bekletmek olmaz,” dedi üsteğmen. “Hemen defnedilmeleri gerekiyor. İki gündür enkazdalar zaten. Hepimizin acısı büyük… Ama böyle… Hem günah, hem de…”
“Köyde defnedeceğiz, o yüzden hepsini beraber alalım istedik,” dedi yaşlı adam.
“O kadar beklemeseniz iyi olur.”
Cenazelerini arabalarına taşımak için battaniyenin uçlarına yapıştılar. Üsteğmen bana döndü.
“Abimi bekliyorum, komutanım,” dedim.
“Olmazsa bizim araçlardan biriyle sizi mezarlığa gönderelim.”
“Öbürleri enkazda, ablam, çocuklar…”
“Hemen defnedip dönersiniz.”
Askerlerden birine seslendi. Bizi mezarlığa götürmesini söyledi. Abimi aradım. Ben eniştemi defnederim, sen enkazın başına gel, dedim. Tamam, dedi. Asker cipi yanaştırmıştı. Perdenin uçlarından tutup cipe yerleştirdik cenazeyi.
Mezarlığın büyük giriş kapısının yan tarafındaki mermer döşeli alana, diğer bekleyen cenazelerin yanına koyduk eniştemin cenazesini. Asker cipe atlayıp geri döndü. Girişteki barakanın önüne uzun bir masa yerleştirmişler kayıt işlemlerini yapıyorlardı. Sıraya girmek için etrafıma bakındım ama sıra falan yoktu. Üç dört kişinin kayıt yaptırmasını bekledim. Sıra bende diye düşünüp kayıt masasının önüne yanaştım. Eniştemi kaydettirdim görevliye. Kaç kişilik olacağını sordu. Dört kişilik, dedim. Ötekileri sordu. Getiriyorlar, dedim. İlerde, küçük bir tümsekle ayrılan büyük alanı gösterdi.
“Kepçeyi görüyor musun?” dedi. Başımı salladım. “Oraya git, numarayı görevliye ver, mezarı açsınlar. Sonra gel, barakanın arka tarafında hocalar var, namazı kılınsın…”
Kepçenin çalıştığı alana gittim. Elinde küreğiyle mezarların arasında dolanan görevliye yanaştım. Elimdeki kâğıdı verdim. Kepçenin şoförüne seslendi görevli. Sıradaki yeri adımlamaya başladı. Dört kişilik mezar için gereken uzunluğu ölçtü. Elindeki kürekle işaretledi. Kenara çekilince kepçe çalışmaya başladı.
“Sen gel, delikanlı,” dedi, “tahta vereyim.”
Tümseğin arkasına tahtalar hazırlanmıştı. Her mezar için bir bağ oluşturulmuştu. İki bağ tahtayı benim kucağıma verdi, iki bağ tahtayı da kendisi aldı. Mezarların yanına taşıdık. Kepçe bir kerede açmıştı mezarları. Yan yana değil birbirlerinin ayakucuna gömüleceklerdi.
“Hepsi burada mı cenazelerin?”
“Hayır,” dedim, “birini çıkarabildik, diğer üçü enkazda. Defnettikten sonra enkaza geri dönmem gerekiyor.”
“Ee, ne olacak şimdi?”
“Öbürleri de çıkar bugün.”
Tahtaları mezarların kenarlarına koyduk. Cenazeyi getirmemi isteyip uzaklaştı.
Eniştemin cenazesini etraftaki insanlardan biriyle barakanın arka tarafına taşıdık. Musalla taşı olarak kullanılan dört masa da doluydu. Hoca beş altı kişilik bir cemaatin önünde namaz kıldırıyordu. Bekledim. Namaz bitince cenazeler alındı.
Hocanın yardımıyla eniştemin cenazesini ilk masanın üstüne koyduk.
“Hocam, yıkama işi…” diyecek oldum.
“Yıkamaya gerek yok,” dedi hoca. “Şehit sayılırlar. İstersen biraz başına, biraz ayaklarına su döküver.”
“Ben mi?”
“Dökerken fatihayı oku.”
Hoca öteki cenazelere yöneldi. Masanın altındaki bidonlardan küçük olanı aldım. Eniştemin başına geçtim. Baş tarafını örten perdeyi biraz araladım. Toz toprak içindeki saçlarına biraz su döktüm. Su temizleyince eniştemin o kanlı başı daha da korkunçlaştı. Hemen kapattım perdeyi. Ayakucuna geçip ayaklarını açtım. Su döküp kapattım. Öteki cenazeler de yerleştirilmişti masalara. Hoca namaza durmamızı istedi. Üç kişi saf oluşturduk. Enişteme su dökerken fatiha okumayı unutmuştum. Hoca namaza başlayınca abimi gördüm mezarlığın girişinde. Kayıt masasının önünde durmuş etrafına bakınıyordu. Namazı bozup seslenemezdim. Allahtan cenaze namazı kısa diye düşünürken beni gördü abim.
Namaz bitince yanıma geldi. Eniştemin cenazesini masadan indirip kenara aldık.
“Enkaza vardığımda Pervin’i çıkarmışlardı. Hemen arabaya atıp getirdim. Defnedelim de enkaza geri dönelim,” dedi.
“Mezarları hazır,” dedim.
Kayıt masasına gidip ablamı da kaydettirdim. Cenazeyi arabadan aldık. Çarşafa sarmışlardı. Namaz için masalardan birine taşıdık. Bu kez sormadım, bidonu alıp ablamın cenazesinin başına geçtim. Abime anlattım yapılması gerekeni. Tam çarşafı aralayacakken abim elimi tuttu.
“İstersen açma,” dedi.
“Son bir kez görmeyeyim mi ablamı.”
“Sakin ol olur mu?”
“Çok mu kötü?” Öyle kalakaldım, açamadım ablamın yüzünü.
“Bana bırak… Sen ayaklarına dökersin,” deyip elimden aldı bidonu.
Çarşafı sıyırdı, sadece saçlarını açtı. Su döktü, kapadı. Bidonu bana uzattı. Ayaklarını örten çarşafı aralayıp su döktüm. Hoca hazırlanmış bizi bekliyordu. Abimle birlikte saf oluşturduk.
Cenazeleri mezarlarına taşıdık. Biraz önce bana yardımcı olan görevliye bakındım. O da bizi görmüş kucağında kireç torbasıyla geliyordu. Torbayı baş tarafa bıraktı. Yanda duran kürekle torbayı yırttı. Baştaki iki mezarın içine kireç attı bolca.
İbrahim Eniştemin cenazesini baş tarafın kenarına koyduk. Görevliyle birlikte ben de indim mezara. Abim perdenin uçlarını uzattı. Yavaşça çekerek mezarın içine aldık cenazeyi, düzelttik. Ben çıktım. Tahtalarını yerleştirdi görevli. Ayakucuna geçti. Ablamın cenazesini getirdik. Bu kez abim indi. Çarşafın uçlarından tutup yavaşça aldılar mezarın içine, düzelttiler. Abim çıkınca tahtaları yerleştirdi görevli. Kendisi de çıktı. Küreğe yapıştım.
“İki cenaze daha gelecek, değil mi?” diye sordu mezarlık görevlisi.
“İki çocuk. Gidip onları da almamız gerekiyor enkazdan,” dedi abim.
“Ama böyle sahipsiz, boş boş bekletemeyiz mezarları. Biriniz burada beklese iyi olur. Yoksa bir başka görevli gelir başkalarını defneder, o saatten sonra da bir şey yapılmaz, benden söylemesi… Uzaktan gelen, birbirini tanımayan bir sürü görevli çalışıyor.”
“Ben beklerim,” dedim. “Gece?”
“Akşam ezanından sonra defin yapılmaz. Sabaha gene gelirsin. İnşallah gerek kalmaz, bugün çıkar çocuklar.”

