UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kuşdili Suskunluklar

29 Mar 2011
Emine Özzorlu

1.

Çantamın altını üstüne getirmiştim. Yoktu. Bozuk paralar, buruşuk fişler, boş sigara kartonları, saç tokaları, reklam broşürleri, sinema biletleri… Kaybettiğim küpemi bile bulmuştum. Fakat ne bir kitap vardı, ne bir dergi. Toplantı saatine kadar bir yerde oturup, bir şeyler okuyarak vakit geçirecektim sözde. Daha önce hiç görmediğim, görmeyi de istemediğim bu cehennemin dibi şehirde, üç saat boyunca ne yapabilirdim ki? Saat sabahın yedisiydi. Açık bir kitapçı dükkanı bulmak umuduyla, bilmediğim sokaklarda dolaşmaya başladım. Bir yandan da zar zor bulduğum toplantı binasının yerini kaybetmekten endişe ediyor, fazla uzaklaşmaya cesaret edemiyordum. Rastladığım birkaç gazete bayiinde, günlük gazeteler ve magazin dergilerinden başka yayın yoktu. Büyük bir marketle bir lokanta arasında sıkışmış o küçük kitapçı dükkanını gördüğümde, açık olabileceğine ihtimal vermemiştim.

Kapısı kapalı, içerisi yarı aydınlıktı. Gelişi güzel düzenlenmiş, daracık bir vitrini vardı. Kitapların seslerinin, kokularının duyulabildiği, kıpırtılarının hissedilebildiği o küçük, sıcak dükkanlardandı. Bir türlü ısınamadığım, bir yığın dvd, hediyelik eşya, kırtasiye malzemeleri arasında, titizlikle sınıflandırılmış kitapların yalnızca dekor gibi göründüğü, çok satan ucuz kitapların baş köşelere yerleştirildiği, o büyük ve ruhsuz mağazalardan sonra, uzun zamandır görmediğim eski bir dosta rastlamış gibi sevindim. Gerekirse açılana kadar beklemeyi göze alarak, vitrindeki kitapları incelemeye koyuldum. Üst sıra; Dostoyevski’nin hemen yanında Kazuo Ishiguro, onun yanıbaşında şifalı bitkiler kitabı. Chuck Palahniuk ile Mehmet Akif Ersoy, sanmıyorum ki başka herhangi bir yerde yan yana görülsün. Bir alttaki sırada ise boydan boya aynı kitap diziliydi, bir öykü kitabı. Yazarın adını okuduğumda, gözlerime inanamadım. Yirmi yıl öncesine ışınlandım sanki.

2.

Bir Oksijen ve iki hidrojen atomundan oluşan, sıvı durumunda bulunan, kokusuz, renksiz ve tatsız madde. Su. Bir canlının özelleşmiş üreme hücrelerini meydana getirmeden tıpatıp atasına benzer canlıların oluşmasını sağlayan üreme şekli. Eşeysiz üreme. Saçlarımın rengini beğenmiyorum. Keşke kızıl olsalardı. Ne dersin? Böyle güzel. Sarı yani. Dava’nın yazarı. Franz Kafka. İstanbul surları üzerine ilk Türk sancağını dikerken şehit olan kahraman. Ulubatlı Hasan. Başını vermeyen şehit kim peki? Ulubatlı Hasan’ın amcaoğlu mu? Hayır, hikaye kahramanı. Yazarı da Ömer Seyfettin. Üçgenin iç açıları toplamı. Yüz seksen. Peki ya dörtgen. Üç yüz altmış. Yarın akşam doğum günüm. Gelmek ister misin? Bilmem. Türkiye’nin yüzölçümü. Sekiz yüz on dört bin beş yüz yetmiş sekiz kilo metre kare. Akdeniz bölgesinin iklim özellikleri. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı. Limonata ve pasta var. Bir de babamın videocudan kiraladığı bir macera filmi. Gel işte. İzin alabilirsem gelirim. Karadeniz bölgesi bitki örtüsü. Orman. Önemli tarım ürünlerini de say bakalım çok bilmiş. Fındık, çay, tütün, mısır…bir de şekerpancarı. Aferin. Gelecek misin doğum günüme? Evet. Beni seviyor musun peki?

Susar, konuşamazdı. Suratı kıpkırmızı kesilir, bir süre nefes alamaz, konuyu hemen değiştirirdi. Sınıfın en utangaç öğrencisiydi. Biraz İngilizce, çokça Türkçe ve meramını anlatacak kadar da kuş dili bilirdi. İzlediği ayıp filmlerin etkisiyle Almancasını da epey ilerletmişti. Benle Almanca konuşmaz, utanırdı. Gençliğinde “Vatandaş Türkçe Konuş” flamalarıyla yürüyen dedesinin etkisinde kalmıştı. Herkesten ve her şeyden etkilenirdi. Benden sadece etkilenmez, severdi de…

Vitrindeki kitabın üzerinde ismini gördüğümde; gözlerime inanamamıştım. Yıllar sonra ben onu değil, o beni şaşırtmıştı.

