UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kızıl Kukuletalar*

02 Eyl 2013
turgut

Bugün, sokağın öteki binalarının biraz uzağında dikilen evimin etrafını sardılar; maskeli, kızıl kukuletalı, sonu gelmez (gerçek anlamda sonu gelmez) bir kalabalık – ellerinde görmekte güçlük çektiğim (cam pisti, toz içindeydi, uzun zamandır temizlenmemişti) bazı nesneler vardı. Gözleri, suratlarını örten kara maskelerdeki iki delikten kan kırmızısı bir renkle fışkırmış, parlıyor; omuz omuza veren bedenleri soluk aldıkça şişip birleşiyordu sanki.

Bir anda, binlerce çift kızıl gözün evime (bana, evime) çevrildiğini fark edince yerimden sıçramıştım. Salondaydım. Patricia Highsmith’in The Black House adlı kitabını okuyordum. Annemin ölümünün ikinci yılıydı; iki senedir olduğu gibi sessizdi ev. Koridordaki saatin tiktaklarından rahatsız olmuş, salonun kapısını kapatmış; sıcaktan bunaldığım için de pencereyi açmak istemiştim. Birden karşıma çıktılar. Perdeleri çeker çekmez dehşetle atıldığımı anımsıyorum: geri kaçmış, bir elimde sıkı sıkı tuttuğum perdeyi de kendimle beraber çekip bir parçasını kornişten çıkarmıştım. Bunca kalabalık (bana bütün sokağı, hatta mahalleyi kaplıyor gibi görünüyordu) ne yapıyordu bu bahçede? Kukuletalıların kıpırdamaya niyeti yok gibiydi; öyle dimdik, nefes alıp vermekten başka hiçbir canlılık belirtisi göstermeden duruyorlar ve hepsi aynı anda, birbirleriyle sözleşmiş gibi bana doğru bakıyorlardı.

Yaklaştım, kolu tutup aşağı indirdim ve pencereyi açtım. Ilık bir hava yüzümü yaladı; hafif esiyordu. Kukuletalılar durdukları yerden öylece bakmaya devam ettiler. “Bir şey mi oldu?” dedim, kendimin bile güçlükle duyduğu bir sesle; cevap gelmedi. Sonra kararlılıkla “Siz kimsiniz?” diye bağırdım fakat yanıt alamadım. Öylece bakmayı sürdürüyorlardı. Öfkelendim. Pencereyi kapatıp kapıya yöneldim ama ürktüm bir anda, dönüp koltuğa oturdum.

Anlayamıyordum; nasıl olmuştu da bu kadar büyük, devasa bir kalabalık, tek bir çıtırtı bile çıkarmadan gelmiş, bahçeyi doldurmuştu? Benim duymamama imkan yoktu; sabahın çok erken saatlerinden beri ayaktaydım; güneş doğarken bahçeye çıkmış, biraz dolaşmıştım hatta, o sıra hiç kimse görünmüyordu. Başka neler olmuştu o gün? Aslında epey ilginç şeyler de geçmişti başımdan ama bütün bunların bu olayla hiçbir ilintisi yoktu: kahvaltı etmiştim, dolapta çok şey kalmamış diye aklımdan geçirmiştim bir ara fakat markete gitmeyi ertelemiştim, sonra aklıma annemin ölüm yıl dönümü olduğu geldi; ikinci sene dolmuştu. Pek vefakâr biri sayılmam ama annemle babamın odasını bu iki sene boyunca muhafaza etmiştim. Olağandışı bir şey olarak görmemek lazım bunu, açıkçası o odayla ne halt edeceğime karar verememiştim. Ani bir kararla annemin odasına çıktım; yatağa oturdum, duvardaki fotoğrafına baktım. Sever miydim onu? Galiba. Annemdi işte, her çocuğun sevdiği kadar severdim ben de annemi. Canım sıkıldı; kalkıp çekmeceleri karıştırmaya başladım; oldukça dağınık bir dikiş kutusu, eski fotoğraflar, birkaç bilezik, küpeler, aspirin kutuları, birkaç sararmış mektup zarfı.

Hayır, mektupları okumadım. Aşağı indim. Patricia Highsmith okudum. The Black House. Sonra? Sonra bu dışarıdaki ölüm sessizliği.

Bu dışarıdaki ölüm sessizliği ne demek oluyordu? Bir hayâl miydi her şey? Bu kuşku içime çöreklenir çöreklenmez titredim; perdeyi hafifçe aralayıp dışarı baktım – işte oradaydılar, bir çember olmuş binlerce kütle. Evin her yanı sımsıkı kapalıydı fakat o kızıl gözleri duvarları delip geçiyordu sanki; beni görüyor, takip ediyordu. Bu katı, kızıl-kara renklerle bezenmiş kalabalıkta hüküm süren sessizliği aldığım her nefesle bozduğumu hissediyordum.

