UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Maskeci

14 Ara 2008
orumceq

“Ne yani, bu yaştan sonra öğrendiğim bildiğim herşeyi sil baştan mı yapacağım.”
“Bence büyütüyorsun Şener, kimse kolay olduğunu söylemedi hayatın, para kazanıyorsun sonuçta, büyüyorsun ve zorlanıyorsun, bu çok normal.”
“Hayır kardeşim ya, anlamıyorsun beni, mesele çok daha ciddi. Doğru bildiğini yapmak bu kadar imkansız olmamalıydı, bir şeyler ters gidiyor bu dünyada. Adama piyasaya göre mümkün olan en iyi fiyatı veriyorum, diyorum ki istediğiniz işin karşılığı, benim kârımla birlikte bu kadar olur. O da bana aynı işi Şendallar’ın neredeyse yarı fiyatına yaptığını söylüyor ve işi vermiyor. Şendallar çalıntı malzeme kullanıyorlar. Yani malzemeyi neredeyse bedavaya getiriyorlar ve bunu piyasadaki herkes biliyor. Buna rağmen onlara iş vermek demek, namuslu çalışan insana ‘defol git çalışma sen!’ demek oluyor. Ve bu kaçıncı iş kaptırmam oldu benim. Nasıl direneceğim bu pisliğe karşı. Polis Murat’a danışıyorum, yol göstersin diye, adam bana başkomiserin bile Şendallar’a göz yumduğunu söylüyor. Bu hayatın zorluğu filan değil kardeşim, düpedüz kancıklık hakim olmuş dünyaya ve beni de kancık olmaya zorluyorlar.”
“Peki ne yapacaksın, senin mayanda yok hırsızlık, onlarla aşık atamazsın ki?”
“Biliyorum ve hangi sektöre girersem gireyim aynı şeyle karşılaşacağımdan da eminim artık.”
“Valla ne diyeyim, ben hiç bulaşmadım bu işlere, borsadaydım hep ve babadan kalan sermayeyle oynayıp yolumu buluyorum. Bunun ahlakını da tartışmıyorum kendimle artık. Ne yapabilirim ki, ben giremem o curcunanın arasına.”
“Çekip gidesi geliyor bazen insanın ama nereye?!..”
“Ya da nalet olsun diyeceksin, aşkına da kahrına da tövbe deyip sıyırıp atacan inandığın şeyleri kafandan. Sonra bir dalarsın aralarına… hallaç pamuğu gibi evelallah!”
“Bilmiyorum abi, aklımı oynatmanın eşiğindeyim artık...”
“Birer çay daha içelim mi?”
“İçelim tabii, bendensin bugün.”

Akşam oluyordu, serin bir rüzgar Tarabya sırtlarında deniz kenarında tenha bir yerde park etmiş Gümüş rengi Renault marka otomobilin açık penceresinden içeri sızıyordu. Tek başına arabada oturmuş sömüre sömüre sigarasını içen Şener sanki her an bir yaratık çıkabilirmiş gibi, çatık kaşlarının altından dik dik bakıyordu durgun denize. Pencereden içeri giren havanın birden soğuduğunu hissetti, hava kararmıştı ama güneş henüz batmamıştı. Gözleriyle aradı: birden beliriveren bulutların arasında kaybolmuştu güneş. Sonra denizde, suyun üzerinde bir ışık kümesi belirdiğini farketti. Dikkatle oraya baktı. Suyun üzerinde yeşil bir leke oluşmuştu. Biraz yukarıda, bulutların arasından dökülüyordu ışık. Yüzündeki kaslar gevşeyiverdi hemen. “Romantik miyim lan ben?” diye sordu kendine. Gülümsedi. Bulutların arasında saklanıp suyun üzerine salyasını akıtan sevimli bir köpek gibiydi güneş. Bulutlar kapandı ve yeşil leke sonsuz maviliğin arasında eriyip yok oldu. Şakakları gerildi Şener’in, dudakları yana doğru kıvrıldı ve gülümseyişi yanaklarına doğru çekilmeye başladı. “İyi adam dedikleri şeylerden miyim ben de?” diye sordu yine kendine. Başını acıklı bir jestle salladı bulutların arasında artık iyice kaybolmuş güneşi düşünerek. …Hadi diyelim ki kabul ettin, dedin ki kendine, oğlum Şener, sen yine de dürüst ve iyi bir adamsın. Ama bu iyi adamı, yani küçüklüğünden beri koruyup savunduğun bu mücevherini bir küçük kasaya koyuver. Sonra da o kasayı çok güvenli bir yere sakla. Öp ve geri döneceğine de söz ver. Sonra dön arkanı ve kükreyerek saldır şu kudurmuş domuz gibi böğüren dünyaya. Yüreğini söküp yiyene kadar da çekme elini gırtlağından. Olmaz mı? Olur tabii.. Ama nasıl?.. Nasıl becereceğim yüzümdeki, gözlerimdeki ifadeyi...”
“Selamün aleyküm oğlum.”
Kafasındaki sorulara öylesine dalmıştı ki Şener pencereden içeri birden giren bu ihtiyar sesle oturduğu yerde sıçramasına engel olamadı.
“Kusura bakma delikanlı, korkutmak istemedim.”
“Estağfurullah amca, dalmışım da biraz. Buyur ne istedin?”
“Konuşmalarını duydum istemeyerek."
“Ne konuşması amca, ben konuşmadım.”
“Çok dalmıştın, sesli düşünüyordun herhalde.”
“...”
“Yüzünü değiştirmek istediğini söylüyordun. İşte ben de o yüzden selam verdim zaten, istersen yardım edebilirim.”
“Nasıl yani, sen ne diyorsun amca?!”
“Kağıdın kalemin vardır şimdi senin.”
“Var.”
“Öyleyse yazıver hemen. B. S. Çarşısı, Zevahir Sahaf, Seyfettin Tepebaşı.”
“Niye yazacağım bunu, derken Şener ister istemez kalem ve kağıt çıkarıyordu.”
“Değişmek ve değiştirmek istedin ya, yaz hele sen...”
Şener az önce ihtiyarın söylediklerini kağıda hızlı hızlı not etmeye başladı. Zaten karışık olan düşünceleri iyice bulanıklaşmıştı. Notu yazıp başını kaldırdığında ortalıkta kimseyi göremeyince kafasında hiçbir düşünce kalmamış, yüreğini tuhaf bir korku ve aynı anda da daha önce hiç tatmadığı türden bir huzur kaplayıvermişti.