3.

Kapalı olduğunu sandığım dükkanın kapısının içerden açılmasıyla, şaşkınlığım bir kat daha arttı.

“İçeri buyurmaz mısınız?”
“Şey.. Ben sandım ki… Her neyse… Teşekkür ederim. Vitrindeki şu öykü kitabı var ya, ona bakabilir miyim?”
“Tabi, buyrun. Çay içer misiniz?”
“Hayır, teşekkürler.”

Koridor gibiydi dükkan, dar ve uzun. İki yanında kitap rafları. Koridorun sonunda bir masa, masanın üzerinde bir lamba, açık bir kitap, yarısı içilmiş bir bardak çay, kül tablası ve dumanı tüten yarım bir sigara. Yerde bir küçük tüp, üstünde kaynayan çaydanlık. Bergamotlu, karanfilli, mis gibi çay kokusu. Neden hayır dedim ki…

“İşte, istediğiniz kitap.”

Şaşkınlığım sirayet etmişti sanki. Bir garip bakıyordu yüzüme. Tamam, sabahın bu saatinde şaşkın bir yabancının dükkanın önünde dikilmesi biraz garip olabilirdi. Ancak başka türlü bir bakıştı bu. Gördüğüne inanamıyor gibiydi daha çok. Anlam veremesem de fazla durmadım üzerinde. Bu sabah uçağa bindiğimden beri her şey biraz garipti zaten.

“Çay taze, istemediğinize emin misiniz?”
“İyi olur aslında, size zahmet olmazsa.”

Sigara ikramını da geri çevirmedim. Masanın ön tarafındaki sandalyeye oturup kitabı karıştırmaya başladım. Kitabın adı, Kuşdili Suskunluklar. Garip bakışlarını hala üzerimde hissediyordum. Yirmi öyküden oluşuyor. Birşey söyleyecek gibi boğazını temizliyor, kafamı kaldırdığımda vazgeçip önündeki açık kitaba bakıyordu. Yazar hakkındaki birkaç satırda, yıllar önce tesadüfen ortak bir arkadaştan öğrendiğimden daha fazla bilgi yok. Daha rahat okuyabileceğim bir yere gitmeliydim.

“Çay ve sigara için teşekkürler. Bu kitabı almak istiyorum.”
“Senin olsun. Kızıl saç yakışmış bu arada. Yine de sarının daha güzel olduğunu düşünüyorum hala.”

***

4.

Sarı bir noktaya dönüşene kadar, bakıp kalmıştım arkasından. Gitmişti. Birdenbire kızıl saçlarıyla giriverdi hikayeye tekrar.

Senin bu hikayede, bu odada, yatağımda, ne işin var? Kim çağırdı seni buraya?

Bitirmem gereken bir hikaye var. Henüz kurgusunu dahi kuramadım. Mekanı bile tasvir edebilmiş değilim. Karakterler mi? Off! Evet, bir de bu mekanı ele geçirecek bedenler lazım. Hayır, zaman konusuna hiç girmeyelim istersen.

Ne kadar zamanımız var? Yazmak istiyorum. Bir sayfa, bir paragraf, bir cümle, bir kelime, bir harf, bir nokta...Evet, evet bütün düşüncelerimi tek bir nokta ile anlatmak istiyorum.

Herkesin noktası farklı olmalı. Kalemin ucuyla kağıda bıraktığımız izden tanıyabilmeliler bizi. Birbirimizden ayırmalılar. Sınıflandırabilmeliler. İstedikleri de zaten bu değil mi Sarı? Ya da Kızıl. Sarıkızıl. Yada her neyse işte. Hepimizi birer parmak izinden, sayılardan(11 haneli), harflerden, kelimelerden ibaret saymıyorlar mı? Tanrı bile sayısallaştırmıyor mu? İşleri kolaylaştırmak için herhalde. Kolay değil, milyarlarca insan…Sen insan yaratmayı kolay bir şey sanıyorsun herhalde Sarı. Çamuru al; DNA’yı RNA’yı hazır et. Kromozomlarını say (tam tamına 46 adet), yoğur da yoğur, ta ki tam kulak memesi kıvamına gelinceye kadar. Sonra Adem babamızı al; O’na kollar ve bacaklar(ikişer tane), içini ancak mide fesadı geçirmeyecek insanların(adına doktor diyorlar) görebileceği ve kesebileceği bir vücut koy- hem de kocaman- bütün bunları üstüne de düşünmesi için bir kafa…Evet nerde kalmıştık Sarı?

