UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Hiçayak Bina Projesi (Kapıcının Oğlu)

13 Ara 2008
orumceq

Pencere önünde saksı -yorgun- bekliyordu. Arkasında Zehra sokağı seyrediyordu. Sokakta hiçbir şey yoktu...

Bakkal vardı. Bakkalın on sekiz yaşında kızıl saçlı bir kızı vardı. Adı Ayşe. Ayşe’yi bir mühendis istemiş, söz bile kesilmiş ama mühendisin akrabaları araya girip işi bozmuşlar. Çünkü kendi kızlarını vermek istiyorlarmış. Zehra’nın annesinin duyduğuna göre büyü bile yapmışlar.
Aslında hoppa bir kızdır Ayşe, ama son birkaç aydır o kadar az konuşur oldu ki tanımayan biri görse dilsiz sanır. Zehra’yı çok sever Ayşe, Zehra’nın da kızıl saçları vardır ya, belki o yüzden sever ve her seferinde o sarı kurabiyelerden gönderir ona. Zehra bir çok şeyi anlayamayacak kadar küçük yaştadır ama o da Ayşe’yi sever.

Saksı bekliyordu. Zehra, küçük parmaklarıyla saçlarını düzeltiyor, sokağa bakıyordu. Sokakta hiçbir şey yoktu.

Berber vardı. Berberin on dört yaşında bir çırağı vardı. Adı Ali. Ali’nin babası bir yıl kadar önce asker olarak katıldığı ülkenin doğusundaki savaşta ölmüştü. Aslında Ali’nin babası asker değildi, toptancıydı, fabrikadan mal alır, başkalarına satardı. Ama asker olmuştu işte. Zehra’nın kafası karışıyordu bazen, aynı anda hem toptancı hem de asker nasıl olunuyordu, anlamıyordu.
Ali, Zehra’yı severdi. Bazen, havluyu asmak ya da dükkanın önünü süpürmek için çıktığında Zehra’yı görürdü pencereden bakarken; her seferinde gülümseyip el sallardı. Zehra utanıp bazen içeri kaçardı, bazen de sadece başını çevirirdi, Ali onun da gülümsediğini görmesin diye.

Yorgundu, bekliyordu. Saksı, içine çiçek ekilmesini bekleyen killi toprakla dopdoluydu. Zehra sokağa bakıyordu. Sokakta hiçbir şey yoktu.

Tamirci vardı. Bazen, hantal mı hantal bir Anadol, çoklukla Tofaş marka eski otomobiller ve kir pas içinde kamyonetler gelir park ederlerdi. Hep bozuk arabalar gelirdi tamirciye. Tamircinin kirden kararmış mavi bir önlüğü vardı; çırağı da vardı... Adı Halil.
Halil’in annesi yoktu. Bir gün gitmiş, bir daha dönmemişti. Yaşlı bir babası vardı; o, evde gazete okur ve haberleri seyrederdi. Halil on yedi yaşındaydı. Bakkalın kızına âşıktı.
(Zehra aşkın ne demek olduğunu bilmiyordu ama yine de Halil’i anlıyordu.)
Halil, Zehra’yı tanımazdı. Belki bazen pencerede görürdü ama hiç dikkat etmezdi. Halil esmerdi... Halil çok esmerdi!..

Saksı vardı, içinde toprak... Zehra saksıya değil, sokağa bakıyordu. Sokakta hiçbir şey yoktu.