* * *

Bugüne kadar hep dirilerin fotoğrafını çekmiştim. Şimdi fotoğraflamam için karşıma on dört insanın ölüsü dizilmişti. Vesikalık değildi, düğün fotoğrafı değildi çekeceklerim. Ölülerin sonradan yakınları tarafından tanınabilmeleri için çekilecek fotoğraflardı. Nasıl çekilirdi ki? Hani şu filmlerde gördüğümüz, cezaevine düşenlerin fotoğraflanması gibi mi? Önden, sağdan, soldan… Tutuklunun elinde tuttuğu numarayla birlikte.
Verdikleri ağız maskesini takıp ilk cenazeye yanaştım. Asker battaniyesine sarılmıştı kadın. Yüzünde fazla bir bozulma olmamıştı, morarmıştı yalnızca. Görevlilerden biri başucu tahtasına bir numara yazdı büyük büyük. Cenazenin üstüne bıraktı. Fotoğrafın içine bu tahtayı ve numarayı da alacaktım. Üstten düz olarak çektim önce kadının yüzünü. Sonra sağdan soldan birer poz daha.
Her cenazeye üçer poz çekersem film yetmeyecekti. İki poz çekmemiz gerektiğini söyledim. Tamam, dediler. İkinci cenazenin başına geçtim. Gene tahtası numaralandı ölünün. Üstüne bırakıldı. Yüzünü açtıklarında kaç gündür bir sürü cenaze görmeme rağmen irkildim. Adamın benim çekeceğim bu fotoğraflardan tanınması mümkün değildi. Neyi çekecektim? Paramparça bir yüzü mü? Duraksadığımı, cenazeye yaklaşamadığımı gören görevliler söylenmeye başladılar. Çaresiz yanaştım ölüye. Fotoğrafladım. İster istemez katılaşıyor insan!
Dayanabilecek miydim, bilmiyorum. Görevli fotoğrafçının bir an önce gelmesi için dua ediyordum. Üçüncü cenazenin başına geçtim. Yaşlı bir kadındı. Büzülmüş, ufacık kalmıştı. Yüzünde o anın korkusu, acısı saklıydı. Fotoğrafladım.
Bir sonraki cenaze için görevlilerin hararetle konuştuklarını görünce yanaştım. İki çocuk, birbirlerine sarılmış halde çıkarılmışlar enkazdan. Öylece sarmışlar bir kadife perdeye. Birbirinden ayırmak gerektiğini söylüyordu görevlilerden biri. Biri erkek biri kızdı çocukların, böyle defnedilebilirler miydi? Hocaya sormak gerektiğini söylediler. Biri hocayı çağırmaya gitti. Bir iki görevli iki çocuğu birbirinden ayırmak için uğraştılar ama nerelerini tutsalar parça parça ellerinde kalıyordu. Fotoğraflamak için iyice yanaştım. Vizörden baktım çocuklara, yüzlerini odakladım. Basamadım deklanşöre. Çöküp kaldım başuçlarına.
“Sizin çocuklar mı?” diyerek omzumu tuttu mezarlık görevlisi.
“Hayır,” dedim. Çocukların isimlerini mırıldandım. Tatildeydiler…
“Tanıdık mı?”
“Teyze oğlumuzun çocukları.”
Çocukların cenazelerini ayırttı mezarlık görevlisi. Boynumdan fotoğraf makinesini alıp devam ettiler öbürlerini defnetmeye. İşleri bitince yanıma geldi görevli.
“Hadi, delikanlı, gayret… Götürelim çocukları sizin oraya defnedelim.”
“Hayır,” dedim. “Bizim çocuklar için ayırdık orayı.”
“Biliyorum, ama böyle bekletemeyiz bu çocukları. Sizinkilere başka yer bakacağız artık.”
Bir başka görevliyle birlikte çocukları bizim mezara taşımaya başladılar. Arkalarından yürüyüp durdurdum. Bağırmaya başladım.
“O mezar bizim çocukların!”
“Bu çocuklar da sizin cenazeniz sayılır, delikanlı.”
“Bizim cenazemiz, doğru. Anne babasını bulalım, yanlarına…”
“Nereden bulacağız şimdi annesini babasını? Hem cenaze açıkta bekler mi o kadar, delikanlı?”
“Ben kaç gündür bekliyorum burada, o mezarı biz ayırttık. Yeni bir mezar…”
“Tamam, sakin ol, delikanlı. Gel sen benimle, ayarlayacağım ben,” dedi mezarlık görevlisi.
Çocukları bizim mezarın yanına taşıdılar. Mezarın ucuyla öbür mezar arasında yarım metrelik bir boşluk vardı. Gitti kazma buldu bir yerlerden görevli, kazmaya başladı. Uzatacaktı mezarı biraz daha.
Hocayı yanımıza göndermişti öteki görevliler. Çocukları gösterdik hocaya. Çocukturlar, şehittirler, dedi. Birbirinden ayırmadan da gömebileceğimizi söyledi.
“Buraya sığdıracağım cenazeleri, merak etme. Sen git kayıtlarını yaptır,” deyip kazmayı sürdürdü mezarlık görevlisi.
Koştura koştura kayıt masasına giderken çaldı telefonum. Abimdi. Çocuklar çıkmış enkazdan, getiriyorlarmış.
“Tamam,” dedim, “n’olur, acele edin!”