* * *

Son haftalarda, yani kısa bir süre öncesine kadar gazetelerin manşetlerinde hep aynı isimden sözediliyordu. Türkiye’de pek rastlanmayan türden bir seri cinayet haberinin bir numaralı kişisiydi bu ismin sahibi. Hakkında türlü türlü haberler ve yorumlar yayınlandı TV’lerde ve gazetelerde. Bunların arasında benim asıl ilgim çeken Akşam Gazetesi’nde konuyla ilgili yazılmış bir köşe yazısıydı. Yazıda daha önceleri, iki binli yılların başında, genç öykücülerden .…’nın bir kısa öyküsünde de aynı ismin geçtiğine dikkat çekilmişti. İsim çok da sıradan olmadığı için rastlantı ihtimalini es geçmişti yazar ve söz konusu öykücüyü bulup konuşmuştu. Bu isim hakkında neler bildiği sorulduğunda muğlak tavırlar sergilemiş yazar. Başlarda, sadece öyküsünde kullandığı uydurma bir isim olduğunu söylemesine karşın, sohbet ilerledikçe bu kişiyi tanıdığına dair ipuçları vermeye başlamış, diyor ve şöyle devam ediyor yazı:
“Yazar’ın, kurduğu öykü kişileriyle bazen ruhsal bazen de fiziksel bağlar kuran bir yazar olduğunu, eserlerine biraz göz atınca anlayabiliyoruz. Şizofreniyi ve kişilik bölünmelerini eserlerinde sıkça kullanmasının yanında bizzat yaşadığını kendisi de söylüyor zaten. Fakat şimdi polisin aradığı bir kaçak hakkında konuşurken elbette ki çok da rahat olamıyor.”
Dayanaksız olarak Yazar’ı suçlar üslupla kaleme alınmış bu yazıyı bir kenara koyarsam eğer... Son bilgilere göre katil zanlısı olarak aranan Seyfettin Tepebaşı’nın isminin karıştığı cinayetlerin sayısı yirmi sekizi bulmuştu. Son kurban bir çok kişinin, özellikle benim gibi Fenerbahçe taraftarlarının yakından tanıdığı spor yazarı Haşim Erciyan’dı. Haşim Bey’in ölümünden sonra ortaya çıkan günlüklerinin bir bölümü geçen hafta, “Senyör” adlı haftalık spor dergisinde yayınlanmıştı.
Notlara göre Haşim Bey, 27 Kasım Pazar günü, akşam saatlerinde Taksim’e çıkıp kitapçıları, özellikle de sahafları gezmiş. Günlüğüne 60’lı yıllarda yayınlanmış bir yıllık aradığını yazmış. O akşam, eski bir pasajda gezinirken, işte, hayatını değiştiren o dükkana girmiş.

* * *

“Merhaba, kimse yok mu?” diye seslendim siyah perdeye doğru.
“Bir dakika efendim, geliyorum.” dedi ihtiyarca bir ses. Çaresiz etrafa göz gezdirmeye başladım. Kasanın olduğu masanın arkasındaki boşluk hariç, duvar namına bir karış yer yoktu dükkanda, her yer raflarla döşenmişti. Tavanı olduğu gibi örten bir balık ağı vardı. Ağın arkasındaki gömme ampuller sayesinde rahatlatıcı bir aydınlık vardı içeride. Masanın önündeki tahta iskemleye oturdum ve raflara bakmaya başladım. Tavana kadar uzanan kitaplıkların üst raflarında onlarca maske vardı. Dükkana girerken dikkat etmemiştim, vitrinde de bu maskelerden olduğunu içerideyken anladım. Pasajdaki diğer dükkanların aksine buranın sahibi maskecilik de yapıyormuş diye geçirdim içimden. Tam bu sırada perde aralandı ve başında kahverengi yün bir takke olan, beyaz gömleğinin üzerine siyah deri bir yelek giymiş kır saçlı bir adam belirdi. Onu görünce ister istemez ayağa kalkıp selam verdim.
“Ve aleyküm selaaam Haşim Bey, hoş geldiniz dükkanıma” dedi gülümseyerek. Beni tanıyor olmasına şaşırmıştım. Ben o şaşkın ifadeyle ona bakarken adam masanın arkasına geçip oradaki eski koltuğa gömülmüştü bile.
“Buyrun Haşim bey, ayakta kalmayın.” dedi. Aynı iskemleye oturdum.
“Beni tanıyorsunuz, Fenerbahçe taraftarı mısınız?” dedim. Güldü. Sakalları ve bıyıkları da neredeyse bembeyazdı. Gülüşü insanı rahatlatan türdendi.
“Fenerbahçeli olduğum doğru, ama sizi tanımam başka nedenlerden.”
“Ne gibi nedenler, sormamın mahsuru olur mu?”
“Biraz karışık ve manasız gelebilir size. Aslında önemli olan bu değil, önemli olan sizin bana ihtiyacınız olması, öyle değil mi?”
“Evet, aslında bir yıllık arıyordum ben. 60’lı yıllarda Avrupa’nın değişik başkentlerinde yapılmış müsabakalarla ilgili bir yıllık. Sanırım İngilizce olacak.”
“Haa, evet, o da vardı,” dedi ve eğilerek masanın altında bir yerden bir kitapçık çıkardı. “Yıllık burada.” Önce sayfalarını karıştırdı, doğru kitap olduğunu anlamak istermiş gibi. Oysa çok emindi o kitapçığı aradığımdan. Yıllığı bana uzattı. Alıp inceledim. Evet, kesinlikle aradığım şeydi! Heyecanlanmıştım. Teşekkür etmek istedim ama bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Kafam fazlasıyla karışmıştı.
“Özür dilerim, dedim, isminizi bağışlar mısınız?”
“Tabii ki... Seyfettin benim ismim, Seyfettin Tepebaşı. Eskiler bana Maskeci Seyfo derlerdi. Ama artık Seyfettin Bey diyenler kaldı sadece.”
“Peki beni nereden tanıyorsunuz?”
“Ben çok rüya görürüm Haşim Bey. Sizi de rüyalarımdan tanıyorum. Gerçek müşterilerimin hepsi önce rüyamda ziyaret ederler beni. Daha sonra da bir iki gün içerisinde dükkanıma gelirler. Hiç biri de direkt maske istemezler benden. Önce hep ya bir kitap ya da başka değersiz birşey isterler.”
“İyi ama ben sizden maske istemiyorum ki! Maskeyi ne yapayım ben Seyfettin Bey? O yaşlarımız geçti bizim.”
Gene gülümsedi. Derin bir nefes alıp verdi.
“Bunu o kadar çok yaşadım ki Haşim Bey, artık şaşırmıyorum hiçbir şeye. Neyse… Madem yıllığınızı buldunuz, başka bir isteğiniz yoksa ben de işime bakayım.”
“Fiyatı nedir bunun?”
“Hediyem olsun Haşim Bey, beni hatırlarsınız.”
“Olur mu öyle şey canım, bir fiyat söyleyin de halleşelim.”
“Dertlenmeyin Haşim Bey, halleşiriz nasılsa.”
“Peki, siz bilirsiniz.”
“Hadi güle güle.”
“Hayırlı işler olsun size.”

Dükkandan çıktım ama sanki bana ait çok önemli bir şey orada kalmış gibiydi. Adam o dükkana çok kısa bir zaman sonra yeniden döneceğimden emindi ve bunu bana çok net bir şekilde hissettirmişti. Bu kafama takıldı takılmasına ama yine de asıl heyecanlandığım şey çantamda duran şu yıllıktı. O yüzden hiç oyalanmadan otobüse binip eve döndüm.

* * *

Kasvetli bir akşam, ikindiyi zar zor üzerinden atmaya çalışan ıslak sokakların üzerine alelacele çörekleniyordu. İstiklal Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı salınan kalabalık, yağmur ertesi esen serin rüzgara rağmen artmaya başlamıştı. Şevket Bey de ilk bakışta o kalabalığın sıradan bir üyesi gibiydi aslında. Ancak onun yüreğindeki tedirginlik, öylesine şiddetle korkuya dönüşüyordu ki, sanki tek başına Şevket, yüreğindeki kargaşayla bütün o kalabalığın frekansını bozabilecek gibiydi. Kalabalığın salınımına bir şekilde ayak uydurarak kendini malum pasajın önüne atabilmişti. Ruhundaki sıkıntı attığı her adımda biraz daha gösteriyordu kendini ama, yine de bu ilerlemesine engel olamıyordu. Pasaja girmiş, merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile. Çok değil, birkaç vesveseli dakika geride kaldıktan sonra Şevket Bey, Zevahir adındaki dükkanın birkaç adım berisinde ayakta dikilir bulmuştu kendini. Yaşadığı durumun adı kararsızlık değildi, düpedüz korkuyordu. Oysa ne olacağı hakkında en ufak bir fikri dahi yoktu. Bir mektup almış ve Seyfettin Bey’in dükkanına şimdi, hayatını değiştirmek için geri dönmüştü. “Düşünme, yap!” sloganını hatırladı. Parayla oynayarak geçirdiği yaşamında edindiği ve en çok kullandığı düstur bu olmuştu ve şimdi de aynı düstur gereğince hareket etmek istiyordu. Dükkanın kapısı açıldı ve genç bir adam ve genç bir kadın gülüşerek çıktılar. İçerideki adama selam verip Şevket’in olduğu tarafa doğru yürümeye başladılar. Kitaplara bakıyormuş gibi yapmayı son anda akıl edebilmişti Şevket,.
“Nasıl, sevdin mi Seyfettin Amca’yı?”
“Evet ya, acayip güzel bir adam. Arada bir gelelim ziyaretine Şahin, olmaz mı?”
“Olur aşkım, o da sevinir buna.”

