UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Kalıntılar

26 Ağu 2011
oktay

Uzun Hikaye'nin meşru ve gayri-meşru tüm çocuklarına ailenizin piçinden açık bir orji davetiyesidir.

Bu forumu, her türlü "edebi eserden" beğenilen ya da beğenilmeyen ancak her halükarda paylaşılmak istenen pasajların alıntılanması ve bu pasajlar üzerine istenildiği şekilde edebsizce ve tam da bunun için edebi bir şekilde düşünülüp konuşulması için parselliyorum. Öyle ki, burada her bir alıntının birer kalıntıya dönüşünceye ve böylece daha da sömürülesi bir zenginliğe kavuşuncaya kadar tekrar tekrar sondajlanmasına izin vardır.

Bizatihi her bir sondaj da kalıntıya dönüştürülmek ve zenginleştirilmek "riskini" kabul etmiştir: Fiili livata ve ensest yasağı kaldırılmış, "hak yolu" ile birleşmek en büyük günah olarak tespit edilmiştir. Dini nikah ile beşeri nikah ve bunların meşruiyeti üzerine bir değerlendirme yapılmış, gereği çoktan düşünülmüş ve her ikisinin de icabına bakılmıştır. İllahi bir ilahi nikah gerekse, mut'a nikahı; nikahlar içinde ehven-i şer olarak ve kendisiyle alay edilmek üzere seçilmiştir.

Bu kapısız-çatısız alanın tüm göçebelerin yersiz-yurtsuzluğu olması dileğiyle.

Kategori:

Re: kalıntılar

"Davetiye" yerine "çağrı" olsa icabet edecektim. Gerçi benim çanak şu sıralar pek orjiye müsait değil ama...


Re: kalıntılar

Davetiyenin işi çağırmak değil mi barış. Yani, davetiye zaten "çağrı yapan yazı" değil mi? Yoksa, "şu sıraların müsayitsizliğinin" cılız bir bahanesi mi bu itirazın? Smile


Re: kalıntılar

Olur mu? Çağrı, sesle, bedenledir; davetiye, yazıyla, resmi.


Re: kalıntılar

Anladım şimdi neyi kastettiğini. öyleyse, neden sözlü bir çağrı değil de yazılı bir davetiye gönderdiğimi açıklayayım.

buradaki davetiye, logos-merkezciliğin (ki logos ses demek aynı zamanda bildiğin üzere) sökümü ile ilişkili. doğal olarak, ses değil de yazı ile çağrı yapılıyor. orji; köken yokluğundaki, bulunuş yokluğundaki faaliyettir ve yazının faaliyetidir; sesin değil. Ses, bedeni çağırdığında son derece iki yüzlü bir şekilde -iki yüzlü, çünkü başka zaman logosmerkezcilik bedeni ruh karşısıda aşağılar- bedeni bir köken olarak, buradalık olarak, bulunuş olarak anlar.

bu arada sen hiç bu üslupta resmi davetiye gördün mü de, "Davetiye resmidir" diyip bir kenara çekiliyorsun. davetiyeyi resmiliğimden değil, logosantrizmi sorunlaştırdığım için gönderiyorum. davetiyenin kendinde bir resmiliği yoktur. işin aslı, orji davetiyenin kendisi ya da başka bir ifade ile davetiye ile birlikte bu orji başlamış oldu, çünkü davetiye, kalıntılanmaya başlandı Smile


Re: kalıntılar

""
bu arada sen hiç bu üslupta resmi davetiye gördün mü

Eğlenceli olabilir. Smile


Re: kalıntılar

""
Rum Halkı ile Çinlilerin Resim Sanatında Bahse Girmeleri

(...)
Bir Rum ressam Çinli ressamların resim yaptıkları odanın görülmesine mani olan aradaki perdeyi kaldırdı. Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilalanmış duvarlarına yansıdı. O odada ne varsa, burada da öyle daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başladı.Rum diyarının ressamlarının bulundukları oda tarifi mümkün olmayan bir güzellikteydi ve bu haliyle çinli ressamlarını resimlerin aynısı burada da vardı. Hem de daha güzeldi. Böylece rum diyarının ressamları imtihanı kazanmış oldular.

Rumları sufileştirip duvarın cilalanmasını bir temizlik, bir arınma olarak mı düşüneceğiz. ben bu hikayenin tam da "mevlana'nın söylediklerini" yadsıyan bir şeyler de anlattığını düşünüyorum.

sufi bir okuma; ruhun ve gönlün temizlenmesi ile değerlendiğini ; moral bir arınma ile hakkın gönülde yansıdığını söyleyecektir. tıpkı "nefsten arınmanın önemini" bilen rumların, çinliler gibi bin bir türlü parıldayan dünyevi zevk veren boya ile arsızca rakibi alt etmeye çalışmayıp ahlaklarından gelen bir çekingenlik ile önce nefslerini yani duvarlarını parlatmalarında olduğu gibi... gönül aynasına yansıyan ezeli ve ebedi haktır. tam da bunun için gönül aynasından yansıyan gelip geçici değildir. bunun için pislik içindeki nefs ile yapılan her şey, arınmış bir ruhtan yansıyanın yanında sönüp gidecektir.

iyi ama, hikayede yansıyan nedir? nefsin şeytanilikleri yani çinlilerin 100 tane parlak ve ayartıcı boyayla çizdikleri. bu resimlerin yansıdıklarında daha güzel olmaları, söz konusu yansıtma işleminin sufileri nefslerine ayarttığı anlamına geliyor olmasın?zira, rumlar tam da çinliler gibi "nefsleri ile hareket ettikleri" için çinlilerin iddialarına, aynı şekilde karşılık vermektedirler:

""
Çinliler rumlara karşı övünerek; “Resim sanatında dünyada bizden daha üstün kimse yoktur” dediler. Buna karşılık rumlar da; “Hayır! Bizim ustalığımız sizinkinden daha üstündür” davasına giriştiler.

burada ahlaki bir değerlendirme yapmak gerekirse, pekala çinliler daha "ahlaklıdırlar." öncelikle, müsabakanın kurallarına sadıktırlar. müsabaka bir resim yapma müsabakasıdır, onlar da resim yaparlar. yaptıklarına güvenirler ve davullar çalarlar. Rumlar ise daha başından beri kaybetmekten korkmaktadırlar:

""
Fakat rum ülkesi ressamları biraz çekinir gibi oldular."

tam da bunun için bir üç kağıda başvururlar ve bunu da tüm "erdemliler" gibi ahlaki bir harekete dönüştürüp kutsallaştırırlar. yenilmekten korktukları için duvarları, gönül aynalarını temizlemeye başlarlar ve böylece de iktidarı ele geçirirler: hükümdar, böylece onlardan yana olur. çinlilerin en büyük hatası değerlendirici olarak "adil bir padişaha" başvurma fikrini kabul etmeleriydi.