* * *

Gözlerimi açtığımda bir çeşmenin altında soğuk suyla başımı yıkıyordu abim. Sarılıp ağlamaya başladı. Bende bir damla yaş yok. Çenem kilitli.
Çocukları nasıl taşımışız mezarlarına. Nasıl yaptırmışım defin kayıtlarını. Su dökmüşüm başlarına ayaklarına. Nasıl kireçlemişiz mezarları, yetmemiş, çocukları da… Mezara inmişim. Toprak atmışız. İki kişilik mezara dört çocuk gömmüşüz. Ayrı ayrı tahtalarını yazmışız. Her şey bitmiş, birer dua etmek için ellerimizi açtığımızda düşüp kalmışım olduğum yere.

Kategori:

Re: Mezar Nöbeti

Merhaba Kadir Yuksel,

Elinize saglik. Foruma "damardan" bir giris yapmis oldunuz Smile Iyi de yaptiniz. Oykuyle ilgili bir seyler soylemek istiyorum elbette. Bunu en kisa zamanda yapmaya calisacagim. Ancak, oykuyu okuyup icine girince anlattigi o aci gunleri animsayip durakladim. Uzerinden bu kadar zaman gecmis olmasina karsin, hala kolay degil o gunleri, bir oyku dolayisiyla da olsa, konusmak. Bu nedenle, kendi adima hislerin biraz daha yatismasini bekleyip oykuyu daha sogukkanli degerlendirebilecegim bir zamani kollamayi dusunuyorum. Belki yarin, belki yarindan da yakin Smile

Tekrar ellerinize saglik.


Re: Mezar Nöbeti

Öykünüzü okudum. O günlerde köşe bucak kaçtım deprem görüntülerinden. Sanki o fotoğrafları görmezsem hiç yaşanmamış olacaktı benim için. Ancak artık çok geç çünkü öykünüzü okudum.

Keşke bu kadar başarılı bir anlatımı olmasaydı öykünün, keşke yer yer takılsaydı, akıcı olmasıydı. Belki yine kendimi o günün yıkımından koruyabilirdim. Çaresiz, elim kolum bağlı teslim oldum öyküye.
Bu satırları burnumu çeke çeke yazıyorum. Bir yandan da "bu üzüntü böylesi günlerin varlığından koruyabilir mi bizi?" diye söyleniyorum. Yaşadığımız binalar cahilliğimizden acizliğimizden nasıl da ecelimiz oluyor.

Öykünün hissettirdiklerinden uzaklaşıp birşeyler yazmak istiyorum fakat bunu sonraya da bırakamam çünkü ne zaman üstüne birşeyler söyleyebilmek için öykünüzü okuyacak olsam aynı acıyı hisedeceğime eminim.

En azından şunu söyleyebilirim, bir mezarın başından ayrılmadan yüzlerce sokakta yüzlerce enkaz başında aynı acının nasıl yaşandığını, olağanüstü bir durumun yarattığı öldürücü sessizliği başarılı bir dille aktarmışsınız.

Bu yazdıklarınızın sadece bir öykü/öykü kurgusu olabilmesini dilerdim.