Sesler uzaklaşarak kaybolduğunda Şevket dükkanın kapısını açmıştı bile. İçeri girer girmez olduğu yerde dikilerek masasının ardındaki koltuğunda oturmuş piposuyla uğraşan Seyfettin Tepebaşı’na dik dik bakmaya başladı. Kapı, mekanik aksamı sayesinde kendiliğinden kapandı. Seyfettin Bey başını kaldırmadan selamladı geleni.
“Bu kadar tereddüt etmenize gerek yoktu Şevket Bey. İnsan en başta ne istediğini bilmeli. Bundan gerisi kolaydır zira.”
“Merhaba... Seyfettin Bey... Mektubunuzu şey yaptım... Yani mektubu alınca sizi bir göreyim dedim.”
Seyfettin Tepebaşı başını kaldırıp adamın yüzüne baktı.
“Çok iyi etmişsiniz Şevket Beyciğim, buyrun oturun şöyle, ayakta kaldınız.”
Şevket otururken Seyfettin Bey bir düğmeye basarak iki orta kahve istedi. Hemen sonra Şevket’e dönerek onay istermiş gibi baktı. Şevket başını sallamakla yetindi.
“İstediğiniz sadece biraz huzur, yanılıyor muyum Şevket Bey?”
“Aslında evet... Yani biraz korkuyorum... Bilemiyorum nedenini ama içimi bir korku kaplar oldu. Yani ne karım gittiğinden beridir yaşadığım yalnızlık ne de kaybettiğim büyük paralardan ötürü yaşadığım sıkıntı, hiçbir şeyin önemi kalmadı, sırf sizden alacağım bu şey... çok affedersiniz.. yani bu şeyden korkar oldum. Neye benzediğini bile bilmiyorum. Tuhaf tuhaf rüyalar gördüm... Anlatabiliyor muyum?”
Kapı açıldı ve bir çocuk kahveleri masaya bırakıp çıktı.
“Nihayetinde kimse kimseyi bir şeye zorlamıyor, bunun farkındayım elbet. Ama yine de insan kendini bir tuhaf hissediyor. Daha önce hiç bilmediğiniz bir ülkeye yerleşmek gibi yani, anlıyorsunuz değil mi?”
“Müsterih olunuz Şevket Bey, sizi çok iyi anlıyorum. Bence hiç gerek yok konuşmakla vakit kaybetmeye. Kahvelerimizi içelim ve içeri geçelim arzu ederseniz. Kendiniz görün ve orada kararınızı verin.”
Şevket’in sıkıntılı mimiklerinin karşısında Seyfettin Tepebaşı’nın huzurlu gülümseyişi, çelişkili bir bekleyişi iki adamın arasına bir yay gibi gerip bırakmıştı sanki. Kahveler sessizlik içerisinde, gizli bir süratle tüketilmişti. Seyfettin Bey oturduğu koltuktan kalkarak dükkanın arka duvarının bir bölümüne çekilmiş siyah perdeye doğru ilerledi. Perdeyi araladı ve arka odanın karanlığında kayboldu. Kısa bir süre sonra içeriden seslenerek Şevket’i çağırdı. Şevket ismini çağıran bu sesi duyar duymaz kendi kendine gelen bir teslimiyet duygusuyla oturduğu yerden kalkıp siyah perdeye doğru yürüdü. Perdenin önüne gelince hiç duraksamadan içeri girdi. Fosforlu, mor ya da mora benzeyen başka bir renkte uzunca bir floresan vardı odanın tavanıyla duvarının birleştiği yerde. İçerisi bu floresandan gelen tuhaf ışıkla epeyce aydınlanmıştı. Seyfettin Tepebaşı odanın neredeyse tamamını dolanan, duvara monteli uzunca masanın üzerinde bir şeylerin yerlerini değiştiriyordu. Odaya ağır bir mum kokusu hakimdi. Şevket bir süre daha bekleyince yanık kokusunu da seçmeye başlamıştı. Seyfettin Tepebaşı çalıştığı yerde arkasını dönmeden eliyle, odanın sağ tarafında bulunan, üzerine vuran mor ışıkla bilimkurgu filmlerdeki sahneleri anımsatan bir koltuğu gösterdi Şevket’e.
“Şuraya oturun Şevket Bey. Ben şimdi geliyorum.”
Şevket hiç konuşmadan söyleneni yaptı. Seyfettin Bey ellerine, Şevket’in beyaz olduğunu sandığı fakat ışığın etkisiyle odadaki birçok şey gibi morumsu bir renge bürünmüş eldivenleri giyiniyordu. Hemen önünde duran cam kabın içerisinden simsiyah bir şeyi yavaşça çıkardı. Dalgalanmalarından o şeyin bir tür deri olduğunu düşünen Şevket, gölgede kaldığı için rengini siyah olarak gördüğü şeyin ışığın altında da yine aynı renkte kaldığını görünce korkuyla Seyfettin Bey’in yüzüne baktı. Seyfettin Bey bu korkuya müdahale etmekte gecikmedi.
“Işık mor ötesidir Şevket Beyciğim, maskemizin özelliği de bu, kullanılmadan önce hiçbir rengi absorbe etmeyen özel bir zarla kaplayıp bekletiyorum. Siz teşrif edene kadar koruyabilmek için. Aksi halde alelade bir maskeden farkı kalmazdı zaten.”
“Anlıyorum... Peki maske takılmadan önce o zarı çıkartacak mısınız?”
“Elbette hayır, maske takıldıktan sonra zarı yüzünüzden çekeceğim. Merak etmeyin, hiçbir acı duymayacaksınız." dedi ve yine o huzur verici gülümsemesiyle Şevket’e baktı. Şevket de ister istemez karşılık vermişti bu gülümsemeye.
“Hayat insanların kontrolündedir Şevket Beyciğim, yani aynı anda herkes bütün hayattan sorumludur. Bu maske sadece bir aksesuar olabilir. Herşeyi yeniden yapacak olan yine sizin aklınız ve elbette ki aslında iradenizdir. Bu iki yüce varlığa inancımız tam olmasaydı asla maskelerin altından bakmaya cesaret edemezdik dünyaya. Zira korku gibi cesaret de sıradan insani bir duygudur. Bilmem, katılır mısınız bana?”
“Kuşkusuz doğru söyledikleriniz Seyfettin Bey. Size sonuna kadar güveniyorum.”
“Teşekkürler sevgili kardeşim, güvene layık olabilmek için aynı anda hem akıl hem de kalbe yakın durmaya gayret gösteriyorum. İsterseniz maskemizi de takalım ve sonra bu güzel sohbete devam edelim.”
“Tabii ki, usta sizsiziniz. Ben hazırım, sadece ne yapmam ya da yapmamam gerektiğini söyleyin yeter.”
“Sizden istediğim, önce ağzınızı kapatacaksınız. Ardından nefes almayı ve vermeyi bırakacak ve yavaşça gözlerinizi de kapatacaksınız. Ben söyleyene kadar da bu halde bekleyeceksiniz. Mutabık mıyız?”
“Tamam Seyfettin Bey, komutunuzu bekliyorum.”
“Ağzınızı kapatın.”
“...”
“Nefes alıp vermeyi kesin.”
“...”
“Şimdi gözlerinizi de kapatın ve bekleyin.”
Elindeki maskeyle birlikte Seyfettin Tepebaşı, Şevket Bey’e yaklaştı. Maskeyi, ancak cerrahlarda ve ressamlarda olabilen bir dikkatle, ellerinin bütün hüneriyle çıplak yüzün üzerine bıraktı. Bir yılanın kıvraklığıyla parmaklar, büyük bir hızla yüzün üzerinde geziniyor ve bütün boşlukları kapatıyordu. Kulakların başladığı yere kadar germeye devam etti Seyfettin Tepebaşı maskeyi. Yüzündeki gülümseme ruhsuz bir tebessüme dönüşmüştü ve gözlerindeki ışık bile ciddiyeti karşısında geri çekilmişti.
“Sevgili beyefendi, beni duyuyorsanız, sağ elinizin işaret parmağını oynatın.”
Parmak hafifçe oynamıştı.
“Güzel. Şimdi sadece burnunuzdan nefes almaya çalışın. Ben söyleyene kadar ağzınızı ve gözlerinizi açmaya çalışmayın sakın.”
“...”
“…”
“…”
“Evet, şimdi yavaşça ağzınızı açmaya çalışın. Dudaklarınızda biraz yanma olabilir.”
“...”
“Güzel, kusursuz! Şimdi, sevgili beyefendiciğim, lütfen çok yavaş olarak gözlerinizi açın.”
Az önce, kapatırken nasıl bir karanlık bıraktıysa geride, aynı karanlığa yeniden açılmıştı Şevket Bey’in gözleri. Ve karşısında yine Seyfettin Tepebaşı’nın aynı huzurlu gülümseyişini görmüş ve sevinmişti.
“Merhaba!.. Sevgili beyefendiciğim, şimdi sonuna geldik. Sizden ricam, bana yavaşça cevap veriniz, sevgili beyefendiciğim: Siz kimsiniz?”
“Yedi... iki... bir... sekiz... numaralı maskeli insanım.”
“Adınız nedir?”
“Şevket Ödemiş”
“Ne iş yaparsınız?”
“Bankacıyım, parayla oynarım.”
“Mükemmel!.. Artık hayatla da oynayabilirsiniz Şevket Beyciğim! Buyrun, kalkabilirsiniz.”