Re: kalıntılar

""
Ödlek ülkemizde insanlar çocukluklarından itibaren bu şekilde, aptalca ve cahil olmak üzere eğitiliyor. Bu doğal bir evrim ya da yozlaşma değil, tesadüfi değil, biliçli, kasıtlı ve kurumsal bir şey. Bilinçleri şekillendirmek ya da ortadan kaldırmak (söylemeye gerek yok, kişiliği ortadan kaldırmak) için başlı başına bir plan. Günümüzde kesinlikten nefret ediliyor; önce bir moda olarak başladı, kesinliklere karşı olmak rağbet görüyordu, kafası fazla çalışmayanlar onları dogma ve doktrinlerle aynı kefeye koydular, ne ahmaklık (üstelik aralarında entelektüeller de vardı); sanki hepsi eşanlamlıymış gibi. Ama tuttu, köklendi, hem de inanılmaz ölçüde. Artık kesin ve sağlam olandan, dolayısıyla zamanın içinde sabitlenip kalmış olandan nefret ediliyor; geçmişten nefret edilmesinin nedeni de kısmen bu, geçmişe ancak çağımızın kararsızlığı ya da günümüzün tanımsızlığı bulaştırıldığında tahammül edilebiliyor ve durmadan bu yönde çaba gösteriliyor. Günümüzde bir şeyin var olmuş olduğunu bilmeye, şu ya da bu şekilde var olduğunun kesin olarak bilinmesine tahammül edilemiyor. Aslında artık bunu bilmeye değil, doğrudan var olmuş olmasına tahammül edilemiyor. Başka bir şey değil, sadece bu: var olmuş olması. Bizim müdahelemiz olmadan, biz tartıya vurmadan, nasıl desem, bizim sonsuz kararsızlığımızdan ve müşkülpesent rızamızdan bağımsız olarak. O pek sevilen tereddüdümüzün tarafsız tanıklığı olmadan. Ben dünyaya geldiğimden beri bu kadar kendini beğenmiş bir çağ olmadı Jacobo (sen daha Hitler’le alay et), daha önce de olduğunu hiç sanmıyorum. Unutma ki ben her gün yataktan kalktığımda Birinci Dünya Savaşı’nı ya da sizin hiç hoşlanmadığım, gülünç bulduğum deyişinizle ’14 Savaşı’nı hatırladığımı unutmak için hatırlı bir çaba göstermek, senin gibi daha genç arkadaşların yardımına başvurmak durumunda kalıyorum. Unutma ki benim ilk öğrendiğim ya da duya duya ezberlediğim kelimelerden biri “Gelibolu”ydu; o katliam olduğunda hayattaydım ben, inanılır gibi değil. Çağımız o kadar kendini beğenmiş ki, sanıyorum daha önce hiç görülmemiş bir fenomenle karşı karşıyayız; bugünün geçmişe duyduğu hınç; biz bu dünyada değilken, bizim ihtiyatlı görüşümüz, şüpheci rızamız, daha da beteri, çıkarımız olmadan gerçekleşme cüretini göstermiş olana duyulan hınç. İşin en olağanüstü yanı, bu hıncın, en azından görünürde, bizi dahil etmeden geçip gitmiş bir ihtişamı kıskanmayla, farkında olup da katkıda bulunamadığımız, tatmadığımız, kaçırdığımız, bizi küçümseyen, tanıklık etmediğimiz bir mükemmeliyete duyduğumuz bir nefrete ilgisi olmaması; çünkü çağımızın övüngenliği öyle boyutlara ulaşmıştır ki, geçmişin daha üstün olabileceği fikrini, hatta bu fikrin bir gölgesini, sisini, soluğunu bile kabul edemez. Bizim sınırlarımızın dışında olana, bize bir şey borçlu olmayana, tamamlanmış, dolayısıyla bizim için ele geçirilemez olana karşı duyulan hınçtır bu sadece. Geçmiş bizim denetimimizden, entrikalarımızın ve kararlarımızın dışında kalır; günümüzde ülkeleri yönetenler atalarının zulümleri için istedikleri kadar özür dilesinler, hatta zulüm görenlerin torunlarına onur kırıcı parasal tazminatlar sunarak durumu telafi etmeye çalışsınlar, söz konusu torunlar da bütün çıkarcılıkları ve arsızlıklarıyla paraları seve seve ceplerine indirsinler, hatta talep etsinler, beyhudedir. Bundan daha büyük bir aptallık, daha gülünç bir şey düşünülemez, her iki taraf açısından da: Veren yüzsüz, alan yüzsüz. Ve bu da bir kibir eylemidir; bir Papa kilisesine, bir kral tacına ya da bir başbakan ülkesine, bugün yaşayanlara atalarının suçlarını, o ataların yüz yıllar öncesinde suç olarak görmediği, kabul etmediği suçları atfetme hakkını kendinde nasıl buluyor? Bizi temsil edenler, yönetenler kendilerini ne sanıyorlar ki istediklerini yapma özgürlüğüne sahip olup yapan ve artık ölü olanlar adına özür diliyorlar? Onlar kim oluyor da ölülere karşı çıkıp onların yaptıklarını telafi ediyorlar? Sadece sembolik olsa maskaralıktan ileriye gitmezdi, gurur ve propaganda der geçerdik. Ama eğer gülünç bir şekilde geriye dönük “tazminat” varsa, üstelik de para tazminatıysa sembolizm söz konusu olamaz. Her insan tek bir insandır, kuşaklar sonrası torunlarında, hatta evlatlarında varlığını sürdürmez, kaldı ki bunlar da genellikle vefasızdır; bu sözleşmeler ve jestler tek ve gerçek hayatında gerçekten zarar görmüş olanların, ezilen, işkence görenlerin, köleleştirilenlerin ve katledilenlerin hiçbir işine yaramaz; onlar zamanın ve kuşkusuz bir o kadar uzun olan rezaletin karanlığına gömülmüşlerdir çoktan. Artık bizim için şimdi vekaleten özür dilemek ya da özrü kabul etmek, talep etmek ya da sunmak, onların kavrulmuş somut etleriyle, uçurulmuş kafalarıyla, parçalanmış kemikleriyle ve kesilmiş boğazlarıyla alay etmekten başka bir şey değildir. Yoksun bırakıldıkları, terk ettikleri somut, bilinmeyen adlarıyla alay etmektir. Geçmişle alay etmektir. Hayır, geçmişe tahammül edilemiyor; onu düzeltememeye tahammül edemiyoruz, yönlendirememiş, yönetememiş, ondan kaçınamamış olmaya tahammül edemiyoruz. Bu yüzden de mümkünse geçmişi çarpıtıyor, tahrif ediyor, bozuyoruz; değiştiriyor ya da ayin, tören, simge ve sonunda gösteri hâline getiriyoruz veya her şeye rağmen sanki müdahele ediyormuşuz izlenimi uyandırmak için deşip duruyoruz, onun değiştirilemez olduğunu görmezden geliyoruz. Eğer bütün bunlar mümkün değilse siliyoruz, iptal ediyoruz, sürüyoruz, dışlıyoruz ya da gömüyoruz. Bu yapılıyor Jacobo, ya biri ya diğeri sık sık yapılıyor, çünkü geçmiş kendini savunmuyor, savunamıyor. Böylece günümüzde kimse gördüğü şey hakkında, olan biten hakkında, aslında bildiği şey hakkında, dengesiz ve değişken şey hakkında bilgi sahibi olmak istemiyor. Hiç kimse herhangi bir şeyi kesinlikle bilmeye razı değil, çünkü kesinlikten vebadan kaçılır gibi kaçılıyor. İşte böyle, dünyanın gidişatı bu.