Re: Mezar Nöbeti

Sayın Nurten Aksakal,

Teşekkür ederim. Elbette öykü bir çok yönüyle kurgusal. Ama bir çok yönüyle de gerçek...
Ben İzmit'te yaşıyorum. Üçüncü Öyküler dergisini yayımlıyordum o yıllarda.
Depremi herşeyiyle yaşadım. Ama anlatmak çok uzun sürdü. On yıla yakın...
Şimdilerde ancak gözlerim yaşarmadan anlatabiliyorum bazı şeyleri... Daha da anlatacaklarım var...
Deprem öyküleri benim için sadece öykü olmaktan çıktı, bir görev olarak yakama yapıştı.
Umarım yenilerini de onuncu yıla yetiştiririm. Çalışıyorum. Bakalım...

Tekrar teşekkürler...

Kadir Yüksel


Re: Mezar Nöbeti

Öyküsünü uzunhikâyeyle paylaşarak yeni bir soluk katan Kadir Yüksel’i kırmaktan korkarım. On yedi aylık bir bebeğe tecavüz edildiği haberinin çıktığı günlerde Koridor Dergisi’ne bu olayı konu edinen bir öykü gelmişti. Orada da yazmıştım. Bu tür konuları edebi bir metinle anlatmak, bir öyküyle anlatmak pek doğru gelmiyor bana demiştim de kıyamet kopmuştu. Fakat düşüncelerimi paylaşmak gereği duyuyorum.
Hassasiyet içerdiğinden öyküye dokunamıyor insan. İyi kurgulanmış, başarılı bir anlatım, şurası çok iyi olmuş da şurasında bir sorun var diyemiyor. Sözün bittiği yer çünkü orası.
Edebi bir metin olarak değerlendirmiyorum anlatılanları. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ında romanın baş kişilerinden birinin yaralandığı bölümde verilen ayrıntılı betimlemeler dışında orada kopan kollar, bacaklar, parçalanan kafalar, yüzler yoktur, savaş manzaraları betimlenmemiştir. Cephedeymişiz gibi acı duyarız, görmüşüz gibi biz tasavvur ederiz ölen, yaralanan cephedeki askerleri, savaşın ne büyük bir yıkım, ne korkunç bir felaket olduğunu…
Belki de tv kanallarının haber bültenlerinde “saniye saniye deprem görüntüleri” “sıcağı sıcağına çıkarılan cesetler” le öyle çok istismar edildi ki duygularımız… Deprem için, değilse de depremde yaşanan acılar için sözün bittiği yer diyorum ben. Nurten Aksakal değinmiş, sorumlulara. Sorumlular, tedbir alması gereken yetkililer kıyıda durup seyrederken, seyrettikleriyle kalırken, depremde yaşanılan acıların anlatılması, yazarın niyetinden bağımsız, konusu gereği istismar gibi geliyor bana.


Re: Mezar Nöbeti

Sayın Elif Çınar,

Teşekkür ederim. Öyküye ders çalışılırken kırılmak olur mu?
Mezar Nöbeti adlı öyküm okuyanın biraz olsun içini acıttıysa konunun açtığı yaradandır... öykünün geriye kalan bütün kusurları ise elbette ki yazarınındır.
Öncelikle anlatılanlar birebir yaşanmış değildir... ben öyle bir gömme törenine katılmış değilim... anlatılanlar sadece bir gazete haberinin öyküleştirilmesidir.
Şunu unutmamak gerek ki o olayların üzerinden on yıl geçti... daha dünkü olaylar değil... yazabilmek de pek kolay değil... bu yüzden "istismar" sözcüğünün pek hoş kaçmadığını, çabuklukla söylendiğini düşündüm sadece...
Bu arada günceli yazmaktan, günlük yaşamın sert yanını, iç acıtan yanını yazmaktan ne kadar da uzaklaştırdılar bizi... Güncel olan da yazılabilir ve öyküleşebilir bana göre... kaba gerçek gibi durmasından da korkmamak gerekir... insanlığın, dünyanın, ülkemizin bunca sorunu varken... ha, öyküleşmiş mi, öykü olamamış mı... bu çok önemli elbette... en önce değerlendirilmesi gereken bu belki de...
Yeniden "istismar" sözcüğüne dönecek olursak; kadınların günlük yaşamdaki sorunlarını anlata anlata bitiremedi kadın yazarlarımız, onlar da bu kadın sorunlarını istismar ediyor olmasınlar... yanlış anlaşılmak istemem, bana kalırsa etsinler, o sancıları, sıkıntıları yazsınlar da varsın biraz istismar etsinler... Tersane işçileri de yazılmalı, hem de hemen... Mehmet Atilla işçi öyküleri ödülü alan öyküsüyle yapmıştı, hem de ne güzel yapmıştı...
Bütün bunları size yanıt olması için, kendimi savunmak için yazmadığımı bilmenizi isterim... tartışılabilir konular bunlar... belki de tartışılmasında yarar var...
Evrensel'de çıkan kitabınızı büyük bir heyecanla alıp okumuştum. Ve her öyküsüyle işte yazılacak öyküler bunlar demiştim. O zamanlar böylesi bir iletişim kanalımız olmadığı için bu düşüncemi iletememiştim. Şimdi iletiyorum... dün gece tekrar okudum bir kaçını ve daha önceki düşüncelerimde bir gıdım bile değişme olmadı... öykülerinize sağlık...
Selamlar, saygılar...