Ayakkabıcı vardı. Ayakkabıcının çırağı yoktu. Ayakkabıcının hiç kimsesi yoktu. Evi bile yoktu. Bir evi varsa bile, o daracık dükkandan hiç çıkmadığı için bundan kimsenin haberi olmazdı. Dükkanında eski bir somyası vardı, onun üstünde yatardı. Ayakkabıların yırtıklarını dikerdi. Topuk çakardı. Boya yapardı. Şemsiye de tamir ederdi ayakkabıcı. Dükkanının camına, “Şemsiye tamir edilir” yazmıştı, ama kimse şemsiyesinin tamir ettirmezdi. Ayakkabılarını tamir ettirmek için çok gelen olurdu ama kimse şemsiyesini tamir ettirmezdi. Şemsiye bozulunca onu atarlardı, atar ve yenisini alırlardı. Zehra’nın hiç şemsiyesi yoktu. Ayakkabısı vardı ama çok az giyerdi. Hiç tamir ettirmezdi. Ayakkabıcıyı da severdi ama... Ayakkabıcı yalnızdı, dükkanından hiç çıkmazdı, adı yoktu, çırağı da yoktu. Zehra ayakkabıcıyı severdi.

Saksı vardı... Toprak... Pencere, sokak ve Zehra. Zehra sokağa
sokakta hiç
yoktu.

Vardı. Adam vardı. Zehraların oturduğu apartmanın dördüncü katında oturan bir adam vardı. Zehra onu bilmiyordu. O da Zehra’yı...
Adam... Zehra... Sokak... ve saksı...

1-1

Kapının zili zırlamadan –ne güzel!- çalıyordu. Zehra telaşla perdeyi örtüp içeri döndü. Kanepeden iki hamlede inmeyi başardı. Kapıya doğru koştu ve hop!.. Babası kucağına zıplayan kızına sıkıca sarıldı. Öpücüklerine elinden geldiğince karşılık da verdi. Sonra ikisi birlikte odaya girdiler.
Selimeanım kocasının yüzündeki kederli ifadeyi salona girer girmez görmüştü. Yüzüne yansımasına engel olamadığı bu kederli haline karşın kızının neşesine karşılık vermeye çalışmasını, onunla şakalaşıp oynamasını, işte, ancak kapıcıkarılarından beklenebilecek bir saygıyla seyrediyordu. Nihayet Zehra yoruldu babasıyla oynamaktan. Selimeanımın da araya girmesiyle, birkaç zararsız kandırmacanın ardından Zehra, içerki odaya, oyuncaklarıyla oynamaya gönderilebilmişti.

“Zahir efendi taşınmış!” dedi Zehra’nın babası.
“Yani?!..” deyip susakaldı Selimeanım, sanki bunun ne anlama geldiğini bilmediğini, kocasından çok kendine kanıtlamaya çalışıyormuş gibi.
“Evet, bir tek ben kaldım.”
“Ne yapacağız peki?!”

