Kalıntılar
Uzun Hikaye'nin meşru ve gayri-meşru tüm çocuklarına ailenizin piçinden açık bir orji davetiyesidir.
Bu forumu, her türlü "edebi eserden" beğenilen ya da beğenilmeyen ancak her halükarda paylaşılmak istenen pasajların alıntılanması ve bu pasajlar üzerine istenildiği şekilde edebsizce ve tam da bunun için edebi bir şekilde düşünülüp konuşulması için parselliyorum. Öyle ki, burada her bir alıntının birer kalıntıya dönüşünceye ve böylece daha da sömürülesi bir zenginliğe kavuşuncaya kadar tekrar tekrar sondajlanmasına izin vardır.
Bizatihi her bir sondaj da kalıntıya dönüştürülmek ve zenginleştirilmek "riskini" kabul etmiştir: Fiili livata ve ensest yasağı kaldırılmış, "hak yolu" ile birleşmek en büyük günah olarak tespit edilmiştir. Dini nikah ile beşeri nikah ve bunların meşruiyeti üzerine bir değerlendirme yapılmış, gereği çoktan düşünülmüş ve her ikisinin de icabına bakılmıştır. İllahi bir ilahi nikah gerekse, mut'a nikahı; nikahlar içinde ehven-i şer olarak ve kendisiyle alay edilmek üzere seçilmiştir.
Bu kapısız-çatısız alanın tüm göçebelerin yersiz-yurtsuzluğu olması dileğiyle.
Re: Kalıntılar
Oktay'ın"erotize etmek"le ilgili saptamalarına katılıyorum. Öte yandan pornonun kendisi değil ama izlenişi erotik bir edim gibi geliyor bana. Yine de mistifiye edişi yeniden düşüneceğim.
Re: Kalıntılar
Beni daha çok düşündüren, mekan ilişkisi. (bir birahanedeki, sinemadaki)
Duvarda aslılı LCD'deki (tanımı geniş bir yelpazeye yayılabilecek) "eylemler", duvarda asılı benzer içerikli fotoğrafla aynı nedenden var. Bunun kasıklara kadar uzanan tüketiminden ziyade, "erek" mekanın bir akesuarı olduğunu düşünüyorum. yanındaki "atyarışı yayını" yapan LCd'nin de öyle. Buradan "porno"nun da aynı zamanda bir "erkek aksesuarı" olduğunu söyleyebilir miyiz?
Daha da ileri giderek, "porno"nun bir kullanım-tüketim biçimi olduğu söylenebilir mi?
Re: Kalıntılar
aynı şeyi söylemiyor muyuz?
Evet, öyle olmuş. Sabah sabah o kadar algılamışım.
..."porno"nun da aynı zamanda bir "erkek aksesuarı" olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mekân/ aksesuar ilişkisi ilginç. Üzerine gitmeli. "Erkek aksesuarı" vurgusu çok iyi gelmedi bana. Porno cinsiyetsiz bir şey sanki.
Re: Kalıntılar
Öykü ilk yayımlandığında kitaptakinden farklı olarak derginin alt-üst çizgileri, logosu vb. de sayfanın parçalanışına dahil olmuştu. Oktay'ın sözünü ettiği etki daha güçlüydü o yüzden. Ancak ekphrasis'i kıramayan bir şey var hâlâ. Bir çeşit illüzyon. Keza sayfa düzeni dağılırken sayfanın kendisi taşıyıcı işlevini arkada, sinsice sürdürüyor hâlâ.
(Öyküyü yüklemeye çalışacağım.)
Re: Kalıntılar
Edebiyat yapma-bir şey anlatmada üç yaklaşımdan söz edilebilir sanırım.
_Olabildiğince açık, izli, işaretli, yönlendiricili bir yol-kapı "inşaası"
_Kilitleyip, sanki unutmuş gibi yapıp, anahtarı üzerinde bırakmak.
_Bitirip, anahtarı denize atmak.
Edebiyat yapma-bir şey anlatma kaygısı çıkışlı ürünün üçüncü yolu izlemesinin ender olduğunu düşünüyorum.
Pıhtı'daki "insan-sız" öyküsünü, "anahtarı denize atan" öykülerden sayabiliriz kanımca.
Bu arada belki düşünülmesi gereken şey, madalyonun diğer yüzü, anahtarı denize atma"nın bir edebiyet yapma-bir şey anlatma yöntemi olarak, "kilitleyip, sanki unutmuş gibi yapmak"tan daha fazla edebi olup olamması, hatta daha ötesi, bunu umursayıp umursamama.
Oktay'ın "sayfa düzeni" olarak değindiği kavramlar konusunda yazdıklarını anlayabildiğimi sanmam için her zamanki gibi "birkaç kez okumam" gerekecek.