***

“Kurbanlar arasında tanıdığınız herhangi birisi var mıydı?” diye sorulduğunda genç yazar “Hayır, bunu polis de sordu bana, komik aslında, çok fazla film seyrettiğinizi düşünüyorum. İşin daha komiği ben bile kuşkulandım bundan ve isimleri inceledim. Ama maalesef hayır, hiçbirini tanımıyorum.” yanıtını vermiş. Yazarla yapılan sohbetin bir yerinde kendisine “Peki siz de maske takıyor musunuz?” diye sorulmuş. Gülmeye başlamış kendisi.
Kahkahayla güldü önce. Sonra “maske takmayan kaç kişi kaldı ki” dedi. Monica Bernardi adında bir İtalyan yazarın yazdığı “Beyaz Yüzler” adlı bir romandan bahsetti. Gündelik hayatlarında hep rol yapan kahramanları varmış bu romanın. Bu insanlar çok uzun zaman boyunca hep bu şekilde yaşadıklarından, artık kendilerini, gerçekte kim olduklarını unutmuşlar. Romanın kurgusu içinde bu durumun çok güzel bir şekilde yedirildiğini ve okuyucunun bile artık bu kişilerin gerçek kimliklerini umursamadığını söylüyor genç yazar. Fakat yazar, romanın sonunda kim oldukları önemli olmayan bütün bu kişileri teker teker öldürürken başta okuyucu olmak üzre bütün dünyayı sert bir dille ipe çekiyormuş. Yüzlerindeki beyazlığın bir renk değil, bir şeffaflık, bir renksizlik olduğunu, böyle donuk yüzlerle dünyaya bakan insanların zaten ölü olduğunu yazıyormuş Monica Bernardi adındaki bu İtalyan yazar. Maalesef diyor Yazar ve ekliyor, şimdi “herkesin maskesi yüzüne yapışık” olduğu için ölümü ve yok oluşu göremiyor, algılayamıyoruz. Bence o kişilerin ölümünden Seyfettin Tepebaşı ya da bir başkası değil, bizzat kendileri sorumludurlar.
Akşam Gazetesi köşe yazarı Şahin Uslu, üç gün sürdürdü bu yazıları. Daha sonra, zaten güncelliğini yitirmeye başlamış olan haber gazetelerden kayboldu. Olayı özel olarak takip eden birkaç gazeteci ve polisin dışında, işte bir de benim gibi meraklı bazı okurlar kaldı geriye. Gazetedeki son yazıyı da okuduktan sonra birkaç gün ses çıkmayınca genç yazarı takibe aldım. Nerede ne yazıyorsa buldum ve okudum. Ancak, ya adamın umurunda değildi bu seri cinayetler, ya da onu takip edebilecek muhtemel okuyuculara ve tabii polise karşı tedbir alıyordu. Yazardan iş çıkmayacağını anlayınca Tepebaşı’nın dükkanını ziyarete gittim. Ama bu da bir işe yaramadı, çünkü dükkan polis tarafından kapatılmıştı. Çaresiz bir merakla kıvranıp durdum günlerce. Hiçbir şeyi düşünmüyor, hiçbir şeyle meşgul olamıyordum. Durumum gittikçe hastalık haline dönüşüyor, Seyfettin Tepebaşı’nı bir kere görebilmek, belki iki kelime konuşabilmek arzusu düpedüz saplantıya dönüşüyordu bende. O gün Beyoğlu’nda, büyük bir tesadüf eseri olarak Yazar’ı görmesem ve gizlice takip etmesem, belki de ciddi ciddi delirecektim.