Sıkıntıyla perdeyi çektim. Kimdi bunlar? Benden ne istiyorlardı? Odanın ortasında yürümeye başladım. Biraz büyük bir odaydı burası: bir duvarı baştan aşağı kitaplarla doluydu. Gözüm eski gazete parçalarına takılınca üçüncü sayfa haberler üşüştü aklıma: kesilen boğazlar, deşilen vücutlardan etrafa saçılmış organ parçaları, beyne saplanan kurşunlar... saçmalık! Bu dışarıdaki kalabalıkla böyle haberlerin ilgisi olamazdı, onlar başka bir şey için buradaydılar; başka bir şey, neydi bu? Bir an, ne yapacağımı bilemedim. Sehpanın üstünde Lacan’ın iki kitabı vardı; bir can sıkıntısıyla onları alıp kitaplığa tıkıştırdım, sonra köşesi kıvrılan kitapları düzelttim, hatta bir iki tanesini yere koyup üstlerine çıktım ki kıvrılan köşeleri iyice bastırılmış olsun.

Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Elim ayağım kesilecek gibi oldu. Birkaç adım atıp masaya yanaştım ve bir anda, tam düşecekken masanın altındaki çöp kovasına atılıp kusmaya başladım. Yeşil-sarı sular döküldü ağzımdan; bir hamlede koltuğa attım kendimi, gözlerimi sıkı sıkı kapadım; yattığım yerde, gözlerimin önünden akıp giden parçalar, öylece, kasılıverdim.

Birden bir siren sesiyle sıçradım; dikkat kesilip dinledim, etraf sessizdi, telaşla doğruldum; ayaklarım parkeye değer değmez kuvvetlendiğimi hissettim sanki ama yine de başımdaki sancı giderek büyüyor, dayanılmayacak kadar yoğunlaşıyordu. Ağır aksak adımlarla ve içimdeki şu belirsiz dehşeti bastırmaya çabalayarak pencereye yürüdüm. Bir tek kıpırtı yoktu; hepsi, hepsi oradaydı. Burada kapana kısılmıştım. Çıkmak istiyordum, nasıl başaracaktım bunu? Sıkkınca kitaplığıma yürüdüm; bir kitap çektim, koltuğumu pencereye çevirip oturdum ve okumaya, bütün o kukuletalılara meydan okumaya karar verdim. Aptallıktı tabii.

Öykümü fazla uzatmayacağım: saatlerce okuduğumu anımsıyorum; özel bir ilaç sayesinde, insanların başka bir dünyaya, bütün arzuların gerçekleştirilebileceği bir dünyaya gidebileceğine dair bir hikâyeydi bu. Sıkıntıyla okurken bir ânda, öksürüğüm tuttu, koltuğumda gerildim ve tam öksürürken kitap elimden kaydı, tutayım diye uzandığımda bir sayfa yırtılıverdi ve tam da o anda, dışarıdaki kukuletalı kalabalıktan biri, bir buhar gibi göğe karıştı.

Şaşakalmıştım. Bir göz yanılsaması mıydı bu yoksa gerçek miydi? Bir müddet gözlerimi kısıp baktım ama hayır, işte orada, sıra sıra dizilmiş ağaçlardan birisi sökülmüş gibi bir boşluk vardı. Bu ne demek oluyordu? Yerden kitabı alıp bir sayfa yırttım ve birisi daha kayboldu; sonra bir tane daha, sonra bir tane daha. Kukuletalıların geri kalanı yerindeydi, geçen sefere göre daha yakındı ama hepsi. Demek ki yırttığım her sayfayla eve biraz daha yaklaşıyorlardı. delice bir fikir yapıştı zihnime; kitapların hepsini tek tek yırtacaktım. Bakışlarımı evin penceresinden dışarı çevirdim. Yırttığım birkaç sayfayla birlikte bir grup kukuletalı eve yaklaşmıştı. Demek ki benim yırtacağım her sayfayla dışarıdaki kalabalık, eve daha çok yaklaşacaktı. Demek ki kitaplar yok edilecekse büyük bir hamleyle, bir kerede yapılmalıydı.

Bir an durdum. “Ben ne yapıyorum?” diye mırıldandım. Sonra silkindim, koşa koşa evin arka yanına, mutfağa gittim, birkaç kutu kibrit vardı rafta, hepsini aldım; oturma odasına dönüp bir seferde bütün kitapları yakacaktım.
Sonra oturdum, bunları yazdım. Yazmamalıydım. Niçin? Aslında içimde kalmasın diye yazdım. Sana ne oluyor? Neyse. Gidip bütün kitaplarımı yakacağım. Bütün ev alevlerin altında tutuşurken dışarıdan siren sesleri duyulacak. Sürünerek pencereye gidecek, dışarı bakacağım. Biliyorum, itfaiyenin ve birkaç meraklı suratın haricinde dışarıda kimse olmayacak.