Tamam Kızıl olsun, hemen darılma. Kaburgamdan yaratıldığını da asla unutma. Önce Adem babamız vardı, yani Ben. Sonra Ondan Havva anamız oldu, yani Sen. Tanrısal bir dokunuş var üzerimde, inanmıyorsan aç bak bölümlere, baplara, ayetlere, surelere…Önce ben vardım yani. Sonra Sen oldun. Yani Ben aslında Senim. Yani Sen yoksun. Yani sadece Ben varım. Yani, yani, yani…

Nerde kalmıştık? Evet tam da burada. Polis artık parmak izi almamalı. Tanımadığımız, bir bedeni dahi olmayan güçler parmaklarımızı boyamamalı. Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onları, birbirimizi boyamak için kullanmamalılar. İnsanların bütün sicil dosyaları, hemen şimdi silinmeli. Herkes Emniyete gidip nokta örneği vermeli. Nüfus cüzdanları, pasaportlar, banka cüzdanları, bütün kimlik kartları yasaklanmalı. Herkesin noktasına bakılmalı. Evlenirken, öpüşürken, sevişirken, birbirimizin noktalarına bakmalıyız. Sahi biz birbirimizin noktalarına baktık mı? Senin noktan sarı gibi sanki. Aldığımız her nefes bir ömre eşdeğer olmalı mesela. Zamana hükmedebilmeliyiz. Kursağımızdan geçen her lokma, ömrümüzün geri kalanında yediklerimizle aynı lezzette olabilmeli. Bunu başarabiliriz Sarı, anlıyor musun? Hayatı belli standartlarda yaşayabilmeliyiz mesela. Bilim adamları bunun üzerinde çalışmalılar. Lisans, yüksek lisans, doktora yapmalılar. Herkes aynı oranda sevebilmeli birbirini. Bütün bunları insanlara sunabilmeliyiz. Her şeyin bir ayarı, bir düğmesi, bir sesi, bir rengi, bir kokusu olmalı. Şaşırmamalı insanlar. Şaşırtmamalı hiç bir şey onları. Bu konfor esirgenmemeli yorgun bedenlerinden. Herkes aşık olabilmeli mesela. Ya da birileri onlara aşık olmalı. Yalnızlık, mutsuzluk, can sıkıntısı, açlık, yorgunluk...Hepsi bir düğme ile bertaraf edilebilmeli. Her şey için bir düğme olmalı. Evet, her şey için tek bir düğme. Sevgi için, aşk için, konfor için tek bir düğme...

Ve bir kitap yazmalıyız. Hemen başlamalıyız. Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar'ın hikayesini yazmalıyız. Bütün dillerde yazabilmeliyiz. Her şeyi bir kuşun dilinden anlatabilmeliyiz örneğin ve bütün kuşlar okuyabilmeli kitabımızı. Her şey olmalı kitabın içinde. Ölümsüzlüğün formülü olmalı mesela. Hiç ölmemelisin. Seni tek bir noktadan tekrar yaratabilmeliyim. Saçlarının sarı rengi de buna dahil.

Bitirmem gereken bir hikaye var. Artık biliyorum ne yazacağımı. Fakat ilk sen yazmalısın. Seninle başlamalı hikaye. Hadi başla Sarı, pardon Kızıl! İlk hikayeyi sen yaz.

“Çagantagamıgın agaltıgınıgı ügüstügünege gegetigirmigiştigim. Yogoktugu. Bogozuguk pagaragalagar, buguruguşuguk figişleger,…”

Emine Özzorlu-Emrullah Ay

Kategori:

Re: Kuşdili Suskunluklar

Ortak bir öykü yazma denemesi. Birinci ve üçüncü bölümler bana ait, iki ve dört Emrullah'a. Bitmiş bir öykü sayılmaz. Katılıma açık ayrıca. Devam etmek veya ekleme yapmak isteyen varsa, lütfen buyursun. Bir atölye çalışmasına dönüştürebiliriz Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Emine her ne kadar mütevazi davranmaya çalışsa bile, ortaya çıkan hikaye benim açımdan denemeden çok daha öte birşey. Buna benzer atölye çalışmalarını belki daha fazla katılımcıyla ve daha fazla tematik hale getirerek yapabiliriz sanıyorum. Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Emine Özzorlu dedi ki:
1.
Üst sıra; Dostoyevski’nin hemen yanında Kazuo Ishiguro, onun yanıbaşında şifalı bitkiler kitabı. Chuck Palahniuk ile Mehmet Akif Ersoy, sanmıyorum ki başka herhangi bir yerde yan yana görülsün.

Smile
Emine Özzorlu dedi ki:
Yirmi yıl öncesine ışınlandım sanki.

Kim ne der bilmem ama, ışınlanmak sözcüğünü buraya yakıştıramadım. Ben buradayım diye bağırıyor sanki. Metnin içinde kaybolacak bir başka sözcük, neden olmasın?

Emine Özzorlu dedi ki:
Bir Oksijen ve iki hidrojen atomundan oluşan, sıvı durumunda bulunan, kokusuz, renksiz ve tatsız madde.

Bu başlangıç ve davamı biri bulmaca çözen, diğeri ona eşlik eden iki insanı anımsattı. Soruların yanıtları uzadıkça bu düşüncem değişti, haliyle meraklandım.