Yazar dalgın ve kararsız adımlarla yürüyordu caddede. İçimde birden beliriveren tanışma ve belki konuşma isteği, ona doğru attığım bir iki adımdan sonra yine aynı hızla sönüvermişti. Çok sıradan, alelade bir adamdı. Bir anda, ne Tepebaşı’yla ne de cinayetlerle bir ilgisi olmadığını, onu boşu boşuna izlediğimi düşünüvermiştim. Galatasaray Lisesi’nin hemen yanındaki dar sokağa girdi. Sokağa girişi bile sanki öylesineydi, ayakları onu sürüklemişti sanki. İçimdeki heyecan ve umut sönmüştü sönmesine ama ayaklarım benden ayrı iki varlıkmış gibi, sanki bir taşıma aracıymışçasına beni onun ardından sokağa sürüklediler. Bazen düşündüğüm, kuşkulandığım bir şeydir bu, yani insanı bir yığın anatomik parçadan ibaret görmeye başlarsın ve her parçanın kendine has bir bilinci olduğuna inanırsın. Öyle ki bazen bu parçalar yine kendilerine has arzular da duyarlar ve o arzuların peşinden seni de artlarına takıp sürüklerler. Aslında bu hiç de gerçeküstü bir tespit sayılmaz bence. İnsan kendi öz bilincine güvenini yitirebilir kolaylıkla. Hele de şimdiki gibi büyük bir yaşamsal hıza tabii olmuşken bu çok olağan bir durum bence. Çoğu kişiye saçma gelebilir belki ama ben böyle durumlarda, öz bilinçten kopan bu parçanın bilincine itaat etmeyi doğru bulurum. Sonuçta parçanın arzusu benim bütünsel arzumdan tümüyle ayrı bir şey olmasa gerek. Bu genelde ayaklarda ve bazen de ellerde olur. Hiç aklında yokken elinle kendi yanaklarını ya da sırtını okşamak gibi. Ya da şimdiki gibi, ayaklarım o sokağa doğru adımlar atmak için büyük bir arzu duyuyorlardı ve ben bu arzuya saygı duyuyor ve onların emrine uyuyordum. Sokağın hemen bitiminde bir umumi tuvalet vardı. Yazar tuvalete girince ben kontrolsüz bir iki adım daha atıp geriye döndüm. Duvar kenarında açılmış kitap ve incik boncuk tezgahına göz gezdirmeye başladım. Beş dakika kadar oyalandım orada. Yazar nihayet çıktı tuvaletten ve sola doğru kıvrılan yoldan yürümeye devam etti. Ama bir fark vardı, yürüyüşü az önceki gibi kararsız ve yönsüz değildi. Aksine kararlı ve çabuk adımlar atıyordu artık. Birkaç metre ardından yürüyor ve gittikçe hızlanan yazarın gerisinde kalmamak için belirgin bir çaba harcıyordum. İşte o anda çok tuhaf bir şey oldu. Ne yazarla ne de benimle ilgili değildi bu olan şey. Aslında tuhaf olduğu bile benim kuruntumdan ibaret olabilirdi. Başında kahverengi yün bir takke olan deri ceketli ihtiyar bir adam sokağın öbür ucundan bize doğru geliyordu. Yazarın başı önüne eğik olduğu için adamı görmemişti. Ancak iri yarı ihtiyar bilerek çarpmıştı yazara. Zavallı yazar hiç beklemiyordu bu darbeyi, dengesini yitirmişti. Sendeledi ve yere yuvarlandı. İhtiyar hiç oralı olmadan aynı heybetli yürüyüşüne devam ederek benim yanıma kadar geldi. Tam yan yana geldiğimiz anda gözgöze geldik. İşte burası gerçekten tuhaftı. İhtiyar sanki bana gülüyordu. Hayır hayır, gülümseme filan değildi bu, düpedüz gülüyordu adam! Ama belki de yine benim kuruntumdu bu, yani bana değil başka bir şeye gülüyordu. Yine de yüzündeki o ifadeyi asla unutamayacaktım!..
Hemen koşup yazarın yanına gittim. Eğilip yardım etmek istedim ama düştüğü yerde öylesine rahattı ki bir an kararsız öylece kalakaldım. Başını kaldırıp bana baktı. Yine bir şey söyleyemedim.
“Buyrun, ne istiyorsunuz?” diye sordu. İster istemez kekelemiştim:
“Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sorabildim zorla.
“Yok, senin var mı?” dedi bana. Hızla toparlanmıştım.
“Bilmem, ayakta olan benim, düşen de siz.” dedim çabucak.
“Neden peşimden geliyorsun?”
“Peşinden!.. Ben… yürüyordum sadece.” diye kekeledim yine.
“Sen kimsin?!” dedi bana!..

En son bu soruyu anımsıyordum. Ne yanıt verdiğimi ve konuşmanın ne şekilde devam ettiğini, hatta devam edip etmediğini bile kesinlikle halen anımsamıyorum. Meydana geldiğimi biliyordum ama nasıl ve hangi yoldan geldiğimi hatırlamıyordum. Bu tür amnezi sorunları yaşamak çok da olağanüstü bir durum sayılmazdı benim için. Hafıza zaafları, yaşadığım çağın en sıradan hastalığıydı çünkü, bunu bilecek kadar akıllıyım yani. Dert etmiyordum aradaki hafıza boşluğunu ama yazara ne olduğunu da merak etmekten alamıyordum kendimi. Otobüse binip tekerleküstücamkenarı koltuğuma kurulduğumda ancak farkedebildim sol elimle metal bir şeyi sımsıkı tutmakta olduğumu. Parmaklarımı araladım ve elimdeki şeye baktım. İçimde bir anda tüylerimi ürperten bir korku peydahlanmıştı. Üzerinde 7, 2, 2, 3 rakamları yazılı bir metal anahtarlıktı bu. Anahtar filan yoktu.
Birden heryerim tir tir titremeye başladı. Boş bulunmuştum, gardımı alamamış, karşılayamamıştım bu saldırıyı. Fazla sürmedi Allah’tan, bacaklarımı ve omuzlarımı kasıp titremeyi durdurabildim. Gözlerimin kızardığını, biraz da yaşardığını hissediyordum. Yanımda kimse oturmuyordu. Otobüs hareket etmişti. Ceketimin koluyla gözümü sildim. Etrafıma bakındım. Neredeyse yarısı doluydu otobüsün. Şoföre ve yolculara baktım. Her şey normal görünüyordu. Kafam da çok karışık sayılmazdı. Muhtemelen yazardan almıştım bu anahtarlığı. Üzerindeki sayının ne anlama geldiğini de merak etmiyordum aslında. Nedenini tam olarak bilemediğim bir iç huzur bile duyuyordum aslında. Gerçi bu genelde otobüse bindiğimde olan bir şeydi. Yolda olup bitecek hiçbir şeyden sorumlu olmadığıma inanırım çünkü otobüsteyken. Beni bir yerden alıp başka bir yere götüren otobüstür ve sorumluluk tamamen şoföre aittir. Çok da önemli düşünceler değil belki bunlar ama şimdi bu ister istemez gelen dinginlik işime yaramıştı. Daha doğrusu yaradığını zannediyordum. Tam da bunları hatırlamışken muavinle gözgöze geldim. … Adam gülüyordu! Yani kırk yaşlarında kır saçlı bir halk otobüsü muavini bana bakıp apaçık gülüyordu!..
Bazı duygular birbirine bütünüyle zıttır. Coşku ve sıkıntı gibi. Ya da sevinç ve üzüntü gibi. Aynı anda hissedilmez bu duygular. Yani normalde böyle olmaz diyorum. Çünkü aynı anda hem huzurlu ve mutlu hem de tedirgin olamaz insan. Tedirginliğin içinde kuşku vardır ve kuşku olan yerde huzur olmaz. İnsan böyle zıt duyguları aynı anda yüreğinde duymaya başlayınca anlamalıdır ki yavaş yavaş delirmeye başlamıştır. İşte gülen muavine bakarken bu yüzden içimi bir korku kaplamıştı: Delirmekten korkmuştum! Birden ayağa fırlayıp “Ne gülüyorsun lan!” diye bağırmayı düşündüm ama ya gördüğüm bir hayalse diye tuttum kendimi. Öyle çok hayal gören birisi değilimdir halbuki. Yaşantımı kendime has bazı sabit noktalara bağladığım için hayallere fazla kaptırmam kendimi. Pek tekin bir şey değil çünkü bu. Birden hareketini kontrol edemeyip savrulabilirsin şeylerin arasına. O savruluşu da çok iyi bilirim ben, geri dönüşü mümkün değildir… Yapılması gereken en olağan hareketi yapıp başımı yana çevirdim ben de. Camdan dışarıya bakıp, hayatın normal seyrinde gittiğine, bütün ırmakların doğru dürüst aktığına emin olmak içindi bu. Herkes yapar herhalde... Dışarıyı ve o normal akışı görmedim desem yanlış olur. Ancak bütün o görüntünün önünde, camda kendi aksimi de gördüm. Bilemiyorum, bu konuda daha önce kimseyle konuşmadım, çünkü daha önce böyle bir şey de hissettiğimi anımsamıyorum. Gerçi aynanın karşısına geçtiğimde ben de herkes gibi kendi suratıma karşı bir yabancılık hissederim. Yani başkalarının yüzlerini görmeye öyle alışır ki insan kendi yüzünü unutur bir yerden sonra. Belki de daha sık bakmalı aynalara ve unutmamalı kendi yüzünü. Tabii insan kendi yüzünü doğru okuyabilir mi, o da ayrı bir soru. Neyse, bütün bunları aynanın karşısındayken ve başkalarının, mesela sevgilimin yüzüne kıyasla kendi yüzümü çok daha az tanıdığımı bildiğimi düşünürken hesaplamalıydım. Şimdiki durum çok farklıydı. Camdaki yansımanın benim yansımam olduğunu, ancak ve ancak fizik kanunlarına olan inancımı korursam ve bu kanunların tek hakikat olarak bilirsem söyleyebilirdim. Tabii gördüğüm yansımanın dehşetine kapılmamış ve daha sakin ve mantıklı düşünebilseydim. Doğrusu şu ki, o an fiziğin baştan sona bir saçmalık, bir boşunalıktan ibaret olduğunu düşünüyordum. Çünkü camdan bana bakan bu gözler, ağız, burun, bu yüz kesinlikle bir başkasına aitti! Yani birisi, hiç tanımadığım (bilemiyorum, belki de tanıdığımı unuttuğum) birisi camdan, yani öteki taraftan bana bakıyordu. Beni etkisi altına almış olan bu ayrı bilinç, yani o kişinin benden çıkıp camdan yansıyan ama ben olmayan başka bir şey olduğunu söyleyen bilinç olmasaydı, büyük olasılıkla gözlerimi kapatıp açar ve bu gündüz görülen düşten sıyrılabilirdim. Ama şu an öylesine büyük ve şiddetli bir kesinlikti ki bu, gözlerimi kapatmak için en ufak bir dürtü dahi belirmemişti içimde. Bana bakan ve kararlılıkla bana bir şeyler anlatmak isteyen bir yüz vardı karşımda. Ve en önemlisi de bu yüz, evet bu yüz de düpedüz gülüyordu yine. Korkum olanca şiddetiyle yüklenmişti yüreğime ve ağırlaştığımı, ama çok, çok fazla ağırlaştığımı hissediyordum. Gözlerimin içinde bir yerde yakıcı bir sıvı salgılanmaya başlamıştı. Muhtemelen şu an gözlerim iyice yaşlanmıştı ancak bunu camdaki yansımada göremiyordum. En kötüsü de, artık camın öte tarafındaki dünya, neredeyse görünmez olmuştu benim için. Bana gülenin, yine bende olan bir şey olduğundan kuşkulanmaya başladığım andı; bir anda gözümde fotoğraf makinesinin patlayan flaşları gibi, bereli ihtiyarın ve muavinin ve art arda tanımadığım onlarca insanın gülen yüzleri camda gelişigüzel yanıp sönmeye başladılar. Evet, dedim içimden, aynı anda büyük ve kontrolsüz bir heyecanın içine hızla gömülürken, deliriyorsun oğlum, mutlu musun şimdi!