Selimeanım korkusunu hiç tereddüt etmeden gösterebiliyordu bakışlarıyla. Kocasıysa bütün tedirginliğine, yüzünden rahatlıkla okunabilen korkuya rağmen kayıtsız görünüyor, ya da, aslında öyle görünmeye çalışıyor, fakat bunu başarıyordu da. Aslında kapıcı “felaket” sayılabilecek bir haberle girmişti eve, ama yine de kızıyla oynaşıp gülüşebilecek kadar iyi oynuyordu “kayıtsız kapıcı” rolünü. Selimeanım, eğer kocasını tanımıyor olsaydı, onun bu rahat tavırlarını sorumsuzluğuna yorar, bu yüzden yakınır, dövünür, belki isyan bile ederdi, “kader” sözcüğüyle nesneleştirmeyi başardığı zayıflığına. Ancak Selimeanım biliyordu ki (ve biz de, biliyorduk ki) kapıcı, sorumsuzluktan ya da gamsızlıktan değil, kendine (ya da kapıcılara) özgü bir tevekkülden ötürü bu denli gevşek ve rahat olabiliyordu. Çünkü bütün bu olup bitenler, ‘her şeyin bir sonu vardır’ düsturunun doğrulanmasından, insanoğluna bu düsturun anımsatılmasından öte anlam taşımıyordu ki. Elbetteydi, nasıl yaşayan her canlı ölüyorsa, her eşya bir zaman sonra eskiyorsa (tıpkı şemsiyeler gibi) ve bu, bizlerce normal karşılanıyorsa ya da en azından kabul edilebiliyorsa, kapıcının işine her an son verilebilecek olması da aynı tevekkül duygusuyla kabul edilebilmeliydi. Selimeanım’ın kabul etmekte güçlük çektiği şey, belki de çalışan bir insanın işten çıkarılması değil de, bir tür fabrikanın kapatılması, sektörün olduğu gibi iflas ediyor olmasıydı. Hani bir bankacı işten çıkarılırsa başka bir bankada iş bulabilirdi; ya da iş bulma umuduyla yaşamaya devam edebilirdi. Fakat bankacılık herhangi bir sebeple topyekûn kaldırılıyorsa artık o bankacının yapabileceği hiçbir şey kalmıyordu. Bunun adı umutsuzluktu ve Selimeanım bu duyguyu bilmiyordu. Korkunun sebebi de buydu işte: Bilinmezlik. İşte bu gerçeklerden ötürü kapıcı, ne yapacağını, ne diyeceğini bilemeden kalakalmıştı, Selimeanım’ın kanepeye oturduktan birkaç saniye sonra elleriyle yüzünü kapatıp sarsılarak ağlaması karşısında. İçinde dizginleyemediği bir tiksintiyle, karısının yanına gidip onu teselli etmek ve kapıyı çarpıp evden çıkmak, mesela bir meyhaneye gidip sarhoş olmak arasında gidip geliyordu. Kapıcı korkmuyordu aslında, çünkü nasıl olduysa umutsuzluğu tanımıştı, ama acı çekiyordu.
Her şeyin büsbütün tıkandığı bu sahnenin toparlanıp dağılması için küçük bir ses ya da bir hareket yeterliydi. Hocanın dairesinin zili çalmaya başladığında, önceki an’a ait olan bütün sesler kesilmiş, sadece kısa bir bakışma olmuştu. Kapıcı kapıyı çarpmadan ve meyhaneye de gitmeyeceğini bilerek evden çıktı.

2-1

Şehri gürültüye ve kargaşaya boğan insanlar, bu gürültü ve kargaşadan kaçabilmek için, şehrin dışında ve mümkün olduğu kadar uzağında lüks siteler inşa etmeye başlamıştı. Beton caddelere nispet edermiş gibi, adeta birer mesire yeri gibi inşa ediliyordu; yeşillik alanlar, bolca ağaç ve tertemiz havasıyla kısa sürede en gözde yerleşim birimi oluvermişti bu siteler. Başlarda, eski zaman Avrupa’sındaki şatolar gibi hep şehirden uzakta yapılıyorlardı. Fakat ev ve işyerleri arasında koşturmaktan yorulan insanlara metronun icadı bile yetmemiş, artık şehrin göbeğinde dahi aynı sitelerden kurmaya başlamışlardı.
Önce binalar dikiliyor ve etrafları, sanki binaları bir şeyden korumak istermiş gibi yüksek ve kalın duvarlarla çevriliyordu. Daha işin başında, hemence duvarların yapılması, sitelere bir tür sığınak işlevi de kazandırıyordu sanki. Ya da insanlarda yerleşmiş ve artık yadsınamaz boyutlara varmış olan bir güvensizlik duygusunun göstergesiydi, özelde bu duvarlar ve genelde ise siteler. Duvarlar yapılıp güvenlik sağlandıktan hemen sonra, mutluluk içerisinde yaşanacak olan bu yeri güzelleştirme ve daha da yaşanılır kılma çabaları başlıyordu: çocuk parkları ve yaşlıların yürüyüş yapabilmeleri için yeşillik alanlar mesela.
İnsanlar başlarda bu süreçten heyecan ve mutluluk duyuyorlardı, fakat yavaş yavaş, her çağda ve her toplumda olageldiği gibi, estetik kaygılı insanlar türemeye ve bunların sesleri yükselmeye, hoşnutsuzluklar artmaya başlamıştı. Şehir karman çorman bir hal almıştı çünkü. Evet, siteler ve binalar olabildiğince lükstü ve insanlar evlerinde çok rahattılar. İşin başında bu onlara güven de veriyordu; benim evim güzel olsun, gerisi önemli değil diyorlardı. Fakat şehir ya da kent denilen bir üst durum ya da bir ortak paydanın da varolduğu gerçeği, içten içe batıyordu insanlara. Keşke her şey o kadar basit olsaydı! Yani insanlar tek başlarına mutlu olduğunda her şey hallolmuş olsaydı! Fakat durum aksiydi. Sitelerde yaşayan insanlar mutluydular mutlu olmasına, ancak her zaman evlerinde kalma şansları olmuyordu. Evet, bunu sağlamak için elden gelen ne varsa yapılmıştı. Her sitenin ortasına büyük alış veriş merkezleri kuruluyor, insanoğlunun ihtiyaç duyabileceği her şey bu merkezlerden sağlanmaya çalışılıyordu. Çalışmayıp, sadece para oyunlarıyla geçimini sağlayanların sayısı da günden güne artıyordu. Ama birey olmaya, hatta yalnız olmaya böylesine alışkın olan bu insanlar, etraflarındaki herkesin de kendileri gibi birer birey olmasına dayanamıyordu. Paylaşılmış bir yalnızlık duygusu veriyordu bu insanlara. Özgürdüler de, ancak gerçekten özgür olduklarını sandıkları anda, aradıkları, arzuladıkları durumun bu olmadığını -hoşnutsuzluklarını birbirlerinden gizlemeye özen göstererek– kabul etmeye başlıyorlardı. Aslında sözü geçen şu kaygılı insanlar olmasa, belki de bunu kendilerine hiçbir zaman itiraf etmemeyi başarabileceklerdi...

