UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Karanlık Ayna*

09 Mar 2012
Barış Acar

“Kitle” kavramı, bir yandan bir grup insanı (hedef kitle) belirli bir amaç için (üretim, tüketim, gösteri vb.) bir araya getirir. Bir yandan da tanımlanmış olası kitlelerin dışının olmadığını varsayar. Tüm toplum, teoriyi üretenler tarafından tasarlanmış varsayımsal kitlelerden ibaretmiş gibi davranılır. Bunun ötesi kabul edilmez. Herkesi ekran başına toplayan bir olay karşısında bu refleksi göstermeyen bir kalabalık olabileceğini düşünmez. TV izleyemeyenler ya da bir elektronik bağlantısı olmayanlar hesaba katılmaz. Teorinin özü bu eksikliği besler ve ondan beslenir.

Karanlık Ekran

Charlie Brooker, “mizahi-eleştirel duruşu”yla son yılların dikkat çeken gazeteci ve televizyoncularından biri. The Guardian’daki yazılarının dışında özellikle BBC’nin yayımladığı Charlie Brooker’s Screenwipe ve How TV Ruined Your Life gibi programlarıyla tanınıyor. Son projesi ise 2011 sonunda yayımlanan ve birkaç gün önce DVD edisyonu basılan üç bölümlük Black Mirror dizisi.

Her bölümünü farklı yönetmen ve oyuncularla çekilen Black Mirror, konularını ele alma biçimi açısından orta metraj filmleri andırırken, yönetmenin içinde bulunduğumuz topluma eleştirisi nedeniyle sanki yarı-belgesel bir karakter taşıyor. Bir düşünceyi iletmek amacıyla çekilmiş propaganda filmleri gibi görünüyor. Her üç film de geniş çerçevede yeni medyayı ve teknolojinin yaşantımıza hükmetme biçimini eleştiriyor. The National Anthem (Milli Marş), Fifteen Million Merits (On Beş Milyon Yetenek) ve The Entire History of You (Senin Tüm Geçmişin) başlıklarını taşıyan üç bölümden özellikle ilki üzerinde durmaya değer.

İngiltere’de geçen hikâye, bir kaçırılma olayı ertesinde yaşananları ele alıyor. Prensesin kaçırılmasıyla başlayan olaylar, eylemin videosunun Youtube’da yayımlanması yüzünden klasik şekilde medya-siyaset kıskacında kontrol altına alınıp manipüle edilemez. Şantajcı ne para ne de “teröristlerin serbest bırakılması”nı ister. İsteği, başbakanın TV ve internetten eş zamanlı yayımlanacak şekilde bir domuzla cinsel ilişkiye girmesidir.

Danışmanları aracılığıyla başbakana sürekli istatistikler akıtılmasına karşın kitleler iktidarın aleyhine döner ve prensesin kurtarılması için kişiliğinden taviz vermesi talep edilir. İnsanlar televizyon başında, internet karşısında ekranlara kilitlenerek başbakanın eylemini beklemeye başlar.

Kitle Eleştirisi

Milyarlarca kişinin izlediği bir canlı yayına dönüşen olay esnasında ülkede sokaklar tamamıyla boşalmışken prenses çoktan serbest bırakılmıştır. Sonrasında, olayı gerçekleştiren ve ardından intihar eden kişinin Turner Ödülü sahibi bir video sanatçısı olduğunu öğreniriz. “21. yüzyılın en büyük sanat olayı olarak, bizzat kitleler aracılığıyla ortaya bir eser çıkarılmıştır.”
Film, ilk planda, güçlü bir medya eleştirisi, hatta siyaset-medya ilişkisi üzerine önemli saptamalar yapıyormuş gibi görünüyor.

Brooker’ın çağdaş sanatçı hakkında kafasından geçenlerin neler olduğuna dair merakımızı bir kenara bırakarak şimdilik sadece şunu sormakla yetinelim: Şayet başbakana bunu yaptıran kitleler ise kitleleri kitle yapan kimdir?