***

Bembeyaz güneşliklerle pencereleri sımsıkı örtülü evin iki odası vardı, girişte hemen sağdaki salonu saymazsam. Salonda kimsecikler yoktu; eski model, motifli bir salon takımı yapayalnızdı orda. Koridorda ilerleyince solda tuvalet ve banyoyu gördüm. Sağda mutfağın açık kapısından çıktı gençten bir adam. Yüzü görünmüyordu. Elinde, üzerinde dumanları tüten üç fincan kahve olan ahşap bir tepsi tutuyordu. Koridorun sonunda sağdaki kapıdan içeri girdi. Kapıyı açık bırakmıştı. İçeride karşılıklı iki kahverengi kanepe, ortada ahşap ayakları olan bakır bir sehpa ve duvarlarda düzensizce çakılmış raflarda onlarca kitap vardı. Kanepede ihtiyarca bir adam yarım bağdaş kurmuş oturuyordu. Başında kahverengi takkesi, beyaz gömleğin üzerine giydiği deri yeleği ve yine kahverengi kadife pantolonuyla ihtiyar, uzatılan tepsiden fincanı usulca aldı. Mutfaktan çıkan genç adam elindeki tepsiyi sehpanın üzerine bıraktı ve bir fincan da o alıp ihtiyarın karşısındaki kanepeye oturdu. İhtiyar birden bana döndü ve nihayet yüz yüze geldik.
“Buyur delikanlı, geç şu koltuğa sen de” dedi. Orada bir koltuk olduğunu ancak farkedebilmiştim. Ses çıkarmadan oturdum ve kahvemi tepsinin üzerinden aldım. Gözlerim genç adamdan ihtiyara, oradan alt dudağımdaki fincana ve oradan da yere kadar gezindikten sonra genç adam,
“Ee birader, neden bir araya geldik, anlat bakalım” deyiverdi. Bir araya gelen biz kimdik acaba, ben bunu düşünmeye başlamıştım hızlıca. İkisinin de yüzü yoktu, onları tanıyor olamazdım. İhtiyar fincanı elinde tuttuğu tabağa bırakıp konuştu:
“Buradaki tek misafir benim aslında. Yani kim söylerse söylesin çabuk söylesin. Günüm gecem karıştı zaten, polis peşimde yine.” Sinirli görünmeye çalışıyordu ama yine de gülümsüyordu konuşurken. Aslında yüzü olmayan bu adamların yanında tebessüm bir ihtimal bile değildi ama sanırım sesindeki tondan hissetmiştim bunu.
“Allah Allah, dedi genç adam, ben miyim ev sahibi yani! Kim çağırdıysa bizi buraya o söylesin o zaman.”
İkisi de bana döndüler olmayan yüzlerini. Elimde fincanla öylece bakakalmıştım. Daha doğrusu kalakalmıştım. O an farkettim ki bakamıyordum onlara. Yani seslerini duyuyordum ve hissediyordum ama görebildiğimi söyleyemem. Ama karanlık da değildi içerisi. Aksine, kapalı perdelere rağmen içerisi sapsarı güneş ışığıyla doluydu.
“Ben buranın neresi olduğunu bile bilmiyorum, bana hiç bakmayın lütfen” dedim.
“Hoppala, dedi genç adam, benim yaptığım herşey senin için değil mi, şu koca ihtiyar, Üstat Seyfo sırf senin için burda değil mi? Bizi durup dururken buraya çağırıp şimdi de yan mı çiziyorsun?”
“Ben mi?!” diye kekeledim.
“Sen ya, dedi ihtiyar yine gülümseyerek, yani ben bu alemin kahramanıysam ve o da bu alemin katibiyse, sen de olsan olsan bu alemin de bu evin de sahibisindir herhal...”
“Bi dakka ya, bi kere ben bu odada, hatta bu evde bile değildim. Öylece yukardan seyreden bir gözdüm ben. Yani ihtiyar amca beni davet edince birden anlayamadım ne olduğunu.”
“…”
“…”
“Tamaaam pekii, dedim sonunda yavaş yavaş anlamaya başlayınca, anladım abiler, ben rüya görüyorum.”
“…”
“…”
“Eh yani, şikayetçi değilim rüyadan filan ama siz kimsiniz, onu söylesenize?”
“Ben Maskeci Seyfettin Tepebaşı’yım, aha bu dallama da Yazar, hani şu bütün yazdıklarını –ne diyeyse- okuduğun adam.”
“Evet, anladım, ben de okuyan gözüm.”
“Okuyan salaksın sen, göz möz değil.”
“Bana kalırsa burda salaklıkla itham edilebilecek bir tek kişi var o da sizsiniz Yazar bey. Siz adam gibi anlatabilseydiniz maskenin öyküsünü ben de burda siz aslında varolmayan yüzsüzlerle muhatap olmak zorunda kalmazdım.”
“Maskenin öyküsü mü! Sen neden bahsediyorsun kuzum, ne maskesi, ne öyküsü?”
“Neden maske takmak için kuyruk oluyor bunca insan Seyfettin Bey’in dükkanında?”
“Haa, onu diyosun sen. Ha ha ha!.. O maske öyküsü değil benim saf okurum, Seyfettin Tepebaşı’nın öyküsü.”
“Eh yani, sizde geleneksel bi huy galiba böyle artis artis konuşup paso yalan söylemek!”
“Siz derken?..”
“Seni demiyom amca, bu yazar takımını diyorum.”
“Bak birader, sen bu mübarek ihtiyarı hafife alıyorsun. Burada önemli olan maske ya da maskecilik değil. Bu ihtiyar adam çok önemli bir şahsiyettir.”
“Ya bırak abi allasen ya! Zaten onca zamanı senin yazdıklarını okumaya verdiğime pişmanım ben. Kafayı sıyırıyordum neredeyse.”
“Ah keşke bi kafan olsaydı da…”
“…”
“Üstat sen konuş ya, ben devam edemeyeceğim artık.”
“…”
“…”
“...”
“Ses… (dedi Maskeci Seyfo ve bir an susup dışarıyı dinledi.) Sesi gümüş renginde… Kalıplı, irice bir şey, sahneye sığmıyor adeta… Sen önlerdesin… Erkek diyorsun. Halbuki o kocaman bir dev.
“Yediikiikiüç’sün sen delikanlı, seni bir tek ben tanıyorum. … Sen de iyi bir adamsın aslında. İhtiyacın olan şey biraz daha cesaret. Bütün iyi adamların ve iyi kadınların ihtiyacı… Bak şu yüzüne…”
“Ne var yüzümde?!”
“Hiç… Hiçbir şey yok. Ne göz var ne ağız, ne kulak var ne burun…”
“Nas… nananassss…llll.”
“Korkuyorsunuz. İşte yine… Nasıl bakacağını, ne söyleyeceğini şaşırıyorsun…”
“7, 2, 2, 3, sen benim son müşterimsin. Artık yoruldum. Onlarca adam heba oldu gitti. Dedim onlara, hepsine dedim, demedim mi Yazar, demedik mi, topraktan uzak tutun yüzünüzü. Maazallah çekiverir içine, alır götürür nurunuzu.”
“Dinlemediler ama üstat, dinlemezler ki hiç.”
“İyi adamlar içindir artık maskeler. Ben o maskeleri yapıyorum. Her bir maske için bir sara nöbeti geçirmem gerekiyor. Sen çocuk, biliyor musun sara nöbetinin nasıl bir şey olduğunu, ha?”
“Nerden bilecek yurdumun sosyal psikopatı! Abuk sabuk hayaller kurarak hakikat tecrübe ediyor, şaşkın!”
“Bilemezsin tabii. İyi adamlara helal maskeler yapıyorum ben delikanlı. Cesur olsunlar, dayanıklı olsunlar, güçlü olsunlar diye. Bir bakışta huyunu suyunu nasıl anlıyorsun insanların; sen sen, evet sana diyorum, doğal yetenek mi sandın onu sen!”
“!..”
“Teker teker bitirin öteki yüzleri diye… Onca yıl uğraş didin… Sonunda yine olan olsun, söz dinlemeyin, ölüp ölüp durun. Ben de bir suçlu gibi dolanayım izbelerde!”
“…”
“…”
“N.n.ne.ne diyossssunuzzz sizzzzzz?”
“Hiç…”
“Hiçbi şey demiyoz biz yavrucum, sakin ol sen.”
“Hhhhhh!..”
“Tamam, geçti, hepsi geçti!”