(anahtarı denize atmak; anlaşılmazlığı-anlamsızlığı savunma anlamında alınmamıştır)
Re: Kalıntılar
Oktay'ın isteği üzerine öykünün görselini hazırlarken epey bir tadilattan geçti öykü:
İnsan-sız (Bir Metro Öyküsü) / Yeniden Yazım
Re: Kalıntılar
Biraz uzun bir alıntı oldu. Ama kısaltmaya kıyamadım.
Jason Wilson, Borges'in biyografisini yazarken olabildiğince objektif bakmaya çalışmış. Bir Borges okuru veya seveni olup olmadığını yazdıklarından anlayamadım doğrusu.
Re: Kalıntılar
zaten bir kitabı sonuna kadar okumamız o kitabı "bitirdiğimiz" anlamına da gelmez.
öte yandan; hazzı okumanın amacı ve ya sebebi olmaktan çıkarıp, çok da önemli olmayan bir sonucuna dönüştürmek gerektiğini düşünüyorum. keyif ve mutluluk edimlerin değerini belirleyemeye başladığında acı da değerlendirmeler için önemli ölçüt haline gelir. sonuç, keyiflenmek ya da acı duymamak için yaşamak.. ilki hedonizme dayatır ikincisi ise bir asetizmdir. son kertede ise, hedonizm bir asetizmden ibarettir.
Re: Kalıntılar
Re: Kalıntılar
öyle geliyor ki, "bilim" konusunda comte kadar açık sözlü konuşan kimse çıkmamıştır. kimse, bilimin "insanlık" için anlamını onun kadar yetkince kavramamıştır. "comteçu" türk tavşanlarından Beşir Fuad bileklerini keserek intihar ettiğinde ve bu deneyimini bir bir kayıt altına aldığında, kendini yeni dine kurban ediyor gibidir.. bedenini zamanın tıp fakültesine kadavra olarak bağışladığında ise bu ritüel daha da anlam kazanır. her denek akıl tanrısına sunulan bir kurbandır.
madem "türk tavşanlardan" söz açıldı, bu hususa biraz daha değinmek gerekiyor. metafizik zeminden ötede tasavvur edilemeyen her paradigma, dinselleşmek, özselleşmek,tanrısalllaşmak ve paradoksal olarak gelişmek ve ilerlemek zorundadır.modernizm de dinsel bir paradigma olarak yasalaşmak, birleştirmek/tekleştirmek köleleştirmek zorundaydı, onun için ilk modernislerden olan Şinasi; yeni medeniyetimiz olan avrupadan ve onun mucizesinden yani akıl ve kanundan bahsederken,”kanun bu yeni dinin getirdiği hükümlerin temelidir” der:
Yukarıdakiler şinasinin mustafa reşit paşa için yazdığıklarıdır.mustafa reşit paşa tanzimatı ilan eden paşadır. “Medeniyetin peygamberi” olan reşit paşa ile sadece abartma mı yapılıyor, yoksa burada sahideen “öyle algılayıştan” mı bahsetmeliyiz.burada sadece klasik (divan) edebiyetının methiyelerinde varolagelen geleneğin biçimsel olarak uygulanışından bile bahsedilse, eski divan edebiyetında methedilenlerin "sahiden de efendi oldukları" için övüldükleri görülürse demek istediğim daha iyi anlaşılır...methiyelere konu olna kişiler padişahlar idi...yada aynı methiye başka bir ad ile peygambere yapılırdı..yahut “sevgili”, “söz konusu” edilirdi.
dönem söylemlerine baktığımızda modernizmin ve aklın kutsanması temaları hep iç içe geçmiş ve "yekpare" bir söylem oluşturmuş görünüyor..servet-i fununculardan tevfik fikret “kul köleyiz bilime” derken bunu dışa vuruyordu...”hatta, hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir” dediğinde mustafa kemal modernizm imanını dile getiriyordu. batılılaşma; pozitivizmde, naturalizmde, materyalizmde hep dini bir nitelikte işlemiştir.
***
Yine kutsalların değiştirilmesinin bir örneği olarak yukarıdakini alıntılıyorum..esasında hala sultanın mutlak otoritesinin olduğu bu dönemde akılcı reşit paşayı övmek için, iktidarını akıldan değil gaibden alan padişahın yerilmesi dönemin şartları düşünülürse oldukça “riskli” olmalı...(hala kellenin uçurulması riski vardır) bu değerlerin değişmekte olduğunun ötesinde birşeylere işaret eder. kanun, yasa eğer akli olursa insanı özgürleştirirken, cehaletten kaynaklanan yasa (tanrısal yasa ) insanın cehaleti ve köleliğidir. buna göre yasanın kendisi sorgu konusu değil, yasayı koyan sorunludur, yani akla uygun olmayan her otorite..