Sonraki paragrafa geçiş keskin olmakla birlikte bir sonraki hepten ayrı kalmış. Belki sıralamalarıyla oynamalı. Misal, ikinci bölümdeki son paragraf başa çekildiğinde "Bir oksijen... " şeklinde başlayan paragraf geriye dönüş olarak daha şık durur sanki. Bu şekilde, birinci bölümün son cümlesi öyküden çıkarılarak tekrardan da kaçınılmış olur. Bunlar öneri sadece, akıldan geçenler. Her şey yazarların insiyatifinde.

Emine Özzorlu dedi ki:
Henüz kurgusunu dahi kuramadım

Kısacık bir cümlede aynı kökten türeyen biri isim diğeri fiil iki kelimenin varlığı cümleyi biraz zorlamış. Kurguyu oluşturmamak, tamamlayamamak ya da sadece kurgulayamamak daha sade durur gibi geldi.

Emine Özzorlu dedi ki:
...ta ki tam kulak memesi kıvamına gelinceye kadar.

Zaman belirten ifadeler biraz fazla gözüküyor.

Emine Özzorlu dedi ki:
Sonra Adem babamızı al; O’na kollar ve bacaklar(

Özel isimlerin yerine kullanılan zamirler büyük harfle başlamıyor olsa gerek. Aklımda öyle kalmış.

Öykünün başı ile sonu arasındaki bütünlük güzel. Okuma bitince hatırlanan kişinin gerçekliğinden şüphe duyuyor insan, hepsinin bir kurmaca olduğunu görüyor.

Anlatıcı değişikliğinin aşama aşama yapıldığını görüyorum. Öykü kadınla başlıyor, sonra geçmişe dönüşle ikinci kişi öyküye katılıyor, ardından, anlatıcı o kişiyle iletişime geçiyor, son kısımdaysa sözü tamamiyle ikinci kişi alıyor. Öykü sonlandığında hepsini kadının kaleme aldığını anlıyoruz. Güzeldi.

Bir "nokta"dan çıkan düşünce akışını sevdim; gülümsetti, düşündürdü. Ancak, "Herkes aynı oranda sevebilmeli birbirini." ve "Herkes aşık olabilmeli mesela." birbiriyle tutarsız gözüktü.

Birlikte ve ayrı ayrı yazdığınız öykülerin devamını görmek dileğiyle, elinize sağlık.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Emine Özzorlu dedi ki:
Ortak bir öykü yazma denemesi. Birinci ve üçüncü bölümler bana ait, iki ve dört Emrullah'a. Bitmiş bir öykü sayılmaz. Katılıma açık ayrıca. Devam etmek veya ekleme yapmak isteyen varsa, lütfen buyursun. Bir atölye çalışmasına dönüştürebiliriz Smile

Öykü altına yazdıklarınızı şimdi gördüm. Olur da densizlik ederim diye yorum kısmına eklemekten çekinmiştim. Üsluplarınızdan hareketle aynı şeyi söyleyecektim Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Önerilerin için teşekkürler Büşra. Işınlanmak sözcüğünü ben de hiç sevmedim. 'Yirmi yıl öncesine döndüm' gibi çok daha doğal bir yolu varken neden öyle dediğimi ben de anlamadım şimdi.Smile

Ayrıca bahsettiğin paragrafların yerlerinin değiştirilmesi de iyi fikir.

Öykünün en içime sinmeyen kısmı, son bölümde anlatıcının değişmesi oldu. Aynı anlatıcıyla devam etmemesi bütünlüğü bozdu bana göre.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Emine Özzorlu dedi ki:
Öykünün en içime sinmeyen kısmı, son bölümde anlatıcının değişmesi oldu. Aynı anlatıcıyla devam etmemesi bütünlüğü bozdu bana göre.

Anlatıcının değişmesi göze çarpıyor ama -biraz zorlayınca Smile - bunun kademeli yapıldığı fark ediliyor.

Öykü adamın ağzından anlatılacak olsa; mesela, dükkanın içinde çayını yudumlarken vitrini inceleyen kadını görse. Adam, kadının aklından geçenleri tahminleriyle okuyucuya duyursa nasıl olur? Olabilir gibi geliyor. Sonrasını adamın ağzından anlatmak çok zorlamaycak gibi gözüküyor.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Balzac, "Köy Hekimi"ni yetmiş iki saate yazmış fakat düzenlemesi altmış gece sürmüş. Roman yayımlandıktan sonra da bu düzeltmeler sürüp gitmiş. Metnin tamamı için;

Hayatını üne ve servete ulaşmaya adamış Balzac’ın yaşamına kısa bir bakış

Bu yazıyı okuduğumdan beri ne zaman bir yazımı düzenleyecek olsam üstteki satırlar aklıma gelir.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Büşra dedi ki:
Öykü adamın ağzından anlatılacak olsa; mesela, dükkanın içinde çayını yudumlarken vitrini inceleyen kadını görse. Adam, kadının aklından geçenleri tahminleriyle okuyucuya duyursa nasıl olur? Olabilir gibi geliyor. Sonrasını adamın ağzından anlatmak çok zorlamaycak gibi gözüküyor.