Film, yaşadığı travmaya ve ailesiyle ilişkisinin bozulmasına işaret ederek başbakanı mağdura dönüştürüyor. Olayın arkasındaki iktidarda kalma güdüsü ve sistemin bekasına da inceden dokunuyor. Yine de Brooker, gayet kıvrak bir biçimde, neredeyse siyasetçi uyanıklığı yaparak izleyeni asıl sorudan uzak tutmayı başarıyor. “Yeni medya”yı suçluya dönüştürüyor. Black Mirror üzerine The Guardian’da yayımladığı “Cihaz Bağımlılığının Karanlık Yüzü” yazısına bakılırsa onu şiddetli yan etkilerini çektiğimiz bir uyuşturucu olarak görüyor.

Kitleyi Kim İmal Eder?

Medya içinde uzmanlaşmış bu medya eleştirmeninin propagandasını yaptığı şey fena halde İngiliz muhafazakârlığını andırıyor.

Klasik bir radyo-televizyoncu bakış açısıyla, kitle teorilerinin çıkmaz sokakları bütün toplumu tanımlamak için yegâne kriter olarak algılandığında bundan başka bir sonuç elde edilmesi elbette beklenemez.

Bu noktadan sonra başbakanın mağduriyeti bir insanlık trajedisine dönüşebilir. Onun buna niye maruz kaldığı ya da hedef olarak seçildiği tartışma dışı bırakılır. Oysa yapmak zorunda bırakıldığı eylemi kendisi üretmiştir. Kitleler onu zorlamamış, aksine o, tarihin bir anında, bunu yapabilecek kitleyi kendi eliyle imal etmiştir. Suçluyu ister “cihazlar” olarak göstersin isterse yan etki diyerek doğrudan Wikileaks sonrası aklı hedef olarak göstersin, hiçbir muhafazakâr dil buradaki paradigma kaymasını gizleyemez.

Son olarak sanatçıya dönecek olursak, o, tanık olduğu bu gerçekten yaşamından vazgeçecek kadar nefret ettiği için dürüsttür.

*(Bu yazı, "Hangi Karanlık Ayna Yansıtır Yüzümüzü?" başlığıyla 8 Mart 2012 tarihli Birgün gazetesinde yayımlanmıştır. )

Kategori:

Re: Karanlık Ayna*

Birinci bölümü az önce izledim. Filmin durduğu yer, bende de Barış'ın güzelce aktardığı rahatsızlığı yaşattı. Ne kadar siyasetin, iktidarın ve medyanın kirinden bahsetmeye yelteniyor görünse de, klişe tespitlerin tehlikesizliğinden öte bir çıkarıma rastlamadım ben. Hatta yer yer "Eh, ne yaparsın, siyaset bu, ne pazarlıklar dönüyor. Medya işte, kadın çıplak fotoğraflarını gönderip bilgi satın alıyor. Ahlaksızlar tabii. Ama bunda tehlikeli bir yan yok! Her şey kontrol altında." minvalinde dönen, bu kirli ilişkileri doğallaştıran bir yan da hissettim. Sistemle ciddi bir derdinin olmadığını anlamak için, dakikada bir iki kez bir apple ürününü görmek de kendi başına yeterli olacaktı zaten.

Yine, başbakan ve ailesinin resmedilişinde alttan alta bir "sizden biri, bizden biri" mesajı var ki, filmin durduğu yeri baştan açık ediyor. En başta başbakanın bornoz - robdöşambr arası kıyafetiyle sıradan bir yataktan kalkıp gelmesi, karısının kot pantolon - boğazlı kazağı, ortalama İngiliz tipi ve kucağında bebesiyle "senin karın da olabilirdi!"yi imlemesi, tüm iktidar ilişkilerinden azade, insan olarak, birey olarak onlarla özdeşim kurmaya davet ediyor izleyiciyi. Eylemi yapan adamsa sefil ve meczup, hatta manyak resmiyle, seçtiği eylemin acımasızlığıyla ve son olarak intihar edişiyle, izleyicinin özdeşim kurmasına olanak sağlamamayı güvence altına alacak bir yere sabitleniyor. Orada da olası tehlikeler bertaraf ediliyor ki, mesajı net olmaya yanaşmasa da, pürüzsüz olarak ulaşsın yerine.