Re: Mezar Nöbeti

Elif'in kaygilarini ifade ederek baslamasina vesile oldugu tartismaya girmeden oykuyle ilgili dusuncelerimi kisaca soyleyeyim. Oykunun basariyla betimledigi afet/ felaket atmosferinden cikip, ustelik toplumsal hafizada derin bir yer edinmis kanayan bir yarayi bir tarafa birakip oykunun teknik ayrintilarina odaklanmak hic de kolay degilmis meger. Daha sonra, dilim dondugunce, o tartismaya katkida bulunmaya calismayi planliyorum.

Bazi durumlarda insan gercekten de ne yapacagini, ne soyleyecegini bilemez. Ama deprem gibi bir felakette, hele de yakinlarini kaybetmisken bir sey yapmadan durmak da mumkun degildir. Cesetlerin enkazlardan cikartilip gomulmesi isinin elden geldigince hizli yapilmasi, kurtarma ekiplerinin once o enkaza degil de bu enkaza mudahale etmeleri icin ikna edilmeleri, olenler icin mezarlikta mezar ayirtilmasi gibi sag kalanlarin uzerine dusen ve ivedilikle gorulmesi gereken isler bir sure sonra kisiyi dusunmeden, hissetmeden yapilmasi gerekeni yapan bir makineye donusturur. Bunu yasamadan da bilmek mumkun. "Mezar Nobeti" de bu makinelesmeyi ayrintilari yerli yerinde kullanarak ve canli bicimde betimliyor. nurten aksakal'in oykuyle ilgili yorumuna katilmamak mumkun degil. Biraz da bu nedenle su cumlenin olmamasini olmasina yeglerdim, diye dusunuyorum.

""
"İnsan, böyle anlarda gereken neyse bir an önce yapmaya çalışıyor, bağırıp çağırmıyor, ağlayamıyor."

Benzer bicimde bir de su cumle:
""
"İster istemez katılaşıyor insan!"

Bu iki cumle zaten butun oykunun basariyla yogunlastigi noktayi kahramanin agzindan soyledigi icin oykuyu biraz yalpalatiyor gibi geldi bana. Olmasalar oyku bir sey yitirmeyecek gibi hissediyorum.

Diyaloglardan birinde gecen su dilek de oldukca carpici kanimca:

""
"İnşallah gerek kalmaz, bugün çıkar çocuklar."

Tukenmisligi laf arasinda anlativeriyor. Ve tabii:
""
“Ben kaç gündür bekliyorum burada, o mezarı biz ayırttık. Yeni bir mezar…”

Iki ufak onerim daha olacak:

""
"Su dökmüşüm başlarına ayaklarına."

""
"Su dökmüşüm başlarına, ayaklarına." (virgul?)

Su cumlelerde anlatilanlar bilgi verme amacini fazla acik ediyor gibi geldi. Belki biraz daha sadelestirmek yerinde olabilir, diye dusundum.

""
Yoksa bir başka görevli gelir başkalarını defneder, o saatten sonra da bir şey yapılmaz, benden söylemesi… Uzaktan gelen, birbirini tanımayan bir sürü görevli çalışıyor.

Belki sadece "Yoksa bir başka görevli gelir başkalarını defneder, benden söylemesi…" demek bile yeterli olabilir, bilemiyorum.

Oykuyu genel olarak oldukca basarili buldugumu ve bu basarili anlatimin onu "istismar" tartismasinin disinda bir yere konumlandirdigini dusunuyorum. Ancak bu konudaki dusuncelerimi ayrica yazmak istiyorum.


Re: Mezar Nöbeti

Sayın Eren,

Teşekkür ederim.
Yazdığınız eleştirileri dikkate alacağım. Öykü paylaşmanın bir amacı da bu değil mi? İnsan bazen içindeyken göremiyor fazlalıkları...
Tekrar okuyup özellikle belirttiğiniz yerlere tekrar çalışacağım.

Tartışmaya gelince... kesinlikle amacım kendi öyküm üzerinden karşılıklı amaçsız bir tartışmaya girmek değil. Yanlış anlaşılmaktan korkarım.
Ben sadece kendi düşüncemi yazmak istedim. Özellikle bizlerin gündelik yaşamın kaba saba, çirkin yanlarını da, iç acıtan yanlarını da gerçeklikten korkmadan anlatmamız gerektiğini düşünenlerdenim. Hem de öyle biçemci sanatsal anlatımlarla değil, düz, düpedüz anlatımlarla... Öykücülüğümüzün bu kanalının günümüzde yeterince kullanılmadığını ve öykünün hayattan, insani olandan geri durduğunu düşünüyorum. Bunu öykü komiserliği yapmak anlamında söylemiyorum, bir tespittir sadece... Ayrıca elbette öykücü, yazar özgürdür ve anlatmak istediği her şeyi anlatabilir... Ölçütümüz ne olmalıdır? Belki de tartışma burada gizlidir. Fethi Naci'nin kitaplarının birinin adıydı: Edebiyatta Ölçüt Sorunu...

Selamlar, saygılar...


Re: Mezar Nöbeti

kadiryüksel dedi ki:
Tartışmaya gelince... kesinlikle amacım kendi öyküm üzerinden karşılıklı amaçsız bir tartışmaya girmek değil. Yanlış anlaşılmaktan korkarım.