Evet, bu şekilde tek bir anlatıcıya geçilebilir bence de. Bir de şöyle bir fikir geldi şu anda aklıma; ilk bölümü değiştirmeden, bu bölüm bir de adamın ağzından yazılarak öyküye eklenebilir. İkinci anlatıcıya geçiş daha yumuşak olur böylece. Bu bölümü yazmaya ne dersiniz Büşra?


Re: Kuşdili Suskunluklar

Yazmayı seve seve denerim fakat, çok çeşitli bir anlatım olmaz mı o zaman? Hani olay, durum iki kişinin bakış açısıyla okuyucuya sunulacaksa tüm bölümlerde benzer bir sıranın izlenmesi gerekmez mi? Birinci bölüm anlatım şekliyle diğerlerinde ayrılır yoksa. Okuyucu kimin kim olduğu bocalamasını da yaşayabilir gibi. Bilemedim Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Hmm, düşünelim... Adam da yirmi yıl öncesine döndükten sonra, geri dönüş bölümü tamamen diyaloğa dönüştürülebilir, böylece kimin hatırladığının önemi olmaz, ortak bir hatırlamaya dönüşür.
Sonrasında karşılaşmalarını kadından, bir sonraki aşamayı da adamdan dinlemiş oluruz. Evet biraz karışık olur ama çok da sistemsiz olacak gibi gelmedi bana. Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Neden olmasın? Düzenleme yaparken öykü kendini bulacaktır. Son halini de görmek isterim.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Ne oluyor burda Smile Dokunmayın hikayeme Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Eldivenleri taktık öyküyü inceliyoruz, öykü sahibisiniz, şöyle buyurun. Sizi dinliyoruz. Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Emrullah, dokunduk bile. Dokunmakla kalmayıp masaya yatırdık, kesip biçmeye bile başladık. Katılmayacaksan dışarda bekle, yaşayıp yaşamayacağını bildiririz sana.Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Birinci bölümle ikinci bölüm arasındaki geçiş bir şekilde anlaşılabilir ama son bölüm biraz eğreti duruyor diyebiliriz. Biraz üzerinde çalışmam gerekliydi sanıyorum. Zaten uzun süredin Emine'nin de üzerine basa basa vurgulamak istediği buydu.

Yorumlara baktığımda asıl sorunun anlatıcının kendisinde ve karakterlerin hükümranlık alanlarından kaynaklandığı gibi bir noktaya geldik sanki. Son bölümde, karakterin iç sesini teşhircilik boyutunda yüzümüze çarpan tavrı biraz törpülenir ve anlatıcının durumu biraz daha netlik kazanırsa çok daha iyi olacakmıi gib Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

""
Dokunmakla kalmayıp masaya yatırdık, kesip biçmeye bile başladık.

İnsanın kendi çocuğunu bu kadar soğukkanlılıkla ameliyat masasına yatırıp, kesip biçmesi nerde görülmüş Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Emrullah dedi ki:
Son bölümde, karakterin iç sesini teşhircilik boyutunda yüzümüze çarpan tavrı biraz törpülenir ve anlatıcının durumu biraz daha netlik kazanırsa çok daha iyi olacakmıi gib Smile

Evet, öykü boyunca anlatılanları daha çok dışarıdan izliyoruz, son kısımdaysa diğer anlatıcının iç dünyasına birden girince işler karışıyor.

Son bölüm ayrı bir öykü olabilecek yapıda neredeyse. Bir noktadan bir öykü, olur mu, olur.


Re: Kuşdili Suskunluklar

"Nokta" başlı başlına bir fenomen ve simgesel bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ben öyle olmasını umuyorum en azından. Bütün bölümlerde kullanılan "Sarı/Kızıl saç" imgesi yerine belki sadece "nokta" üzerinden kurgulanmalıydı.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Büşra'nın katılımı(italik bölüm) ve Emrullah'ın son bölümü yeniden düzenlemesiyle, öykünün yeni hali..

""
Kuş Dili Suskunluklar
1

Çantamın altını üstüne getirmiştim. Yoktu. Bozuk paralar, buruşuk fişler, boş sigara kartonları, saç tokaları, reklam broşürleri, sinema biletleri… Kaybettiğim küpemi bile bulmuştum. Fakat ne bir kitap vardı, ne bir dergi. Toplantı saatine kadar bir yerde oturup, bir şeyler okuyarak vakit geçirecektim sözde. Daha önce hiç görmediğim, görmeyi de istemediğim bu cehennemin dibi şehirde, üç saat boyunca ne yapabilirdim ki? Saat sabahın yedisiydi. Açık bir kitapçı dükkanı bulmak umuduyla, bilmediğim sokaklarda dolaşmaya başladım. Bir yandan da zar zor bulduğum toplantı binasının yerini kaybetmekten endişe ediyor, fazla uzaklaşmaya cesaret edemiyordum. Rastladığım birkaç gazete bayiinde, günlük gazeteler ve magazin dergilerinden başka yayın yoktu. Büyük bir marketle bir lokanta arasında sıkışmış o küçük kitapçı dükkanını gördüğümde, açık olabileceğine ihtimal vermemiştim.