s.210-213

Biraz uzun.
Yarınki Yüzün:Ateş ve Mızrak-Javier Marias-Çev Roza Hakmen-Metis-İstanbul 2011


Re: kalıntılar

Birkaç gün önce, kitap seçimleri konusunda "iyi" olduğunu bildiğim bir dostum, Javier Marias'ın Yarınki Yüzün adlı kitabını önüme atarak, tüm okuduklarını bir an bırakıp, bu kitabı okumamı istediğini söylediğinde, ne yalan söyleyeyim, baştan, onun gönlünü kırmayarak, bir parça okuyup, beğenmedim deyip, geri vermeyi düşünmüştüm. Kitaba başlayıp, bir eşiği geçince, bunun hiç de öyle kolay olmayacağını anladım.

Yukarıdaki alıntı bu romandan.

Bence günümüzün en iyi yazarlarından birisi. Bunun nedenini anlatabilecek kadar edebi birikimim yok. Kitabı bitirince, üzerinde bir şeyler söylemeye çalışacağım. Ama "kör noktada" kalmasının büyük bir kayıp olacağına inanıyorum.


Re: kalıntılar

""
Rum Halkı ile Çinlilerin Resim Sanatında Bahse Girmeleri

(...)
Bir Rum ressam Çinli ressamların resim yaptıkları odanın görülmesine mani olan aradaki perdeyi kaldırdı. Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilalanmış duvarlarına yansıdı. O odada ne varsa, burada da öyle daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başladı.Rum diyarının ressamlarının bulundukları oda tarifi mümkün olmayan bir güzellikteydi ve bu haliyle çinli ressamlarını resimlerin aynısı burada da vardı. Hem de daha güzeldi. Böylece rum diyarının ressamları imtihanı kazanmış oldular.

Rumları sufileştirip duvarın cilalanmasını bir temizlik, bir arınma olarak mı düşüneceğiz. ben bu hikayenin "mevlana'nın söylediklerini" yadsıyan bir şeyler anlattığını düşünüyorum.

sufi bir okuma; ruhun ve gönlün temizlenmesi ile değerlendiğini ; moral bir arınma ile hakkın gönülde yansıdığını söyleyecektir. tıpkı "nefsten arınmanın önemini" bilen rumların, çinliler gibi bin bir türlü parıldayan dünyevi zevk veren boya ile arsızca rakibi alt etmeye çalışmayıp ahlaklarından gelen bir çekingenlik ile önce nefslerini yani duvarlarını parlatmalarında olduğu gibi... gönül aynasına yansıyan ezeli ve ebedi haktır. tam da bunun için gönül aynasından yansıyan gelip geçici değildir. bunun için pislik içindeki nefs ile yapılan her şey, arınmış bir ruhtan yansıyanın yanında sönüp gidecektir.

iyi ama, hikayede yansıyan nedir? nefsin şeytanilikleri yani çinlilerin 100 tane parlak ve ayartıcı boyayla çizdikleri. bu resimlerin yansıdıklarında daha güzel olmaları, söz konusu yansıtma işleminin sufileri nefslerine ayarttığı anlamına geliyor olmasın?zira, rumlar tam da çinliler gibi "nefsleri ile hareket ettikleri" için çinlilerin iddialarına, aynı şekilde karşılık vermektedirler:

""
Çinliler rumlara karşı övünerek; “Resim sanatında dünyada bizden daha üstün kimse yoktur” dediler. Buna karşılık rumlar da; “Hayır! Bizim ustalığımız sizinkinden daha üstündür” davasına giriştiler.

burada ahlaki bir değerlendirme yapmak gerekirse, pekala çinliler daha "ahlaklıdırlar." öncelikle, müsabakanın kurallarına sadıktırlar. müsabaka bir resim yapma müsabakasıdır, onlar da resim yaparlar. yaptıklarına güvenirler ve bu güvenleri onlara keyif verir; davullar çalıp eğlenirler. Rumlar ise daha başından beri kaybetmekten korkmaktadırlar:

""
Fakat rum ülkesi ressamları biraz çekinir gibi oldular."

tam da bunun için bir üç kağıda başvururlar ve bunu da tüm "erdemliler" gibi ahlaki bir harekete dönüştürüp kutsallaştırırlar. yenilmekten korktukları için duvarları, gönül aynalarını temizlemeye başlarlar ve böylece de iktidarı ele geçirirler: hükümdar, böylece onlardan yana olur. çinlilerin en büyük hatası değerlendirici olarak "adil bir padişaha" başvurma fikrini kabul etmeleriydi.