Zannetmiyorum ki Uzun Hikaye forumunda bunu yanlis anlayacak kimse olsun, iciniz rahat olsun. Sizi oldukca iyi anladigimi saniyorum. Elbette bu, daha genis bir kapsamda ele alinmasi gereken bir tartisma. Ama madem simdi ve burada basladi, bir yandan oykuyle ("Mezar Nobeti") ilgili dusuncelerimizi dile getirirken neden bir yandan da bu tartismayi derinlestirmeyelim? Bakariz ki tartisma dallanip budaklaniyor, o zaman "Oyku Kurami" forumuna tasiyip orada tartisiriz dusuncelerimizi. Ben, kendi adima, bu tartismayi oldukca onemsiyorum ve amacsiz oldugunu dusunmuyorum. En azindan Elif'in de, daha once de yasadigi bir durumla ilgili olan bu tartismaya ilgi gosterecegini ve katkida bulunacagini umuyorum. Belki de tartismanin bir an once bu oyku kapsamindan bagimsiz olarak dusunulmeye baslanmasi gerekiyor. Bakalim.

Sevgiler.


Re: Mezar Nöbeti

Belki de "Öykü Kuramı" başlığımız içinde bir okuma programı çıkararak bu ve benzer konular hakkında bir iki hafta bir konu üzerinde tartışarak düşüncelerimizi ve sorularımızı paylaşabiliriz.

""
Ama madem simdi ve burada basladi, bir yandan oykuyle ("Mezar Nobeti") ilgili dusuncelerimizi dile getirirken neden bir yandan da bu tartismayi derinlestirmeyelim? Bakariz ki tartisma dallanip budaklaniyor, o zaman "Oyku Kurami" forumuna tasiyip orada tartisiriz dusuncelerimizi.

Eren'in fikrine bir önerim olacak;
Tartışmanın dallanıp budaklanmasını beklemeden şimdiden "öyküde istismar" diye bir başlık açsak ve "mezar nöbeti" öyküsü hakkında yazılabilecek ya da söylenebilecek başka şeylerin bu tartışmanın gölgesinde kalma ihtimalini ortadan kaldırsak daha iyi olabilir mi?


Re: Mezar Nöbeti

nurten aksakal dedi ki:
Eren'in fikrine bir önerim olacak;
Tartışmanın dallanıp budaklanmasını beklemeden şimdiden "öyküde istismar" diye bir başlık açsak ve "mezar nöbeti" öyküsü hakkında yazılabilecek ya da söylenebilecek başka şeylerin bu tartışmanın gölgesinde kalma ihtimalini ortadan kaldırsak daha iyi olabilir mi?

Öyküde İstismar basligi Oyku Kurami forumunda acilmistir. Konuyla ilgili tartismaya orada devam edebiliriz. Ben zaman icinde buradaki ilgili mesajlari o basliga aktaracagim. Bu baslik da oykuyle ilgili dusuncelerin paylasildigi bir baslik olarak kullanilabilir, sapla saman birbirine karismaz. Yine de karistirmak isteyenler olursa, onlar da ellerini korkak alistirmassinlar elbette. Smile


Re: Mezar Nöbeti

Haydi hayırlı olsun!


Re: Mezar Nöbeti

Güzel bir tartışmaya neden olan öyküyü ve ardından yazılanları merakla okudum. Önce öykü ile ilgili düşüncelerimi paylaşmak isterim:
Metni genel olarak ilgiyle okudum. İlgim konudan ve anlatımdan kaynaklıydı. Ancak; öyküde zaman zaman, öyküye katkısı olmayan ayrıntıların olduğunu düşündüm. Deyim yerindeyse yazar olanların fotoğrafını çekmiş, böylece öyküye fazladan ayrıntılar girmiş.Örn:

""
Makinenin arka kapağını açtım. Filmi kutusundan çıkarıp makinedeki yuvasına yerleştirdim.
Ve Erenin tesbitleri:
""
İnsan, böyle anlarda gereken neyse bir an önce yapmaya çalışıyor, bağırıp çağırmıyor, ağlayamıyor."
"İster istemez katılaşıyor insan!" Bu iki cumle zaten butun oykunun basariyla yogunlastigi noktayi kahramanin agzindan soyledigi icin oykuyu biraz yalpalatiyor gibi geldi bana. Olmasalar oyku bir sey yitirmeyecek gibi hissediyorum.
oldukça isabetli geldi bana.
Öykü ile ilgili söyleyeceğim başka bir şeyi nurten aksakal güzel özetlemiş:
""
En azından şunu söyleyebilirim, bir mezarın başından ayrılmadan yüzlerce sokakta yüzlerce enkaz başında aynı acının nasıl yaşandığını, olağanüstü bir durumun yarattığı öldürücü sessizliği başarılı bir dille aktarmışsınız.

Son olarak, gözüme takılan şu ifade: " Ötekiler daha enkazdaydı" bana eksik gibi geldi.
Tartışma konusuna da değinmek isterim bu ama ne kadar değinebilirim bilmiyorum, istismar konusu bana hep çetrefil görünmüştür, çünkü büyük oranda niyet ile ilşkilidir. Niyetse her zaman elle tulutlup gözle görülen bir şey değil. İstismarı ararken nereye bakacağız? Metinin işlenme biçimine mi , yazarın genel tavrına mı, içinde bulunulan atmosfere mi, konuya mı?
Ben niyeti anlamak için yazarın yaşama ve metin içindeki genel tutumuna, bakmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Her konu istismar edilebilir. Bazı konular bazı dönemler önem kazanabilir ama en popüler zamanında bile aynı konuyu istismar konusu apmadan ele almak mümkün. Ve gerekli. (istismara kaptırmamak için)
Öte yandan "öyle çok istismar edildi ki duygularımız… " bazen soru işareti ile bakmak kendimizi bile incitebiliyor.