Seni çok özlüyorum anne.

--------
*Bu öykü, [i]Aşiyan dergisinin Mayıs sayısında aynı adla yayınlanmıştır.[/i]

Kategori:

Re: Kızıl Kukuletalar

Evini sonsuz derecede benimseyen, onunla olmaktan zevk alan karakterin, muhtemelen bunu annesiyle ilgili yaşanmışlıklarla kodladığı için yaptığını düşündüğümüz kapalı yaşamına zaman zaman girip çıkan "tuhaf yaratıklar".

Hepimizin yaşamına giren farklılıkları anlamlandırma biçimimizin bu olduğunu düşünüyorum. Tabi buradaki karakterin psikolojik çıkmazlarla yarattığı, hayali karakterler olsa da öykü; stabil ve evcil karakterler ve tuhaf yaratıklar içinde başarıyla kurulmuş bir kurguyla ilerliyor. İç konuşma, mekan tasvirleri derken arada turgut'un araya girmeleri dışında öykü bende inandırıcı duygular yarattı. Daha çok çeviri bir Amerikan öyküsü okuyorum gibi hissettim.

Öykünün finalinde yakılan kitaplar, yok edilmek istenen "ev" ya da "anne", terkedilen kızgın karakterin yapabileceği en doğrudan ve içten tepkiydi sanırım. Bitiş bölümü üzerinde daha fazla düşünmeliyim, ekleyeceklerim olacak. Eline sağlık Turgut'un.


Re: Kızıl Kukuletalar

Annenin yokluğu ile kukuletalılar arasındaki ilişkiyi (Highsmith'in öyküsünü yeni bir yöne doğru açtığı için) sevmeme karşın kitaplarla kurulmaya çalışılan bağlantı öyküyü zayıflatmış diye düşündüm. Aynı şekilde Lacan detayı da gerekli miydi diye sordum kendime.

(Öykünün belkemiği olan Patricia Highsmith göndermesi için bkz.: Karanlık Ev)


Re: Kızıl Kukuletalar

Bir soru, bu öykünüz rüyanızdan hareketle mi yazıldı?


Re: Kızıl Kukuletalar

Belki o rüyasından hereketle yazmıştır size ilham veren öyküleri...))

"Bugün, sokağın öteki binalarının biraz uzağında dikilen evimin etrafını sardılar; maskeli, kızıl kukuletalı, sonu gelmez (gerçek anlamda sonu gelmez) bir kalabalık – ellerinde görmekte güçlük çektiğim (cam pisti, toz içindeydi, uzun zamandır temizlenmemişti) bazı nesneler vardı. Gözleri, suratlarını örten kara maskelerdeki iki delikten kan kırmızısı bir renkle fışkırmış, parlıyor; omuz omuza veren bedenleri soluk aldıkça şişip birleşiyordu sanki."

gezi parkı direnişinin yarattığı "baskı" ile bir ilişkisi var mı?


Re: Kızıl Kukuletalar

Öykü tümüyle Gezi Direnişi ile ilgili, ama aynı zamanda okumakla da ilgili, tabii bir de okuduğunu anlamak, araştırmak var azıcık.


Re: Kızıl Kukuletalar

Bu öyküye özel bir ilgi duyuyorum. Nedenini daha sonra ifade edeceğim.

Şimdi Yazar bu öyküde, çok önemli olarak gelişen bir toplumsal "isyan" "direniş" karşısında "baskılanarak" bir öykü yazıyor.

anlaşılan o ki; olan bir "gerçeklik" yazar tarafından yeniden "yapılandırılıyor" ve bir başka gerçekliğe varıyor ya da oluşturuluyor. görünen şu: var olan gerçeklik ile yazarın oluşturuduğu gerçeklik doğal olarak farklılıklar arz ediyor. o kadar renkli bir gerçeklik karşısında yazarın gerçekliği yüzü maskeli ve başlıkları olan ve sadece "kızıl" renge sahip siyasal hedefi de belli olmayan kızgın bir "topluluğa" dönüşmüş bulunuyor.

ancak yazar ile gerçeklik arasındaki bu durum aynı zamanda bir "olumluluğuda" dönüşmüyor.

yazarın ouşturduğu başka gerçeklikler ise olumlanan "gerçeklikler"dir kitap okuma ancak sevdiği yazarlardan oluşan bir kitap okuma fiili ve "anne" gerçekliği buradaki olumlamalar o kadar baskın ki; okuyucu diğer kalabalık topluluğu olumsuzlaşan bir gerçeklik olarak kabul ediyor...

gerçekliğin bireysel planda bu kadar abartılarak "gerçeklik üstü" bir hale dönüştütülmesi yazarın kurgulamadaki yaratıcılığı olarak tezahür eder. ancak bu yaratıcılığın ardında felsefi bir bakış açısı yatmalıdır.

soru şu; bu felsefi bakış açısı nedir?