Re: kalıntılar

"Rum Halkı ile Çinlilerin Resim Sanatında Bahse Girmeleri" üzerine konuşmaya devam edelim. bu kıssa ya da öykü yada her ne ise o olan metin, bir hipergerçeklik anlatısı da değil mi...Duvara yansıyanların, çinlilerin yaptığı resimlerden daha etkileyici olması, baudrillard'ın hipergerçeklik dediği şeyin ifadesi değil mi. TV den naklen yayınlanan körfez savaşı gibi, sinemaya yansıyan vietnam savaşı gibi, haberlere konu olan cinnet haberi gibidir duvara yansıyan çinli resimleri.. ama bir farkla, burada gösterge işlemektedir.. rum ressamlar meydan okur -baudrillard iktidarın bir ayartma ve meydan okuma olduğunu söyler- ve galip çıkar, padişah ise iktidar sahibi olarak sadece bir sonuçtur. sistem "mükemmel" işlemektedir.

baudrillard ısrarla simulakrı içinde yaşadığımız çağ ile ilişkilendirir: bu durum insanlık tarihi için oldukça yeni bir durumdur ona göre. sosyoloji bu yeni durum için yeni bir çözümleme geliştirmelidir, ki baudrillard da bunu yaptığını söyler. göstergenin dağılması toplumları inceleyen sosyolojiyi sahiden de bir krize sokmuştur. çünkü sosyologların inceleme yapacakları toplum kitleleşmiş ve ortadan kaybolmuştur. sürü, çobanını beğenmemektedir ve yığınlaşmakta, tepkisizleşmektedir.

sosyolojinin yaşadığı kriz, sürünün yaşadığı bunalımdır. sürü, ezelden beri tanrılara kurban sunmanın rahatlığı ile yaşamını sürdürürken; tanrının ölümü ile yaşam şartlarını kaybettiği için donup kalmıştır. tam da bunun için sosyoloji de bir krize girer.

***
baudrillard, çıkışı avrupa nihilizminin dışında; avrupa dışındaki kültürlerde arar. misal mevlana'nın öyküsü çıkış yolunu göstermektedir, orada sağlıklı ve işleyen bir sistem vardır. çünkü burada, gösterge işlemektedir; hala bir gerçek söz konusudur. bir başka fransız sosyolog olan alain touraine'ın baudrillard ile aynı ağızdan konuşarak hala güçlü olan islamik geleneğe avrupanın bu durumu karşısında sempati duymasına şaşırmamak gerekiyor. sosyolojinin çözümden anlayabildiği bu kadardır, belki de "sosyologlardan" daha fazlasını da beklememek gerekiyor. ne de olsa sosyoloji sürü ile sürünmenin biliminden başka birşey değildir..

***

baudrillard kaynayan kitlenin patlayarak kutuplu bir göstergeye yol açabileceği inancındadır. öz yıkımı onun için bir çıkış yolu olarak görür. baudrillard burada nietzscheci bengi dönüşünün hasta eden bir halini bir tedavi olarak sunmaktadır. zerdüşt, bu bengi dönüşe şöyle demişti : "tiksinti,tiksinti, tiksinti!" sahiden de tiksinmemek elde değil. baudrillard bizim gibi bir islam coğrafyasında yaşasaydı, nolstaljik bir romantizmin hiç de çıkış olmadığını bilirdi..


Re: Kalıntılar

""
baudrillard ısrarla simulakrı içinde yaşadığımız çağ ile ilişkilendirir: bu durum insanlık tarihi için oldukça yeni bir durumdur ona göre.

Rasyonalizmin iki-yüzü üstüne düşündükçe Baudrillard'ın kuramının barındırdığı potansiyele yanıyorum.

Zira(1) rasyonalizm kendini makuliyetin zaferi olarak taçlandırırken (2) tıp ya da akademi gibi iktidar biçimleriyle öteki-mantığı, "sezgi" suçlamasıyla saf dışı bırakır. Postmodern teorisyenlerde bu zaten sayısız kez dillendirilmiş bir tema. Ama bu sorunsallaştırmanın hakkıyla yerine getirildiğine inanmıyorum. İşte Baudrillard düşünüşümüzdeki (logos) bu baskının üstüne gitseydi belki yüzleşmekten nedense kaçınır göründüğü dilsel (logos) "apaçıklıkların" bize unutturduklarını bulmaya, deşifre ve ifşa etmeye de daha çok yaklaşırdı. Kendisini detaylı bir şekilde incelemediğimi belirtmekle birlikte okuduğum kadarıyla Baudrillard'ın felsefesini simülakr gibi güçlü bir teorinin yetersizliğinden beslenerek kurduğunu iddia etme cüretini göstereceğim. Çünkü kast ettiği yalan söylemek değildir, gerçeklik algısının ayırt edilemeyecek bir şekilde görünümle karışmasıdır ki bu görünüm tezahürünü yalnızca medyada bulmaz. Göstergeler üstünden her türlü simgeselleştirmeye simülakr kavramıyla yaklaşabileceğimize inanıyorum.

""
sosyoloji bu yeni durum için yeni bir çözümleme geliştirmelidir, ki baudrillard da bunu yaptığını söyler.

oktay da nihayetinde sosyoloji üstüne söylediklerinde buna değinmiş yanılmıyorsam.


Re: Kalıntılar

Evrensel Hikaye - Ali Smith

""
"Bir kilise mezarlığında ikamet eden bir adam vardı.

Şey, hayır, tamam, her zaman bir adam değildi; bu seferki bir kadındı. Bİr kilise mezarlığında ikamet eden bir kadın vardı.

Ama açıkçası artık kimse kilise mezarlığı demiyor. Herkes mezarlık diyor, o kadar. İkamet sözcüğünü kullanan da kalmadı. Bir başka deyişle:

Bir zamanlar bir mezarlığın yanında yaşayan bir kadın vardı. Her sabah uyandığında arka penceresinden dışarı bakardı ve gördüğü şey...

Aslında haıyr. Bir zamanlar bir sahafın yanında - hayır, içinde- yaşayan bir kadın vardı. Birinci kattaki dairede kalıyordu ve alt katın tamamını kaplayan..."

Bu öyküye başlarken aklıma Barış Acar'ın Silgi'si geldi. Belki tam bu anlamda değil ama okurken o metnin de böylesi bir hamleyle daha canlı kılınabileceğini düşünmüştüm. Bir şekilde daha performatif. Yani metnin kendisi biraz "silik" olduğunda bu anlatılanın vücut bulması mı oluyor? Açıkçası kendi yazdıklarım dahil şu aralar her şeyde hedefe kilitlenmiş bir vuruculuk arıyorum, bunu ne kadar keskin yontabilirsek o denli etkili olur. Herhalde.