***
Halik “yoktan var eden” manasında allahın isimlerinden biridir...şinasinin kendi varlığını allahın varlığını kanıt için öne sürmesi akılcılığın sonucudur...bu descartesın tanrı kanıtlamasına benzetilebilir.o da herşeyden şüphe ederek önce kendisinin sonrasında ise tanrının varlığına ulaşmak için aklı kullanıyordu.akıl üzerinden tanrının kanıtlanmasının türk edebiyatına yansıması önemli bir anlayış değişikliğinin göstergesidir..eskiden kayıtsız şartsız teslimiyet sözkonusu idi ve akıl ile onun varlığının kanıtlanması hem gereksizdi, hem de yapılabilir değildi.yapılsa dahi bunun bir önemi yoktu, zira allah "akıl" ile değil "gönül" ile anılırdı.akılcı tanrı tasavvuruna bir başka örnek de nesne üzerinden verilir:
Deist olan voltaire ateizme, maddeciliğe şiddetle karşı çıkmış, yaşamı boyunca ateizm ile mücadele etmiştir.”en küçük maddeyi kim yarattıysa, evreni de o yaratmıştır” diyerek, klasik dini anlayışları da redderek akılcı bir tanrı taasavvuruna yönelmiştir.dini rituelleri, ibadetleri vs. yadsıyan deizm için modernist aydınlanmanın -dışsal olma bağlamında- tanrı anlayışındaki son nokta diyebiliriz, ki M. Kemal de bir deisttir.aynı şekilde burada şinasi de bir deist görüntüsü çizmekte..
***
Şinasi "milletim nev-i beşerdir vatanım ruy-i zemin" derken (aynısını tevfik fikret de bir şiirinde söylemiştir..esasında bu anlayış comte’un yeni dininin mottosu gibidir..) eski dinsel aidiyetlik vurgusunu reddederek, yeni insanlık dinini benimsediğini deklare eder.burada aidiyetlik insanlığa, humanizm ve akıl bağlamıyla ilişkindir.din,dil,kültür,millet aidiyetlik oluşturmaz, aklı ile “insanlık vardır.”hatta bu anlayışı dindar olduğu söylenebilecek olan victor hugo da kabullenir... ancak daha sonra bu anlayışı eleştiren de yine modernizm içinden çıkacaktır. milliyetçi düşünüşüş, "yeryuzu vatanim, insanlik milletim" anlayışının milliyet bağlamında aidiyetliğe uyuşmadığını söyleyecek, onu reddecektir ve onun yerine çelişkili bir şekilde “uluslararasıcılık” mevhumunu geçirecektir. (ziya gökalp, türkçülüğün esasları)
***
Daha tanzimat içerisinde öznenin neliğine dair tartışmaların çımaya başladığı, edebiyattaki yansımaları ile görülebilir..ki dönem edebiyatçıları sadece şair değil, aynı zamanda dönemin siyasetçileri, düşün adamları, aydınlarıdırlar.şair şiir yazdığında adeta bir makale yazar gibidir. Estetik, alegorik makaleler gibidir şiirler.bunu -ne derece yerinde olur bilmiyorum ama- eski edebiyatın bir tesiri olarak alabiliriz.. öyle ki, divan edebiyatında aruz ölçüsüyle yazılmış manzum tıp eserleri dahi bulunabilir...
Tanzimatta yenileşme bağlamıyla ortak bir çizgide bulunan düşünce adamları, “yenileşmenin öznesi” üzerinde pek de anlaşmış değillerdir. Şinasi’nin daha çok insanlık projesi bağlamında yaklaştığını görülür .o geleneksel unsurları pek kullanmamış, ne İslam ne türk vurgusunu belirginleştirmemiştir. Kahramanı M reşit paşa dahi, ne ümmetin resulu ne de milletin resuludur...o insanlığa hitap eder, insanlığa örnek teşkil etmelidir. İslami ve Osmanlıya ait motifleri dışlar.En azından pek vurguladığı söylenemez..
Şinasi sonrasında ise gelenek vurgusu ile yenilik vurgusu bir kaynaşma çabasıyla tanımlanır olur. Namık kemal, özellikle de ziya paşa’da böyle bir aydınlanma çizgisinin imlendiği görülür. Tanzimatçıların uzlaştığı temel nokta bir "yenileşmenin" gerekli olduğu düşüncesidir:
Namık kemal yeni dinin kavramlarını, sanki içten içe onların dinsel niteliğinden de haberdarmış gibi sunuyor bize. Ademiyet(insanlık, hümanizm), hürriyet(eşitlik, özgürlük), baskıcılığın reddi, zulme direnme gibi aydınlanma bağlamıyla modernist kavramlar aynı şiir içerisinde vatan, millet; geleneksel dinin ümmet gibi kavramlarının yerini alıyor. (keza, hürriyet ile ilişki esir-i aşk üzerinden ifadesini bulmaktadır) burada; insan a priori olarak özgürülük kavramıyla vardır, özgürlüğünü fiilen baskı ile ele geçirebilirsin ancak onu özü olan özgürlükten, hürriyetten soyutlayamazsız.özgürlük aynı zamanda insanın aklıdır, akıl ve özgürlük böylece insanın a priori varlık şekilleridir. Böylece yeni ahlak, akıl ile tasavvur edilmelidir.yeni ahlakın temeli rasyonal bilimciliktir.