Re: Kızıl Kukuletalar

Genellikle toplumsal yaşamın getirdiği tarihsel dönüşümler, insanların tarihsel bir süreç içinde bulunduklarının farkındalığında oluşmazlar. Dünyadaki insan topluluklarının üretim ve üretim ilişkilerinin özellikle artık vazgeçilemez evrensel yapısı beraberinde hızla gelişen iletişim ve aynı dilden konuşabilme özelliği artık geçmiş büyük devinimlerin aniden patlamalarla oluşan fark edilirliği yerine bizlere küçük küçük kıvılcımlarla dönüşümü fark edilir hale getirmektedir. Bence Gezi parkı direnişi Dünya’ da benzerlerinin yanında tarihe geçecek önemli bir “an” olarak sahneye çıktı.

Yabancılaşmanın beline atılmış bir tekme gibi.

Mamafih yabancılamaya neden olan toplumsal üretimin kapitalist biçimde yapılması sürecinde yabancılaşmanın beli kolaylıkla kırılmaz ama bundan sonra her toplumsal olayda “Bana da sor!” haykırışı, üretimimin sonuçları üzerinde karar alma ve kullanma yetisini oluşturacaktır.

Bu çok önemli bir toplumsal iş bölümünün de evrileceği anlamına geliyor. Yönetenle yönetilenler arasında adına “demokrasi” denen bu platformda “bana da sor” sesleri yönetilenlerin yönetime ortak olacağı sürece sokmaktadır ister istemez ve de bu da: yeni bir toplumsal ilişkiler düzeninin doğum sancıları olarak gözükmektedir. Bazılarına bu kaotik gelebilir elbette. Ancak yaratıcı yazarlar bu devinimleri ve devinimin kaotik yapısını çözümleyebilme yetisini başarırlar.


Re: Kızıl Kukuletalar

Ben bu "beline atılmış tekme"ye takıldım. Açabilir misiniz?


Re: Kızıl Kukuletalar

Küçük bir cerahi müdaheleden dolayı cevap geç kaldı. özür.

sorunuza "küçürek öykü" tarzında cevap vereyim:

"Yabancılaşma:

Toplumsal iş bölümü, özel mülkiyet, meta üretimi,ticaret, meta üretiminin toplumsal karakteri, metaların fetişizmi..."

metaların fetişizmi ile yabancılaşma arasındaki fark ve... toplumsal bilinç, bireylerin toplumsal ilişkilere özgür katılımı yabancılaşmanın kalkması...

"bana da sor" toplumsal bilincin gelişim süreci ve kara süreçlerine katılımın toplumsal niteliğe dönüşümü...


Re: Kızıl Kukuletalar

Geçmiş olsun.

O vakit şöyle söyleyebiliriz sanıyorum:

"metaların fetişizmi"nden (çoğul olmasının önemini kavradığımı sanıyorum) "yabancılaşma"yı çıkarıp (aslında bu da çoğul olsa daha mı iyi olur) "toplumsal bilinç"e (o zaten çoğul) bölersek elimizde "bele tekme" kalıyor.


Re: Kızıl Kukuletalar

Hayır!

"bele tekme" işin imgelemesi

"bana da sor" toplumsal bilincin gelişim süreci ve karar süreçlerine katılımın toplumsal niteliğe dönüşümü..."

işin görünür tarafında

"elimizde bu kalıyor"

bilmem anlatabildim mi? ..)))


Re: Kızıl Kukuletalar

Elbette olabilir...

Zaten "öykü" dediğiniz şey nedir ki?

Her okuyucu, yazarının algı dünyasından değil asıl olarak kendi algılama dünyasından bakabilir öyküye.

Şimdi bu öyküyle neden bu kadar ilgilendiğimi dair sözüm vardı sevgili Turgut'a. Aşağıda onun buradaki öyküsünün bendeki bir tür "izdüşümü" olarak daha önceleri yazdığım bir öyküyü yayınlıyorum. Sanırım onun da ilgisini çeker.

hepinize sevgilerimle..)))

Değişim...


Re: Kızıl Kukuletalar

Barış Acar gibi bir 'Oy dağlar!' nidası da benden!


Re: Kızıl Kukuletalar

Eh! Bir "oy dağlar" nidasıda benden olsun..)))