SONEKÖNEK: SMITH, A. Bütün Hikaye ve Diğerleri (Çev. Dost Körpe), İstanbul, Everest Yayınları, 2010: 1-2

EK: Bütün Hikaye ve Diğerleri (The Whole Story and Other Stories) - Ali Smith/ Everest, sf. 1-2 çev. Dost Körpe

EK': Öhöm, öykünün adı da "Evrensel Hikaye".


Re: Kalıntılar

Ne güzel biçimlenmiş anlatı. Keşke bu kadar pürüzsüz yazabilsem. Smile


Re: Kalıntılar

""
EK: Bütün Hikaye ve Diğerleri (The Whole Story and Other Stories) - Ali Smith/ Everest, sf. 1-2 çev. Dost Körpe

EK': Öhöm, öykünün adı da "Evrensel Hikaye".

Smile


Re: Kalıntılar

doruk cansev dedi ki:
Baudrillard düşünüşümüzdeki (logos) bu baskının üstüne gitseydi belki yüzleşmekten nedense kaçınır göründüğü dilsel (logos) "apaçıklıkların" bize unutturduklarını bulmaya, deşifre ve ifşa etmeye de daha çok yaklaşırdı

heidegger'in de pek çok düşünce adamı gibi logos geleneğine dahil olduğunu düşünüyorum.. heideggerci "fenemonolojik hermenuetik" yöntemin, heidegger'i buna mecbur ettiğini düşünüyorum. heidegger tam da bunun için baudrillard'dakinden farklı ama yine de bir nolstaljiklik sergiler.

baudrillard'ın yüzleşmekten kaçındığı söylerken ne demek istedin? nasıl kaçınıyor yani sence?


Re: Kalıntılar

Şöyle ki anladığım kadarıyla Baudrillard göstergelerin alımlanması sürecini bir tüketim ve yayın işlemine kadar daraltarak inceliyor. Simülakr kavramını daha çok vitrindeki bir gösteriye dönüştürülen toplumsal hakikatlerden bahsetmek için kullanıyor. Bu sırada metafizik bir aşkınlığa düşmekten çekiniyor belki, bu çok yerinde bir düşüncelilik. Yine de bu şekliyle toplumu, bireyi ve onu kuşatan oyunları kavramsallaştırmasına rağmen bir şekilde "insandan" uzak durduğuna inanıyorum. Değişmeyen bir öz yakalamak için değil de Baudrillard'ın tüketim toplumunda eşelediği mantığın sandığımızdan gerilere uzandıp uzanmadığını sınamak için simülakr'ı bir yöntem olarak kullanamaz mıyız?

Rum Halkı ile Çinli ressamlara bir Benim Adım Kırmızı'dan, bir de Radikal'deki şu röportajdan girişmek istiyorum bir ara:

Kudsi Erguner


Re: Kalıntılar

doruk cansev dedi ki:
Değişmeyen bir öz yakalamak için değil de Baudrillard'ın tüketim toplumunda eşelediği mantığın sandığımızdan gerilere uzandıp uzanmadığını sınamak için simülakr'ı bir yöntem olarak kullanamaz mıyız?

baudrillard 'a ilişkin çekincelerimin sebeplerinden biri de bu. baudrillard simulakr'dan bahsederken onu içinde bulunduğumuz tarihsel dönemin içine sıkıştırıyor gibi geliyor .

içinde bulunduğumuz tarihsel dönemin -eğer böyle bir dönem var ise- geçmişten farkını simulakr ve gerçeklik üzerine yapılacak mülahazaları bir pesimizme dönüştürerek gerçekleştirmenin pek işlevsel yanını görmüyorum. demek istediğim ben simulakr denilen şeyden dolayı ızdırap duymuyorum, bizzatihi simulakrın yaşamın bir koşulu olduğunu düşünüyorum. simulakr üretimindeki fazlalıktan dolayı ızdırap duymak, "bizim" için hiç de yeni bir şey değil ki.. insanlık tarihindeki hadım etmeler, her zaman fazlalıkların kesilmesinden ibaret değil midir... işleyen göstergeyi, göstergenin dağılmasına tercih ettiğinde baudrillard aslında hadımı fazlalığa tercih etmiş olmuyor mu...

simulakrın yaşamın koşulu olduğunu söyledikten sonra bir adım daha atarak her yaşamın bir simulakr olduğunu da söylemeli... bunun ise, kitle iletişim araçlarının, tvlerin, sinemanın vs. bir "sonucu" değil; "sebebi" olduğunu... gerçek ezelden beri hipergerçekti zaten. bu post-modern çağın sancısı, gerçeğin bir simulakr ya da hipergerçek olduğunun ortaya çıkmasından kaynaklanıyor. post-modern çağ, her ne kadar büyük anlatıların ölümünden , ahlakın ortadan kalkışından bahsediyor olsa da bunu son derece ahlaki bir şekilde düşündüğü için; düşünceyi kitlelerin algısı yönlendirdiği ve kitleler her şeyi ahlakın penceresinden görmeye devam ettiği için bu "büyük olay" bir yılgınlığa neden olmakta. sürü yaşamın fazlalığı, aşırılığı karşısında acı çekerek her şeyi yok etmek -baudrillard bu durumu içten içe kaynayan, her anlamı yutan ve bu kaynama ile patlaması muhtemel bir dünyayla birlikte düşünmekte haklı- istiyor, ki bu da hiç yeni bir istek değildir... kitleler, sırf bunun için dehaları peygambere, peygamberleri de birer aptal cellata çevirirdi; "seküler aydınlanmadan" önce...