Re: Kalıntılar
Hegel tarihe bakınca büyük bir ürperti hissetmişti. Nasıl olurda da tüm iyi şeyler birer birer ortadan kaybolurdu? Nasıl olur da an gelir paldır küldür yıkılırdı bulutlar ve -lâ ilâhe illallah- kanunî süleyman ölürdü? Nasıl olur da romalar, bizanslar yıkılır giderdi? Bu oyunun bir amacı olmalıydı. Hegel kronos ile başedilemeyeceğini görmüş ve bunun için sonunda ona bir erek yüklemişti. Hegelci tarih felsefesi böylece erekte-kılındı. Bunların öykü ile ilişkisi ne peki? Merak etmeyin, hazır tarih felsefi olarak erekte olmuşken öyküyü onun kucağına atıverecek değilim. Şimdi , öyküye yoğunlaşalım :
Öncelikle , öykümüz”anti-hegelcidir” neden? Elmalarımız “zamanı gelince” ağaçtan kopmaktadır. Bu zamansallık, bıçağa ilişkin bir ayrıntıda –kemik saplı- yinelenir. "Kemik", zamansaldır. (ve ayrıca "tin,kemiktir" hegel) Sonra ağaçtan düşen elmaların yerini kum torbası (saati) alır. Şimdi, öyküyü baştan sona kateden bu tarihsellik/zamansallığın kendisine kastettiği yere gelelim. Öykünün son cümlesi : “En ince ve en uzun şeridi soyan kazanacaktı.” Asli sorum şu: eğer oyunu “En ince ve en uzun şeridi soyan kazanacak” ise oyunda zamanın (kum torbasının) işlevi nedir? Cevap: hiç.... demek ki, öyküde oyunun kaderini tarihsel/zamansal bir teleoloji ön belirlememektedir. Elma “zamanı geldiğinde” kopmaktadır ama “zamanı gelmeklik” olgunlaşmışlık ve kaderine erişmişlik değildir, sadece oyuna dahil olmaktır kopuş. Oyun ise ön belirlenmiş değildir, oyunun kazananları da tarihsel ön belirlenmişlik ile oyunu kazanmış değillerdir. “Aklın kurnazlığı” hegelciliğin kronos ile başetmek için icat ettiği bir kurnazlıktır. Ama diyalektik kurnazlık her zaman daha üst perdeden bir kurnazlık ile karşılık bulur . Diyalektik hakikati kurtarmanın belki de tek yolunun yanılsamanın dolayımı ile bir tarihsellik ile gerçekleşebileceğinin farkındadır. Klasik realist düşüncelerin ötesinde bir kurnazlığa sahiptir o ama hesap edemediği şey, hiçliğin her zaman diyalektikten daha kurnaz olduğudur. Diyalektik kurnazlık olan yanılsamanın tarihsel dolayımı fikri, daha üst perdede bir kurnazlık tarafından ters çevrilir. işte, bu olduğunda diyalektikten geriye sadece hınç, tepki ve terörizm kalır... post-modern çağ dediğimiz şey de budur işte.
Re: Kalıntılar
Kalıntılarla Oynamak
Re: Kalıntılar
Elias Canetti, Körleşme, syf. 89
syf 94
(Payel Yay. 6. basım.)
Re: Kalıntılar
Nereye baktığımız körlüğümüzü seçmek gibi sanki? Bir hapishane/müze/sanal dünya( bunlardan biri, herhangi ikisi ya da üçü birden olabilir) olarak edebiyat, aksi mümkün mü?
Re: Kalıntılar
"Medusa Hakkında Her Şey Yazısı" Olmayan Yazı
Re: Kalıntılar
İzninizle yazıyı ana sayfaya taşıdım. Daha doğrusu, izinsiz taşıdım şimdi af diliyorum. Sizce de uygunsa yazıı buradan silip link vermeyi öneriyorum. Lâkin "kalıntılar"ın bir arada durmasını istiyorsanız da sizin bileceğiniz iş
Re: Kalıntılar
teşekkürler, yazıya diğer resimleri de eklemeniz de iyi olmuş.
Re: Kalıntılar
Aydınlanmaya* Işık Tutmak : Guernica