Ve sonunda kan donduran bir sahneye sebebiyet veren "halk"ın yüzündeki dehşet ve rahatsızlığı izliyoruz dakikalarca, ağır çekimde. "Öyle bir heyecan ve hazla, ne yaptığınızı bilmeden esiri olduğunuz, atıp tuttuğunuz sosyal medya, işte böyle dehşet verici şeylere sebebiyet verebilir! Şuursuzluğunuzdan dolayı suçlu olursunuz!" demeye getiriyor.

Suç ve suçlu hissettirmek, suçluluk duygusuyla korkutmak, endişe vermek filmin belkemiği aslında. Burada suçu cihazlara, sosyal medyaya yükler gibi yapıyor, evet, ama hangi cihaz suçlu olabilir ki? Sosyal medya dediğin soyut bir kavramdan başka nedir ki? Demek ki, açıkça dile getirilebilir olmamasına rağmen, çok bariz bir biçimde, çok tepeden bakarak "the kitle"yi itham ediyor: Bilinçsizce, cahilce ve hunharca hareket etmekle.

Bu endişe neye hizmet edecek peki? Bunu epeyce düşündüm. "Halk"ın korkusu, en son "terör" teriminin üretilişinde olduğu gibi, kontrol talebini getiriyor. İnternette filmle ilgili yorumlarda da bu kontrolsüzlüğün verdiği korkunun izleri var hep. Filmde de, başta medyaya D notu verilip yayınlanmasa çözülebilecek bir mesele, "lanet olası internet" yüzünden bu hale geliyor. İnternetin üzerinde bir kontrolün bulunmamasının tehlikelerini işaret edip korku ve dehşet salmayı amaçlayan, bu amacı da oldukça başarıyla gerçekleştiren bir film.

Filmi üretenler acaba Arap Baharı meselesiyle ilgili ne düşünürlerdi, bunu sormadan edemiyorum.


Re: Karanlık Ayna*

Çağan dedi ki:
"Öyle bir heyecan ve hazla, ne yaptığınızı bilmeden esiri olduğunuz, atıp tuttuğunuz sosyal medya, işte böyle dehşet verici şeylere sebebiyet verebilir! Şuursuzluğunuzdan dolayı suçlu olursunuz!" demeye getiriyor.

Çağan dedi ki:
Suç ve suçlu hissettirmek, suçluluk duygusuyla korkutmak, endişe vermek filmin belkemiği aslında. Burada suçu cihazlara, sosyal medyaya yükler gibi yapıyor, evet, ama hangi cihaz suçlu olabilir ki? Sosyal medya dediğin soyut bir kavramdan başka nedir ki? Demek ki, açıkça dile getirilebilir olmamasına rağmen, çok bariz bir biçimde, çok tepeden bakarak "the kitle"yi itham ediyor: Bilinçsizce, cahilce ve hunharca hareket etmekle.

Çağan dedi ki:
Bu endişe neye hizmet edecek peki? Bunu epeyce düşündüm. "Halk"ın korkusu, en son "terör" teriminin üretilişinde olduğu gibi, kontrol talebini getiriyor. İnternette filmle ilgili yorumlarda da bu kontrolsüzlüğün verdiği korkunun izleri var hep.

Çağan'a yukarıdaki satırlar için teşekkür ederim. Kendi dilimin ağırlığı altında rahatlıkla söylemekte zorlandığım olguları ne güzel sıralamış. Yazıya güzel bir başlık da çıkardı buradan: "Şuursuzlar ile Şuur Bahşedenler"


Re: Karanlık Ayna*

Teşekkür ederim Barış. Film ve senin yazın beni kitle kavramı üzerine düşündürüyor bir süredir. Bu konuda tartışmamızı can evinden yakalayan kısa ve güzel bir yazı gözüme çarptı bugün. Express dergisinin Kasım 2011 sayısında, Kitle Siyaseti - Nefretin Ritmi başlığıyla yayımlanmış, yazarın ismi konulmamış. Nietzsche'de "güç" kavramını da çok yerinde anlayan bir yazı aynı zamanda. Ordan bazı bölümler paylaşmak istiyorum:

""
Kitlelerin "akıl"dan uzak olduğunu söyleyen teorilerin tanık olduğu iki tarihsel nokta vardı: Birincisi, 19. yüzyılın yarattığı şehirlerde, birbirini tanımayan kimliksiz ve isimsiz "şehir insanları", ikincisi ise 20. yüzyılın Nazileri. Birincisinde, Avrupa şehirlerinde açılan geniş bulvarlarda aynı yöne hareket eden, şehrin griliğinde yabancılaşmayı, izimsiz olmayı kabul eden, monoton bir çalışma hayatını kabul ederek bizzat bu monotonluğu yaratmış, "renksiz ve sıradan insan"a tanık olunuyordu. Nietzsche'nin burjuva demokrasisinden nefret erme sebebi, bu "sıradan insan"ın her şeyin normu haline gelerek, kendinden farklı olanı yaşatmamaya yemin etmesiydi. "Köle ahlakı" diyecekti Nietzsche, güçsüzün zayıf değerlerinin norm haline gelmesiyle, güçlü olan üzerinde tahakküm kurmasinın adıdır. Fakat Nietzsce'de "güçlü" olan günlük kullanımdaki gibi "iktidar sahibi" anlamında değil, "özgür" olan anlamına gelecekti. Güçlü, yani birilerinin üzerinde tahakküm kurmaya, iktidar sahibi olmaya tenezzül etmeyecek kadar güçlü ve birilerinin üzerinde tahakküm kurmanın da özgürlüksüzlük getirdiğini biliyor.

""
Artık kimse "kitle"den sözetmiyor; hatta "sessiz yığınlar" gibi kavramlar kalmadı. "Kamuoyu" kavramı her şeyi sildi süpürdü. 19. ve 20. yüzyılın "kitle" kavramı yerini "kanaat sahibi olan ve konuşan kamuoyu"na biraktı. (...) Geçen yüzyıl "burjuva ideologları" denilen kesim, kitleyi eleştirmenin yolunu, kitlenin cehaletini barbarlığını kınayıp ama kitleyi yaratan tahakküm mekanizmalarına dokunmamakta buldular. Böyle bir "eleştiri" sadece "ben sizden daha yukardayım" demekten daha öteye gitmedi. [Black Mirror serisinin National Anthem bölümünde olduğu gibi.]* Şimdi ise"kanaat önderleri" denilen kesim, kamuoyuna düşünce sunduklarını iddia ederek kamuoyu denilen şeyin yaratılmasinda aktif rol oynuyor. Hesap aynı, tahakküm mekanizmalarına yine dokunulmuyor.

""
"Burjuvazi" der Adorno, "herkesi olduğu gibi kabul eder, çünkü insanın olabileceği şeyden nefret eder." Yaratılan kitlenin de "kitle" olarak, "kamuoyu" olarak, yani "olduğu gibi" kabulü de aynı nefrete işaret ediyor: İnsanların dönüşme ve özgürleşme potansiyeline karşı iktidarların duyduğu ezeli nefret.

Kaynak: "Nefretin Ritmi", Express, 123, İstanbul, Kasım 2011.
(*) Yorum bana ait.


Re: Karanlık Ayna*

Dizinin White Bear isimli bölümünü (2. sezon 2. bölüm) izledim bugün.

Bir şov olarak adalet ve vicdan, anladığım kadarıyla üzerine düşünülen, eleştirilen bu. İşin içinde kanun neredeyse hiç yok, sadece bir mahkeme kararı var başlangıçta. Bunun sebebi demokrasilerde siyasi iktidar (dolayısıyla kanun) çoğunluğu onaylayacaktır (oy ve sempati toplama için?) gibi bir düşünce mi yoksa toplum üzerine yoğunlaşabilmek için (mümkün olduğunca vurucu, provakatif bir tarz var anlatı da) o kapı kapalı mı tutulmuş, karar vermek zor.

Bir de oyunun dışında kalan hiç kimse gösterilmiyor bize. Kafka çağımıza edilen küfürlerden hiçbiri benim payıma düşmez demişti. Bugün bu sözü söyleyebilmek mümkün mü?