Re: Kalıntılar

alıntıladığım "hikaye" yerini hikaye üzerine yazdığım "yoruma" bırakmış nedense..bu forumda teknik bir sorun var sanırım. (hikaye ve yorum olmak üzere iki mesaj olması gerekirken, yorum ve yorum olmak üzere aynı mesaj yinelenerek 2 mesaj oraya çıkarmış.. Ağu 27th, 2011 günü 2:09 sularında ve Ağu 27th, 2011 günü 2:37 sularında gönderilen mesajları kastediyorum . ) yorumun hikayenin yerini alması hikayadeki gibi yansımanın gerçeğinin yerini almasına benzemiş, komik olan da bu Smile


Re: Kalıntılar

""
"ben sizin kahramanızı anladım" dedi bana. "adı herostratos. tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan efes tapınağını yakmaktan başka bir şey bulamadı"
"ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?"
"pek anımsamıyorum" diye itiraf etti, "sanırım adı bilinmiyor"

jean paul sartre - duvar , herostratos sf. 85
can yayınlar 4. baskı


Re: Kalıntılar

""

herostratos

"ben sizin kahramanızı anladım" dedi bana. "adı herostratos. tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan efes tapınağını yakmaktan başka bir şey bulamadı"
"ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?"
"pek anımsamıyorum" diye itiraf etti, "sanırım adı bilinmiyor"


Max Stirner bir herostratos'tu. hegelciliği mantıksal sonuçlarına ulaştırarak nihilizmin üst seviyesine dek çekinmeden gitti Aziz Max. her diyalektiçi gibi "tanınma" ve ya "tanıma" sancısı ile hareket etmişti Stirner de, ne diyebilirim ki, diyalektikçiler ve onların sefillikleri... "biricik ve mülkiyeti " dedi onun için ve yabancılaşmayı kaldırabilmek üzere, BEN mülkiyet sahibi olmadan da davasının peşini bırakmadı, hem de her şeyi hiçlikle sonlanmak pahasına: "ben herşey değildir ama her şeyi yok eder." kadehlerimizi stirner'e kaldıralım ; hegelin nesnel tininin, feuerbach'ın tür olarak insanının ya da filancanın diyalektik yumurtasının diğer her şey kadar "yabancılaştırmacı" olduğunu gördüğünde "hiçlik olarak BEN'de" karar kılan "biricik" adama! çünkü bu tarihi hikaye'de adı unutulan Stirner'den başkası değildir. Bir köşede ölüme terk etti cemaat Aziz MaX'i.. sanırım marx da bu adamcağız tez elden cehennemi boylasın, ismi bir daha anılmasın, cismi tanınmasın diyerek alman ideolojisinin stirner ile ilgili bölümünü yayınlamadı. öyle ya, "reklamın iyisi kötüsü olmaz." ah, şu diyalektçiler...


Re: Kalıntılar

""
Kendini bilmemek, yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir. Ama o aydınlanma anında olduğu gibi kendini birdenbire tanımak, insanın, içindeki ruhun bölünmez özünü, ruhun büyülü sözünü birdenbire kavramasıdır. Ne var ki, birden beliren bir ışık her şeyi yakar, kavurur. Bizi çıplak bırakır, kendi varlığımızdan bile soyundurur.

Alıntı : Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yay, I. basım 2006,sf 68


Re: Kalıntılar

""
Gerçekleşebilir, yakın, meşru şeyleri düşleyenler, uzak ve yabancı düşlerde kendini kaybedenlerden daha çok hüzün veriyor bana. Büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgidir. Ama gerçekleşebilir olanı düşlersen, o zaman sahici düş kırıklığı diye bir şeyin gerçekten var olabileceğini anlarsın. Roma imparatoru olamadım diye kendimi helak edecek değilim, ama her akşam saat dokuza doğru sokağın sonundan sağa dönen küçük terzi kızla hiç konuşmadım diye acı acı yerinebilirim. Bize olanaksızı vaat eden düş, zaten böylelikle bizi en baştan, ondan mahrum etmiş olur; ama gerçekleşebilir olanı vaat eden düş hayatın kendisine müdahale eder, çözümü de ondan bekler. Biri kendinden başka her şeyi dışlayarak tamamen bağımsız olarak varlık sürer; öteki ise dışındaki olayların olağan akışına boyun eğmiştir.

a.g.e, sf 193


Re: Kalıntılar

Calvino, zaman zaman yeniden okuduğum yazarlarımdan. Klasik olmuş kitaplarla ilgili denemelerini derlediği; "Klasikler Niçin Okunmalı" adlı kitabından, aşağıdaki alıntı.

1.Klasikler, haklarında asla “okuyorum” sözünü değil, genellikle “yeniden okuyorum” sözünü işittiğimiz kitaplardır.

2. Okumuş ve sevmiş olanlar için zenginlik anlamına gelen, ama zevkine varabileceği daha iyi koşullarda ilk kez okuma şansını bulanlar için de o denli zenginlik demek olan kitaplara klasik denir.

3. Klasikler, gerek unutulmazlıklarıyla varlıklarını duyurduklarında, gerek kolektif ya da bireysel bilinçdışı kılığına bürünüp belleğin katmanları arasında gizlendiklerinde, özel bir etki gösteren kitaplardır.

4. Bir klasiği her yeniden okuma, ilk okuma gibi bir keşif okumasıdır.

5. Bir klasiği her ilk okuma, aslında bir yeniden okumadır.

6. Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır.

7. Klasikler, bizim okumamızdan önceki okumaların izini üzerlerinde taşıyarak ve geçtikleri kültür ya da kültürlerde (ya da daha yalın bir dille, dil ya da görenekte) bıraktıkları izi peşlerinden sürükleyerek bize ulaşan kitaplardır.

8. Bir klâsik, sürekli olarak kendisi hakkında bir eleştirel söylemler bütününü tahrîk eden, ama hep onları silkeleyip üzerinden atan yapıttır.

9. Klasikler, haklarında duyduklarımızla ne kadar bildiğimize inanıyorsak, gerçekten okuduğumuzda o kadar yeni, beklenmedik, benzersiz bulduğumuz kitaplardır.

10. Eski çağların tılsımları gibi, evrenin eşdeğeri biçimini alan bir kitaba klâsik denir.

11. “Senin” klasiğin, kayıtsız kalamayacağın ve onunla bağlantılı olarak, hatta onunla karşıtlık içinde kendini tanımlamanı sağlayan yapıttır.

12. Bir klasik, öteki klasiklerden önce gelen bir kitaptır; ama önce ötekileri, sonra da bu kitabı okuyan kişi, hemen onun soykütüğü içindeki yerini fark eder.

13. Güncelliği arka plandaki gürültü konumuna atma eğilimi gösteren, ama aynı zamanda bu arka plandaki gürültü olmadan yapamayan şey, klasiktir.

14. En uyumsuz güncelliğin egemen olduğu yerde bile, arka plandaki gürültü gibi varlığını sürdüren şey, klasiktir.

S: 11-17

Klasikleri Niçin Okumalı-İtalo Calvino-Çeviri:Kemal Atakay-YKY-İstanbul.2008


Re: Kalıntılar

Özellikle güncel olanla klasik olanın birbiriyle etkileşimini anlatan cümle beni düşündürdü.