Yerde, uzandığı yerden kalktı nihayet. Etrafa, odaya bakındı bir süre telaşla. Sonra sıçradı ve tavana, avizenin hemen yanına yapıştı.
Orada kaldı…

* * *

Seyfettin Tepebaşı’nı özel yapan hiçbir şey yoktu aslında, aynen o İtalyan yazarın dediği gibi, “herkes kendi kendini öldürüyordu”. Ya da bunu o yazar değil de başka biri mi söylemişti. Gerçi herkes biliyordu, aslında o isimde bir roman ve bir İtalyan yazar da olmamıştı hiç. Her neyse, önemli olan bu sözün gerçekten de doğru oluşuydu. Herkes ölünce de ortalık bir toplu mezar görüntüsü veriyordu işte. Eve vardığımda kız arkadaşımı bulamamıştım. Oysa büyük arzu duyuyordum yaşadıklarımı ona anlatmak için. Zaten son zamanlarda ondan başka da hiç kimseyle konuşmaz olmuştum. Bu da bir tür çaresizlik olsa gerek: etrafta konuşacak kimsenin kalmayışı… O günden sonra yazardan hiç haber alamadım. Seri cinayetlerle ilgili de başka bir haber çıkmamıştı. O rüyadan uyanınca normal yaşamıma geri döndüm bile diyebilirdim artık.

Sesi gümüş rengindeydi. Kalıplıydı ve sahneye sığmıyor gibiydi.
Önden üçüncü sırada, ortalarda bir yerden böyle görüyordum
onu. Kuşkusuz bir erkekti. Ya da bana çok erkeksi gelmişti. Yani
heyecan vermeyen kıllı bir dev gibi.

…Akşam üzeriydi, sitenin bahçesinden geçerken secde eder gibi yere çökmüş kafasını toprağa bastıran o adamı gördüğümde işte sahneye sığmayan şu gümüş renkli sesi olan aktörü anımsamıştım. Hışırtılar hayatımın bir parçasıdır aslında, sürekli duyarım ve çoklukla oralı bile olmam, duymazlıktan gelirim. Bu sefer -can sıkıntısından olacak- (ekmek almak için markete inmiştim) kulak kabarttım ve sese doğru yürüdüm. Bir duvarla kesildi yolum. Alçak bir bahçe duvarıydı bu. Sitenin arka tarafında olduğumu farkettim. Duvarın arkasında bakımsız bir arsa vardı, bunu biliyordum. Birkaç bodur ağaç ölmemek için bana çok gereksiz gelen bir çaba harcardı bu arsada. Varla yok arası tek tük otlarla kaplı bu arsayı evimin salon penceresinden görürdüm. Çok yakında üzerine büyükçe bir bina inşa ederler diye bekliyordum. Bunları hatırlarken duvarın dibine gelmiş ve marketten aldığım poşeti yere bırakmıştım. Ayaklarımın üzerine yüklenip yaylandım ve bir sıçrayışta duvarın üstüne çıktım. Pencereden baktığımda bana hep kırmızıymış gibi gelen ağacın dibinde bir adam, yere secde eder gibi çökmüş yüzünü toprağa bastırıyordu. Hışırtı filan da yoktu şimdi. Sanırım rüzgar dinmişti. Duvarın üstüne çıkıp oturdum. Bütün dikkatimle adama bakıyordum. Elleri, parmakları nemli toprağa gömülmüştü. İlk bakışta namaz kılıyor gibiydi ama namaz kılmayı bilirim, secdede bu kadar uzun kalınmaz. Alnıyla saçlarının birleştiği çizgiyi toprağa saplamış sanki bütün gücüyle bastırıyordu. Çok tiyatral gelmişti görüntü bana, belki de o yüzden daha önce seyrettiğim bir oyunu anımsamıştım birden. Tuhaf, karanlık bir oyundu, üniversitedeki amatör bir tiyatro grubunun oynadığı, sanırım Camus’nün yazdığı bir şeydi, bilemiyorum şimdi.
Adama daha dikkatlice baktım. Evet, onu tanıdım, bu Seyfettin Tepebaşı cinayetlerinin kurbanlarından Şener Topuz’du! Birden çok heyecanlanmıştım. Aynı zamanda kafam da karışmıştı. Hayal mi görüyordum yoksa? ...
Benimki de laf işte, elbette hayal görüyordum… Ya da… Evet, hayal kuruyordum belki de. Yani bilemiyorum, bu genç adamın kutsal bir törenin tam ortasında tarafımdan dikizlenmesi çok çok edepsizce bir durum. Bu, bildiğimiz normal hayatın dışında olan, dolayısıyla normal hayatın bir parçası olan ben tarafından görülmemesi, bilinmemesi gereken bir sahneydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Akşam en kararsız hareketleriyle çöküyordu arsanın üzerine. Bir söz geldi aklıma. Sonra başka bir söz daha ve ikisi de art arda hemen uçuverdiler hafızamdan. Toprakla ve tanrıyla ilgili sözlerdi. Sanırım bir Rus yazardan okumuştum. Yani ikincisini… ….
….