Kapısı kapalı, içerisi yarı aydınlıktı. Gelişi güzel düzenlenmiş, daracık bir vitrini vardı. Kitapların seslerinin, kokularının duyulabildiği, kıpırtılarının hissedilebildiği o küçük, sıcak dükkanlardandı. Bir türlü ısınamadığım, bir yığın dvd, hediyelik eşya, kırtasiye malzemeleri arasında, titizlikle sınıflandırılmış kitapların yalnızca dekor gibi göründüğü, çok satan ucuz kitapların baş köşelere yerleştirildiği, o büyük ve ruhsuz mağazalardan sonra, uzun zamandır görmediğim eski bir dosta rastlamış gibi sevindim. Gerekirse açılana kadar beklemeyi göze alarak, vitrindeki kitapları incelemeye koyuldum. Üst sıra; Dostoyevski’nin hemen yanında Kazuo Ishiguro, onun yanıbaşında şifalı bitkiler kitabı. Chuck Palahniuk ile Mehmet Akif Ersoy, sanmıyorum ki başka herhangi bir yerde yan yana görülsün. Bir alttaki sırada ise boydan boya aynı kitap diziliydi, bir öykü kitabı. Yazarın adını okuduğumda, gözlerime inanamadım. Yirmi yıl önceye döndüm bir anda.

“Bir Oksijen ve iki hidrojen atomundan oluşan, sıvı durumunda bulunan, kokusuz, renksiz ve tatsız madde?”
“ Su”
“Bir canlının özelleşmiş üreme hücrelerini meydana getirmeden tıpatıp atasına benzer canlıların oluşmasını sağlayan üreme şekli?”
“Eşeysiz üreme”.
“Saçlarımın rengini beğenmiyorum. Keşke kızıl olsalardı. Ne dersin?”
“Böyle güzel. Sarı yani.“
“Dava’nın yazarı?”
“Franz Kafka.”
“İstanbul surları üzerine ilk Türk sancağını dikerken şehit olan kahraman?”
“Ulubatlı Hasan.”
“ Başını vermeyen şehit kim peki? Ulubatlı Hasan’ın amcaoğlu mu?”
“Hayır, hikaye kahramanı. Yazarı da Ömer Seyfettin.”
“Üçgenin iç açıları toplamı?”
“Yüz seksen.”
“Yarın akşam doğum günüm. Gelmek ister misin?”
“Bilmem...”
“Türkiye’nin yüzölçümü.?
“Sekiz yüz on dört bin beş yüz yetmiş sekiz kilo metre kare.”
“Limonata ve pasta var. Bir de babamın videocudan kiraladığı bir macera filmi. Gel işte.”
“İzin alabilirsem gelirim”.
“Karadeniz bölgesi bitki örtüsü.?”
“ Orman.”
“Önemli tarım ürünlerini de say bakalım çok bilmiş.”
“Fındık, çay, tütün, mısır…bir de şekerpancarı.”
“Aferin. Gelecek misin doğum günüme?”
“ Evet.”
“Beni seviyor musun peki?”
...

Susar, konuşamazdı. Suratı kıpkırmızı kesilir, bir süre nefes alamaz, konuyu hemen değiştirirdi. Sınıfın en utangaç öğrencisiydi. Biraz İngilizce, çokça Türkçe ve meramını anlatacak kadar da kuş dili bilirdi. İzlediği ayıp filmlerin etkisiyle Almancasını da epey ilerletmişti. Benle Almanca konuşmaz, utanırdı. Gençliğinde “Vatandaş Türkçe Konuş” flamalarıyla yürüyen dedesinin etkisinde kalmıştı. Herkesten ve her şeyden etkilenirdi. Benden sadece etkilenmez, severdi de…

Vitrindeki kitabın üzerinde ismini gördüğümde; gözlerime inanamamıştım. Yıllar sonra ben onu değil, o beni şaşırtmıştı.

2

Sigara diye çaya uzanınca bardak öbür yana savruldu, tuttum. Kaynar çay elimi aşıp yere yayıldı. Ayağa kalktığımda onu gördüm. Seneler sonra, sabahın yedisinde karşımda duruyordu Saçları düzeltmesini istemeyeceğim kadar dağınık, omuzları bluzunu taşıyamayacak denli yorgun gözüküyordu. Sigaranın dumanından, tüpün mavi ateşinden, çaydanlığın raflara yaydığı sıcaklıktan, içeriyi dolduran güzel kokudan, yarısı yere dökülen çaydan haberi yoktu. Başını öne doğru çıkarıp kaşlarını kaldırmış vitrine bakıyordu. Kıpırdamıyordu, kıpırdamıyordum.
Parmaklarımın üstünde küçük bir yangın vardı, acıyordu. Usulca yerime oturdum. Beni görmesinden çekinir gibi tuhaf haller alıyordum. Şaşkındım aslında. Kalkmalı diyordum, gidip kapıyı açmalı; günaydın deyip boynuna sarılmalı. Hatta hiç konuşmadan sarılmalı, saçlarına dokunup koklamalı. Olmazdı, yapamazdım. Bir kapı kulpu uzaklığında durduğunu bilsem de ona el sürmemeliydim. Gerçekliğini yitirebileceğini aklımdan çıkarmamam gerekti. Vazgeçtim. Açmamalıydım kapıyı. Aynı yere bakmaktan usanıp uzaklaşmalıydı o da. Suratımı kapıya yaslayıp bakmalıydım ardından. Cama yanağımın izi çıkmalıydı. Onu hiç görmemiş gibi davranmalıydım, delirdin mi, diye sormalıydım kendime. Hepsini sen uydurdun, gelmedi o, görmedin onu, demeliydim. Dayanamadım. Boğazımdaki gıcığı temizledikten sonra kalktım, kapıyı açtım.