Re: Kalıntılar

""
2. Okumuş ve sevmiş olanlar için zenginlik anlamına gelen, ama zevkine varabileceği daha iyi koşullarda ilk kez okuma şansını bulanlar için de o denli zenginlik demek olan kitaplara klasik denir.

Smile


Re: Kalıntılar

Cihan Başbuğ dedi ki:
""
Kendini bilmemek, yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir. Ama o aydınlanma anında olduğu gibi kendini birdenbire tanımak, insanın, içindeki ruhun bölünmez özünü, ruhun büyülü sözünü birdenbire kavramasıdır. Ne var ki, birden beliren bir ışık her şeyi yakar, kavurur. Bizi çıplak bırakır, kendi varlığımızdan bile soyundurur.

Alıntı : Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yay, I. basım 2006,sf 68

dikkat ediyorum da, modern insanın iç geçirişleri çıkışı genel olarak iki yolda buluyor: ilki yüceltim: örnekleri; mistik ruhsal yüceltim, biyolojik evrimsel yüceltim, insanlık ve onun ilerlemesi olarak yüceltim vs. ikincisi, primitivizme dönüş, hayvanileşmeye duyulan nolstaljik özlem, bilincin yok edilmesi vs.vs. sekülerizmin yükselişinden önce ilki dinsel yönelimlerini semavi dinlerde ikincisi ise pagan inanışlarda bulmuştu.

"modern insanın" temel hatası kanımca şudur: bizler dile yakalandıktan sonra ne denildiği gibi eşref-i mahlukat yani ademoğlu olabildik ; ne de vahşi ve tamamen içgüdüsel birer hayvan. her ikisi de temelde modern insanın fantazmından ibarettir ve böylece de yanlışlanmaya mecbur ideallerdir.


Re: Kalıntılar

""
tarih bir tahriften ibarettir. tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.

oğuz atay, tutunamayanlar / iletişim


Re: Kalıntılar

Atay'dan ilhamla psikanaliz için güzel bir eğretileme buldum: "Görülürken yorumlanan rüya."


Re: Kalıntılar

""
tarih bir tahriften ibarettir. tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.

oğuz atay, tutunamayanlar / iletişim


bu pasajı çok sevmiştim. hegelcilik ve psikanaliz arasında hep bir ortaklık bulmuşumdur. hegel'in tarihçiliğini, tarihi tinin kendini tanıma alanına dönüştürmesi yani tarihteki hakikati tespit edişi ile psikanalistin "hastasının geçmişini" (tarihini) onun rüyası ile inceleyişi arasında bir benzerlik görmüşümdür. cogitocu öznenin fiyakası bozulduktan sonra ortaya çıkan psikanaliz ve hegelci diyalektik "kendinde şeyin" ve "kendi için şeye" aldığı yolu tasfirleyen bir tanıma sistematiğinin kardeş kuramlarıdır. bu iki bu kartezyencilik karşıtı denilebilecek bu paradigmal anlayış, sürece yönelmeyi Hegel’de teleoloji ve diyalektiğin hakikatliğinde, psikanalizde ise bilinç ve bilinç-dışı karşıtlıklarına vurgu ile ilişkisi bağlamında id,ego,süperego triosunda merkezileştirirler. ego, diyalektiğin üçüncü ayağıdır; freud'un egoyu güçlendirmek istemesine bunun için şaşırmamak gerekir.

---

tarihin (hegelci tarihçilik yada psikanalitik kişisel tarihçilik) şimdiden geçmişe ve zorunlu olarak da bir tahrip ile okunmasını hegelcilik dahice bir hamle ile hakikatin zaten yalanla ya da tahrif ile dolaymlanmış olduğunu "göstererek" çifte olumsuzlama ile hakikatin hizmetine aldığında "insanı korumanın" bir yolunu daha icat etmiş oldu.

oedipus kompleksi, aslında hegelci bir "kendinde fallus" ve "kendi için fallus" hikayesinden ibarettir. yani, "pek insanca" bir edimleşme tarzından..

---
diyalektikçi gibi psikanalist de tarihi nasıl okuması gerektini bildiğini iddia eder. tarihi nikahına geçiren bu akımların tüm şu "ahlaki" ilişkiye girme iddialarını ve yorumlayıcı meşruiyetlerini buradaki orjiye davet etmek bir zaruriyet...


Re: Kalıntılar

Jorge Luis Borges

[Edebiyat; kim oldukları meçhul okurlarla metinler arasındaki ilişkidir…s.10]

[“Zamanla değişmekte olan benliğini tanıyabilirsin. Ancak, nesnel dünyayı tanıyamazsın. Tanımaya başladığını zannettiğin dünya, senin, kendi içindeki muammanın bir yansımasıdır.” S.12.]

[“… o, ertesi gün unutulmak üzere yazılmış olduklarını öne sürerek, asla gazete okumazdı.” S.12]

[“Cervantes’in Don Quijote’yi yazmış olamayacağına inanır(dı). S.12.”]

[“Roman olarak, Volteire, Stevenson, Conrad ve Eca de Queiroz gibi yazarların romanları hariç pek roman okumamıştır. S.13.”]

[“… 99 yaşında ölünceye kadar oğlunu hiç yanından ayırmayan, onun Kafka ve Virginia Wolf çevirilerini yapmasına yardım eden Katolik annesi Leanor Aveceda’dan hiç bahsetmemiştir. S.13.”]

[“Sadakatsiz sözcüğü, Borges’i özletmektedir. O faal durumda, haylaz bir saptırmadır. Ona haddini bildiremezsiniz, şakacıdır, düzenbazdır, bir baş belasıdır.” S.14.]

[“Onun kimseye karşı sadakat bağı yoktur. Onun düşünce tarzında sadakatsizlik, işleyen bir avangard ahenksizliktir; Ben hiç kimseyim, bir kişiliğim yoktur, biz yüzeysel kişiliklerimizin altında hiç kimseleriz… ve saire. Bunlar ondaki “zeka pırıltılarıdır” (boutades); aslında şık, temiz kıyafetleriyle bizatihi bir orta sınıf beyefendisi olan ve her gün süt içen Borges de, avangardın e’pater le bourgeis (“orta sınıf şoke et”) yöntemini kullandı. Onun bu mizahi yönü, röportajlarında, ani cümle bitişlerinde, ön görülemez sıfatlarında, rasgele listelerinde, çelişkilerinde, muzip yorumlarında ve özellikle de sahte bilgeliğinde ortaya çıkmaktadır. S.15.]