Tamam, kendimi biraz sakinleştirmeli ve yalan söylemekten vazgeçirmeliyim. Seyfettin Tepebaşı’nın kimseyi öldürdüğü filan yok. Şener Kopuz da iflas edince işyerini kendisiyle birlikte yakan ve bütün uğraşlara karşın kurtarılamayan bir esnaf. Gazetede çıkmıştı bu haber, üçüncü sayfadaydı. Bir arkadaşı, onun kendisiyle birlikte dürüstlüğü ve iyiliği de yaktığını söylemişti, bunu hala anımsıyorum.
Evet, pekala, kimse maske takmıyor belki. Belki de olup biten tek şey benim delirmeye başlamam. Dayanılmaz olan bir gerçek varsa, o da insanların onları anlamamı güçleştirmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaları. Kimse kendini suçlu görmüyor!.. Böyle olunca bütün suçlar da bana kalıyor. Bilemiyorum, belki de ayrı eve çıkmak kötü bir fikirdi. Annemin yanında daha huzurlu olabilirdim. Tanrıya inanıyorum ama onu hissedemiyorum artık… Toprağın dişiliğine çok fazla ihtiyacım var!.. Hiç olmazsa suratımı geri verebilmeyi çok isterdim… Keşke şimdi, mesela yıl binsekizyüzdoksan olsaydı ve keşke ben şimdi mesela Diyarbakır’da olsaydım!

Mehmet Batur

Kategori:

Re: Maskeci

öncelikle bu mehmet acaba örümcek kadının öpücüğündeki mehmet midir yani yazar olan aynı zamanda da oyuncu olan ki diyarbakır şehir tiyatrolarının oynadığı bir oyundur ve amatör tiyatrolar diye öyküde geçenle de o zaman bir bağ kuracağım.
Öncelikle İstanbul un bildiğim sokaklarının ayrıntısında dolaşmak bana öykü karakterinin ensesindeymişim hissini verecek denli canlıydı. İç hesaplaşmalar iç konuşmalar benimde çok kullandığım bir şey okuyucu için ne kadar zor olduğunu anlamama rağmen şizofren tarafımda anlatıcıya çok yakın hissetti kendini ve anlatımın ustalığı insan olmanın binlerce maskemiz olmasına rağmen bunu kanıksayamayışımızın acılı traji komik tasviri. İyi adam olmanın bedeli dükkanı da kendini de yakarak ölmekse vay halimize keza durum hiç iç açıcı değil ama bir o kadar da gerçek. Yazarlarla alay edişi Tanrı bakış açısındaki anlatıcı okuyucunun birbirine harman oluşu ve bununla bile alaycı bir farkındalıkla irdelemelerde bulunması sonunda herbirimizin bir kez aklından geçen annenin yanından ayrılmasamıydık keşkenin =)) ben buna ana rahmine dönmenin daha modern versiyonu diyebilirim sonlanışı.
Keza İstanbulda bu kırılmalar daha yoğun yaşanıyor bir kasaba ya da sakin bir Anadolu şehrine göre hep bir kurtlar sofrasın hep bir didişme hali hep bir tuhaf yalnızlık birileri barlardan bir gecelik aşklarla çıkarken Galatasaray lisesi duvarında sahaflık yapan Vahan Ustanın orda olmadığını fark etmiyor artık. Balçık gibi bir şehir...N e kadar yağmur yağsa yüzü yıkanmaz. Başarılı bir gerilim öyküyü okutturuyor ama sonunda olay örgüsüyle değil de tahlille bitmesi biraz tadı damağımda bıraktı... Bu tamamen şahsi izlenimdir öykücüye sataşma yoktur=))
Seyfettin ustanın bir sahaf olması da ayrıca çekici gelen bir nokta kişisel tarihime ve de nedense bir dergah şeyhi değilse de mitik bir şehir dervişi izlenimi belkide yüzündeki o huzurlu gülümseyi anlamama yine de ürpermeme sebep olan....
Çok katmanlı bir öykü bir daha okuyacağım.
Flowers


Re: Maskeci

Egemen dedi ki:
öncelikle bu mehmet acaba örümcek kadının öpücüğündeki mehmet midir yani yazar olan aynı zamanda da oyuncu olan ki diyarbakır şehir tiyatrolarının oynadığı bir oyundur ve amatör tiyatrolar diye öyküde geçenle de o zaman bir bağ kuracağım.
...cut...
Çok katmanlı bir öykü bir daha okuyacağım.
Flowers

Selamlar..
Açıkçası birkaç kere değiştirdiğim ve bir türlü tatmin olamadığım bir öyküydü bu. Aynen söylediğiniz gibi özellikle sonunu bağlamayı başaramadığım bir öykü. Yakında yeniden deneyeceğimi umuyorum. Yalnız yorumlarınız beni hem çok şaşırttı hem de mutlu etti. Öyküyle ne yapmak istediysem hepsini çıkarmışsınız. Söyledim ya, anlatmaya çalıştığım şeyi verebildiğimden emin olamadım bi türlü diye, sizin yorumunuzu okuyunca tamam dedim, bu kadarı yeter bana. Bir de sonunu halledebilirsem tamam olacak..

Bu arada örümcek kadının öpücüğü'yle bir ilgim yok. Sadece yazarım. Hatta memleketim olmasına rağmen henüz Diyarbakır'ı da (maalesef) görmedim..

Sağlıcakla kalın
mb.


Re: Maskeci

=)) bu hissi bilirim bir öykümün basılmasını bile istememiştim bir bilette düşkanın düşleri ama bir dostum beni amatör tiyatro oyunlarından birine sürüklediğinde ve ışıklar yandığımda sahnedeki kadına aşık olmuştum zira dergideki arkadaşlarımın anlamadığı didiklediği öykümü anlamıştı hemde ben sahnelenmeye uygun biraz tiradlı yazmıştım ve hatun kişi ben sahnelesem ancak böyle sahnelerdim diyeceğim şekilde sahneleştirmişti kısacası biri ben acaba demek istediğimi anlatabildim mi emin değilim derken neredeyse tam olarak anlamıştı.. ışıklar yandığında gülümsüyordum=))
eğer bu etkiyse sizde yaşattığım sevindim daha serin kafayla bir daha okuyacağım....o zaman sona dair bir iki şey daha yumurtlarım ama dili kurguyu çok beğendim üstelikde felsefe dokusuna rağmen, rağmen diyorum çünkü öyküde felsefe ağır bir sos gibi geliyor bana ( bende çok yapıyorum =)) !!!okuyucuya yazıkmış azcık onu gördüm ) sürükleyici bir gerilimi var bence o yüzden olayla bitmeliydi yani yay gerildi gerildi gerildi... kısacası kiriş elimde kaldı ip koptu hissiydi yaşadığım...
Bu arada Örümcek kadının öpücüğünde oynayan aynı zamanda metinlerde yazan tiyatro oyuncusu İstanbul' da yaşayan arkadaş Mehmet Polat beynim buldu sonunda eğer yanılmıyorsam sizinle de Erkal Tülekin insanları bir araya toparladığı bir akşam Menekşe sokakta buluşmuştuk ... sanırım bu sefer Mehmetleri karıştırmıyorum? =))Sevgiler