Re: Mezar Nöbeti

kadiryüksel,elinize sağlık.


Re: Mezar Nöbeti

Sayın Nurten Öztürk,

Teşekkür ederim.

Bir öyküyü paylaşmamızın nedeni de bu zaten, içindeyken göremiyoruz bazı çapakları...

Buradaki eleştirileri dikkate alacağım elbette... hepsi önemli... istismar konusu da önemli...

O konuda da şimdiden sonra daha dikkatli olacağım kuşkusuz...

Buradaki eleştiriler ışığında yeniden gözden geçiriyorum öyküyü...

Selamlar... saygılar...

Kadir Yüksel


Re: Mezar Nöbeti

Moderator notu: Burada gonderme yapilan cumleler Öyküde İstismar basligi altinda dile getirilmistir. Bu mesaj, dogrudan oykuyle ilgili bir degerlendirme oldugundan bu basligin altina tasinmistir.

Kadir Yüksel öyküsünü geri çektiğini yazmış. Ben üzülmedim buna. Dimma öyküsünü biliyoruz. Depremle ilgili öyküsünü biliyoruz. Dilinin ne kadar usta olduğunu biliyoruz. Eğer bize kızmak, öyküsünü bu kadar sahiplenmek yerine, eleştirilerimizi dostça ele alıp öykü üzerinde birazcık dursa bence mükemmel bir öykü çıkar ortaya. Öykü kötü deyin demiş. Peki, ben buna cüret ediyorum. Öykü, bir okur olarak bence kötü bir öykü. Nedenini yazayım. Kadir Yüksel diyor ki, yaşamdan aldım konuyu. Kadir Yüksel'in anlattığı gibi yaşanmadı deprem. En azından sadece böyle yaşanmadı. Öykü kişisi düşüp bayılabilir ama yazarı müdahale etmezse yaşamı bütünüyle vermiş olmaz. Ankara'dan bir arkadaşım, yeni ama kendisine olmayan bir takımını, diğer öte berilerle birlikte deprem bölgesine gönderir. Aradan üç beş gün geçer. Arkadışım eşinin hediye ettiği bir çift altın küpe kayıptır. Evin altını üstüne getirir bulamaz. Küpe, on beş gün bir ay sonra deprem bölgesinden geri döner arkadaşıma. Arkadaşımın gönderdiği giysileri alan depremzedelerden biri takımı giyince ceketin cebinde küpeleri görür. Giysiyi aldığı çadıra gidip görevlilere teslim eder. Görevliler giysinin nereden geldiğini bulur. Paraya belki de en ihtiyaç duyduğu bir dönemde küpeleri sahibine ulaştıran o kişinin içinde acının yanı sıra başka duygular da mevcuttur... Bir başkası(deprem bölgesine sırf bu iş için başka yerleden gelen akbabalar) küçük bir çocuğun omzuna iliştirilmiş, küçük altın nazarlığı çalmıştır. Acının yanı sıra yaşanan, yaşayan duygular vardır orada. Yazar bunu görmemeştir. Oradaki insanların yaşadığı tek duygu acı değildir. Öykü bir boyutuyla verilmiştir. Bu nedenle bu öykü bence eksik, kötü bir öyküdür.


Re: Mezar Nöbeti

Sayın Elif Çınar,

Daha işin başında neden bu eleştirileri yapmadınız? Bütün bu eleştirileriniz başım üstüne. Ama siz daha, hani ne deniyor şimdilerde, kafadan "edebi bulmam" deyip çıktınız işin içinden. Bu tür konuların yazılması istismardır, dediniz. Butün konuların şöyle ya da böyle yazılması deseniz gene anlayacağım. Bu tür konular demek apayrı bir çağrışıma götürüyor. Lütfen, iyi ifade edemediğinizi de siz kabul edin. Edebi bulmam ve bu tür konuların yazılması istismardır demek çok farklı şeydir, bu tür konuların şöyle şöyle (şimdiki eleştirlerinizle birlikte) anlatımı metni edebi olmaktan uzaklaştırır demek çok çok farklı şeylerdir. Birinciye ne deneceğini bilmem, ama ikinci söylediğim şey gerçek bir eleştiridir. Ve başım gözüm üstünedir. Gene de sağ olun. Pek çok şeyi yeniden gözden geçirmemi sağladığınız için.

Yaşamdan aldım konuyu dedim mi? Yapmayın... Ben şunu söyledim anlatılanların doğru olması ayrı şeydir, bire bir gerçek yaşam olması ayrı şey. Konunun gerçek yaşamdan alınmış yönleri de var kurgusal yönleri de, her öyküde olduğu gibi... Açıklamak zorunda kaldığım için üzgünüm: o öyküde benim yaşadığım tek gerçek birbirine sarılmış halde bulunan iki çocuğun enkazdan çıkarılışıdır ve birbirinden ayıramadıkları için o şekilde ölü torbasına sarılıp ailesi tarafından götürülmüştür. Gördüğünüz gibi öyküde küçük bir ayrıntı. Onun haricinde toplu mezarların oluşturulması bir gazete haberidir. Geriye kalanlar benim kurguladıklarımdır. Bu arada ölülerin nasıl kayıt ettirildiklerini de tam olarak bilmiyorum, onlar da uydurma, belki de öyle kayıt falan yoktur. Ama benim öykümde gerçek gibi kullanıldı. Yaşananlarsa tamamen doğrudur ve bu öykü gerçekliğinden ayrıdır.