[“Benlik yoktur, yalnızca içteki şahitler, izleyiciler, daima atışan, çekişen iki borges (benlik)…”]

[“Borges günlerini, annesinin evinde, küçük bir kitaplık ve demir bir karyolanın bulunduğu minik bir odada geçirirdi. Kitaplığında kendi yazdığı tek bir kitap bile yoktu. O, gerçekten de, bu dünyanın dışında yaşadı, radyo ve gazeteleri küçümserdi; Arjantin’in tutkusu futbolcular hakkında bir fikir sahibi olmadı ve onların başarılarından övünç duymadı.” S.20.]

[“Birdenbire ortaya çıkan kör olma korkusu içini kemirirken, o belleğinin onun dünyaya açılan penceresi olacağını biliyordu. Tarihte pek az yazar bellekle onun kadar zekice oynayabilmiştir. “Anımsayabilmek” diyor bir yazısında, “kutsal bir eylemdir.” S.22.]

[Kör olmadan önceki Borges ile kör olduktan sonraki Borges, birbirlerinden farklı yazarlardır, çünkü kör Borges, az önce yazdıklarını göremediğinden onları başkasından duymak zorunda kalırdı.]

[Sahip oldukları San Nicolas’taki arazi dahil, bütün mal varlığını kaybeden bir aileden gelen annesi Leonar Acevedo Suarez (1876-1975), Borges’e serveti ve lüks yaşamı küçümsemeyi, tasarruflu olmayı miras bıraktı..] s.23.

[“…hatta hiçbir uzun romanı sonuna kadar okumamakla böbürlenen Borges’in…”] s.27.

[“O halde, yazar olmak, kafelerde miskin miskin oturup, kurmacalar üretmek, ona anne babasından geçen özelliklerdi.” S.27]

[Macedonio için yazmak, okumaktan kurtulmanın bir yolu olduğu gibi, aynı zamanda çok okumuşluktan alınan bir intikamdı.” S.60]

[Borges 700 sayfalık Ulysses’i sonuna kadar okumadı. Ancak Moly Bloom’un seksi, sansürlenmiş monologunun son sayfasını Arjantin İspanyolcasına çevirerek Proo’da (1025) yayımladı… s.74.]

[örneğin, 1936 ve 1939 yılları arasında El hogar dergisinde 208 kitap eleştirisi yayımlamıştır ki o, başka dergilere de yazıyordu. Onun okuma yöntemi, okurken keyif almak, sıkıldığı kitabı sonuna kadar okumamaktı. Hatta kitapları sonuna kadar okumamak gibi ilginç bir alışkanlığı vardı; bilgelik ve eğlence bir aradaydı.] s.89

[Aslında o, bir yazardan çok bir okur olarak, diğer insanların hikayelerini çevirdiğini düşünüyordu. Onun için iyi okurlar, iyi yazarlardan daha gizemli ve daha nadirdi. 1935’ten sonra, Borges, bizim hala inanmakta olduğumuz romantik ilişkiyi tersine, özgünlüğün ve esinlenmenin vücut bulmuş hali olarak yazarın gizemine, yani, Borges’in ne demek istediğini bugün daha iyi anlıyoruz.] s.90.

[Borges’in ikilemi şuydu; o sistematik felsefeyi maskaralıktan başka bir şey olarak göremeyecek kadar hazcı bir filozof, düşünmeyi istediği kadar aşk şairi olamayacak kadar bilgeydi. S.108]

[Çevresi 900.000 tane kitapla kuşatılmış, ancak hiçbirini okumayan kör bir kütüphaneciydi artık o.] s.108.

[1976’da gerçekleşen bir askeri darbeyle. Peron’un dul eşinin gülünç iktidarı sona ermiş, devrimcilere, Che Guavera’ya ve Ayak takımına ayıracak zamanı olmayan Borges, bu sürpriz gelişmeyi bir coşkuyla kutlamıştır. Darbeyi yapan generalle yediği bir yemekten sonra kendi deyimiyle beyefendilere methiyeler düzmüştür. Hiçbir zaman gazete okumadığı ve radyo dinlemediği için, bu generalin aslında binlerce genç insanın (en az 30.000 kişi) hiç yargılanmadan ve gerçektende sadist uygulamalarla ortadan kaybolmasına sebep olduklarını ve dolayısıyla, Arjantin’in desaparecido (“kayıplar”) tabiriyle lekelendiğini fark edememiştir. 1985’te bu konuyla ilgili davalardan birine katılıp gerçekte neler olup bittiğini öğrendiğinde şaşkına dönmüş, midesi bulanmış, mahkeme salonunu terk etmiştir. Daha eski bir tarihte, başkan Johnson’un Santa Domingo’yu istilasını açıkça onaylamıştır. Borges’in(dedikodularda söylendiği gibi madalya almak üzere değil) Santiago’daki Katolik Üniversitesi tarafından layık görüldüğü fahri doktorluk unvanını almak üzere gittiği Şili’de General Pinochet’yle yediği yemek uzun süre hafızalardan silinmemiştir. Dedikodular onun tepkilerini geliştirmiştir. O tarihlerde yayımlanan bir gazetede yer alan haber de, Borges ve Bioy Caseres’in, Meksika devlet başkanı, Gustavo Diaz Ordaz’ı 1968’de Tlatelolco’da gösteri yapan 300 kadar öğrencinin katledilmesinden ötürü telgraf çekerek tebrik ettiğini iddia etmiştir. Borges’in saf siyasi görüşleri, yaşlı adamı, kör olmadan önceki macerası Borges’le karıştıran entelektüellerin ve solcu okurların gözündeki imajını uzun yıllar boyunca zedelemiştir.] s.141-142

[Yaşlı bir insan öldüğünde, bir kütüphane yanmıştır.] s.149

[Yeryüzü, ne yazık ki, gerçek; ben, ne yazık ki, Borges’im…
hayatındaki en kritik sorunu özetlemiştir Borges. Edebiyat, okuma, hayal gücü hiç kimsenin hayatını kurtarmaz, yani “gizli mucize” diye bir şey yoktur.] s.150

[okurlarına verdiği tavsiye de, bu alışılmadık çağdaşlık anlayışından kaynaklanmaktaydı. Az miktarda okuyun, ama tekrar tekrar okuyun; gerçek ve kurmaca arasında hiçbir fark yoktur ve geçmişin tamamı belleğimizde kalanlardan ibarettir.] s.151

OKUMA: 17.08.2011

Jorge Luis Borges-Jason Wilson-YKY-Çev:Tonguç Çulhaöz-İstanbul 2011