3

Kapalı olduğunu sandığım dükkanın kapısının içerden açılmasıyla, şaşkınlığım bir kat daha arttı.

“İçeri buyurmaz mısınız?”
“Şey.. Ben sandım ki… Her neyse… Teşekkür ederim. Vitrindeki şu öykü kitabı var ya, ona bakabilir miyim?”
“Tabi, buyrun. Çay içer misiniz?”
“Hayır, teşekkürler.”

Koridor gibiydi dükkan, dar ve uzun. İki yanında kitap rafları. Koridorun sonunda bir masa, masanın üzerinde bir lamba, açık bir kitap, yarısı içilmiş bir bardak çay, kül tablası ve dumanı tüten yarım bir sigara. Yerde bir küçük tüp, üstünde kaynayan çaydanlık. Bergamotlu, karanfilli, mis gibi çay kokusu. Neden hayır dedim ki…

“İşte, istediğiniz kitap.”

Şaşkınlığım sirayet etmişti sanki. Bir garip bakıyordu yüzüme. Tamam, sabahın bu saatinde şaşkın bir yabancının dükkanın önünde dikilmesi biraz garip olabilirdi. Ancak başka türlü bir bakıştı bu. Gördüğüne inanamıyor gibiydi daha çok. Anlam veremesem de fazla durmadım üzerinde. Bu sabah uçağa bindiğimden beri her şey biraz garipti zaten.

“Çay taze, istemediğinize emin misiniz?”
“İyi olur aslında, size zahmet olmazsa.”

Sigara ikramını da geri çevirmedim. Masanın ön tarafındaki sandalyeye oturup kitabı karıştırmaya başladım. Kitabın adı, Kuşdili Suskunluklar. Garip bakışlarını hala üzerimde hissediyordum. Yirmi öyküden oluşuyor. Birşey söyleyecek gibi boğazını temizliyor, kafamı kaldırdığımda vazgeçip önündeki açık kitaba bakıyordu. Yazar hakkındaki birkaç satırda, yıllar önce tesadüfen ortak bir arkadaştan öğrendiğimden daha fazla bilgi yok. Daha rahat okuyabileceğim bir yere gitmeliydim.

“Çay ve sigara için teşekkürler. Bu kitabı almak istiyorum.”
“Senin olsun. Kızıl saç yakışmış bu arada. Yine de sarının daha güzel olduğunu düşünüyorum hala.”

4

Sarı bir noktaya dönüşene kadar, bakıp kalmıştım arkasından. Gitmişti. Birdenbire kızıl saçlarıyla tekrar giriverdi hikayeye.

Bitirmem gereken bir hikaye var. Henüz kurgusunu dahi kuramadım. Mekanı bile tasvir edebilmiş değilim. Karakterler mi? Off! Evet, bir de bu mekanı ele geçirecek bedenler lazım. Hayır, zaman konusuna hiç girmeyelim istersen.

Kitapçı olabilir tabi. Neden olmasın. Seyahattedir. Yorgundur. Sabah bir iki satır okumayınca midesi bulanmakta, çay, simit, sigara ve bir iki satır yazı ile kendine gelmektedir. Bazen sabah okuyacaklarını yatmadan önce başucuna hazır eder, kim bilir? Seyahat, kahvaltı zevkinin içine etmiştir. Kadındır. Çantasının içi, aklı gibi karmakarışıktır. İşte buldum her şeyin başlangıcı bu olabilir pekala. Bir gün sevdiğini yarın sevmez. Gereksiz nezaket ve görgü kuralları vardır. Tedirgindir. Bunu da diyaloglarda kullansam nasıl olur?

Ne kadar zamanımız var? Yazmak istiyorum. Bir sayfa, bir paragraf, bir cümle, bir kelime, bir harf, bir nokta...Evet, evet bütün düşüncelerimi tek bir nokta ile anlatmak istiyorum.

Yazının içinde bir nokta gibi görünüp kaybolur. Hem kendini hem karakterli değiştirir. Mekanı da tabi ki. Evet Sarı bir nokta. Kapıda göründüğünde, içeri girdiğinde hep bir noktadır. Hem anlatan hem de anlatılandır. Eski bir sevgilidir. Çocukluğumda aşık olduğum alaycı bir güzellik.