Kadir Yüksel'in anlattığı gibi yaşanmadı, en azından sadece öyle yaşanmadı. Depremde neredeydiniz çok merak ettim. Ben İzmit'teydim ve -bunlar böyle söylenir mi bilmem, özür dilerim herkesten- çok çok şey yaşadım, enkazlar, ölümler, sıkıntılar, iş kayıpları, ahlaki çöküntüler, ruhsal çöküntüler... Hangi birini anlatalım şimdi. Sadece öyle yaşandığını söylediğimi hiç sanmıyorum. Olsa olsa bu yaşananın çok küçük bir parça olduğunu söylüyorum. Daha öyküler var sırada yazılacak. Kusura bakmayın, kızarak söylemiyorum bunları, konuşuyoruz, söyleşiyoruz.

Öykünün sonu beni de çok rahatsız etti. Belki yeniden yazılmayı bekliyor. Öyküyü bu haliyle yayımlatmadığım için ben de sevindim, biraz daha üzerinde çalışma düşüncesini oluşturduğu için foruma da teşekkür ederim.

Keşke baştan böyle koysaydınız eleştirlerinizi, ne güzel olurdu.

Orada bazı durumlarda yaşanan tek şey acı olabiliyor. Başka bir duygu hissetmediğiniz de olabiliyor. Bunu öyküden bağımsız olarak söylüyorum. Dışardan bakmakla, içerden bakmak arasındaki fark gibi. Ama şurası doğru ki, öykü yazıyorsak içerden bakmak gibi bir bağımız olmamalı, mutlak ve mutlak dışardan bakabilmeliyiz.

Sadece bir öyküden bütün bir deprem zamanının tüm duygularını, tüm yaşananlarını bekleyebilir miyiz? Sadece acının ötesinde hiçbir duygu yok mu Mezar Nöbeti'nde?

Öykünün boyutlanmadığı eleştirisi ise beni en çok sevindiren eleştiridir. Belki de bundan sonraki deprem öyküleri için de bir kılavuz gibi duruyor. Teşekkür ederim.


Re: Mezar Nöbeti

Öyküyü ancak okuyabildim. Öncelikle yazarının ellerine sağlık, zor bir konuyu, hele de tanık olduğu zor bir olayı yazmaya çalışmış.

Çoğu yerde Nurten'le aynı şekilde düşünüyoruz. Kişisel bir tercih olarak, böylesi, daha sonra aklımdan çıkaramayacağım görüntülerle karşılaşmaktan sakınıyorum. Gerçek yaşamda olduğu gibi sanat için de takındığım tavır, bir bakıma kendimi koruma biçimim böyle. Öyküyü okurken bu yüzden sık sık zorlandım. Yine de forumda üzerine çok şey söylendiği için sonuna dek okudum öyküyü.

Öncelikle öykünün konusunun ötesine geçip biçimsel anlamda bir değerlendirme yapmanın gerçekten çok zor olduğunu söylemeliyim.

""
“Perdeye sarılı olan bizim, komutanım,”

"Perdeye sarılı olan" ve "bizim olan"ın aynı cümle içinde birleşmesinin gerçekliği öykü hakkında biçimsel bir analiz yapmak konusunda elini ayağını bağlıyor insanın.

Genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim öyküyü.

""
Çakmak işareti yaptı eliyle.

""
“Dökerken fatihayı oku.”

""
Çocukturlar, şehittirler, dedi.

ifadeleri öykü atmosferini kurmada çok etkililer.

Fotoğraf çekme kısmı başka bir öyküymüş gibi geldi sanki bana. Bütünün içinde ayrıksı duruyor gibi hissettim bu bölümü.

Teşekkürler Kadir Yüksel.


Re: Mezar Nöbeti

Asıl ben teşekkür ederim Barış.

Bir kaç kere söyledim ama sıkılmayıp tekrar söyleyeyim; öyküde anlatılanlara birebir tanık olmadım. Hatta o dönemde mezarlığa hiç çıkmadım. Bir gazete haberidir toplu mezarlar. Ben o gazete haberine kendi yaşadıklarımı birer ayrıntı olarak ekledim. Mezarlıkta kayıt yapma meselesini de ben kurguladım. Şimdilerde okurken kayıt işleminin benim anlattığım kadar düzenli olmayabileceğini, kayıt işinin de bir kargaşa içinde olabileceğini neden düşünmedim deyip duruyorum. Çünkü o günlerde ortalıkta yaşananlar tam bir kargaşaya dönüşmüştü.

O yüzden hadi herşeyi kabul ettik de, tanık olduğunu anlatmış demeyelim ne olur.

Kasıt depremde yaşananlara genel anlamda tanık olmaksa sözümü geri alayım.

Bir öykünün okurken insanın elini ayağını bağlamasında bir sakınca var mı? Bence yok, öykü bunu yapabiliyorsa...

Teşekkürler Barış. Öykü yeniden yazılmayı beklemek üzere bir kenarda demlenmeye bırakıldı şimdilik.


Re: Mezar Nöbeti

""
Kasıt depremde yaşananlara genel anlamda tanık olmaksa sözümü geri alayım.

Tabii ki, bire bir olayları görmüş olduğunuz değil kastım. Tanıklık bilincinin olaylara uzakta kalan kimselere göre yüksek olması daha çok.