Belki saçmalama hakkımı kullanırım. Okuyucuyu şaşırtmak gerek değil mi efendim? Senli, benli oluruz. Bilinmez hoşlanır belki okuyucu. Tamam işte devam ediyorum. Buyurun.

Tamam devam ediyorum hemen darılma. Kaburgamdan yaratıldığını da asla unutma. Önce Adem babamız vardı, yani ben. Sonra Havva anamız oldu, yani sen. Tanrısal bir dokunuş var üzerimde, inanmıyorsan aç bak bölümlere, baplara, ayetlere, surelere…Önce ben vardım yani. Sonra Sen oldun. Yani ben aslında senim. Yani sen yoksun. Yani sadece ben varım. Yani, yani, yani…

Belkide şiir olarak anlatmamı isterler. Söz, hiç bir şey değişmeyecek. Adını da “Yaratılış” koydum.

YARATILIŞ
Tamam devam ediyorum hemen darılma.
Kaburgamdan yaratıldığını da asla unutma.
Önce Adem babamız vardı,
Yani ben.
Ondan Havva anamız oldu,
Yani sen.
Tanrısal bir dokunuş var üzerimde,
İnanmıyorsan aç bak bölümlere,
Baplara, ayetlere, surelere…
Önce ben vardım yani.
Sonra sen oldun.
Yani ben aslında senim.
Yani sen yoksun.
Yani sadece ben varım.
Yani, yani, yani…

Nasıl olmuş? Beğenirler mi Çok mu egoist? Olsun efendim olsun. Zaten her şeyi faş ettik. Kurgunun dibine vurduk. Anladı zaten okuyucu. Hikaye nasıl bitecek diye merak içinde o kadar.

Yazıp bitirmeliyim artık. Hemen şimdi. Ben, sen, o, biz, siz, onların hikayesi olmalı. Bütün dillerde.. Bir kuşun dilinden örneğin. Her şey olmalı kitabın içinde. Ölümsüzlüğün formülü olmalı mesela. Hiç ölmemelisin. Seni tek bir noktadan tekrar yaratabilmeliyim. Saçlarının sarı rengi de buna dahil.

Bitirmem gereken bir hikaye var. Seninle başlamalı hikaye. Hadi başla Sarı, pardon Kızıl! İlk hikayeyi sen yaz. Seni zaten ben yaratmadım mı? Tekrar oku istersen şiiri. İki kere yazdım utanmadan. Anla artık. Artık biliyorum ne yazacağımı. Fakat ilk sen yazmalısın.

“Çagantagamıgın agaltıgınıgı ügüstügünege gegetigirmigiştigim. Yogoktugu. Bogozuguk pagaragalagar, buguruguşuguk figişleger,…”


Re: Kuşdili Suskunluklar

Öyküyü çok merak etmeme karşın henüz okuyamadım. İçim içimi yiyor. En kısa zamanda...


Re: Kuşdili Suskunluklar

Hem eskisini, hem de yenisini okumanı sağlık veririm... Çok değişti öykü Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Yeni hali gerçekten öncekinden oldukça farklı olmuş. Şiir de ayrı bir renk katmış. Sevdim. Ellerinize sağlık.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Çok saol Büşra. Sen olmasaydın üstesinden gelemezdik. Tabi Emine'de tahmin edemeyeceğin kadar ısrarcıydı. Düzelt, düzelt nidaları hala kafamda çınlıyor Smile


Re: Kuşdili Suskunluklar

Oynun içine katılmak güzeldi, ben teşekkür ederim. Benimki küçük bir katkı, öyküyü çekip çeviren Emine Özzorlu oldu. Ellerimize sağlık diyelim Smile Bu arada "nokta" temalı yeni bir öykü okumak güzel olur bence, o satırları değerlendirmeli.


Re: Kuşdili Suskunluklar

Öyküyü iki ayrı kişinin yazdığını bilmeseydim ne düşünürdüm, diye sordum kendime.
Anlatacağı hikâyeyle en azından 'artık' anlatmak dışında bir meselesi kalmamış, anlatacakları hakkında bir yargıya varmış ve bunu sakin, usul usul anlatan bir ben anlatıcıyla, "kızıl-sarı saçlarla" henüz hesaplaşamamış, ya da yazarken hesaplaşmakta olan kızgın, bir diyeceği olan ama ne diyeceğini hırsından mı, kızgınlığından mı, diyemeyen, lafı dolandırıp duran asabi bir ben anlatıcı var karşımda. İlkiyle sakin, usul usul geziyorum anlattığı mekânı, görüyorum, kitapların seslerini ben de işitiyorum. Kitapçıya daha dikkatli baksak sanki tanıyacağız... İkincisiyle, ikinci ben anlatıcıyla yani, birbiriyle tümüyle alâkasız eşyalarla dolu odacıklara girip çıkıyorum. Beynin kıvrımlarında kaybolur gibi oluyorum ama beni neden bu odacıklara, bu eşyaların arasına soktuğunu anlamlandıramıyorum. ilginç bir atelye çalışması olmuş sahiden.
Her iki yazarın da ellerine sağlık...