Son zamanlarda, yani “hiçayak bina” modası başlamadan biraz daha önceleri, eski parklara, şehrin tarihi eserlerinin bolca bulunduğu semtlerine, sitelerden olabildiğince uzak olan ve artık sayıları iyice azalmış olan gecekondu mahallelerine, Boğaz manzaralı köhne balık restoranlarına, Beyoğlu’na, Üsküdar’a, Gülhane’ye ve şehrin bu tür site dışında kalmış bölgelerine ilgi gittikçe artmaya başlamıştı; hatta sitelerde yaşayan insanlar, arada bir gezip gördükleri bu yerlerde yaşamanın hayalini bile kurar olmuşlardı. Lüks bir sitenin lüks bir dairesinde ve yerden hep birkaç kat yukarıda yaşamak arzusu, şehrin bu karşı konulmaz çağrısı karşısında git gide ezilmeye başlıyordu. İnsanlar evlerinde, tek başlarına yaşamaktan sıkılıyorlardı artık. Ya da arzuladıkları duruma kavuştuklarında, aslında arzuladıkları durumun kavuştukları, hatta kavuşmayı tasarladıkları durum olmadığını ayırdediyorlardı. Enikonu düşünebiliyor olsalardı ya da gerçekten karamsar ve umutsuz insanlar olsalardı, herhangi bir durumu özlemek ve ona kavuşmak fikrinden soğumaya, ve muhtemelen ardından kendilerinden tiksinmeye başlayacaklardı. Bunun yerine insanlar
–Bunu tam anlamıyla kestirmek güçtü: belki de durum tam da böyle gelişmişti; fakat insanlar bu tiksintilerini kendilerinden bile saklamayı çok iyi becermiş olacaklardı ki, anlatıcı olarak ben bile, insanların şehrin eski haline olan bu özlemlerini ‘tiksinti’ye bağlamaktan alı koyuyorum kendimi.–
fakat insanlar, kendilerini
–Şehrin insanları, karmaşayı ve anlamsızlığı kendi bütünlüklerinde çözmeye çalışmak fikrinden de ölesiye uzaktılar. Ki bahis konusu olan tıkanıklığı, karmaşa ya da anlamsızlık olarak nitelemek bile, ancak bana, yani anlatıcıya kalıyordu.–
insanlar, kendilerini şehrin o kocaman gözlerine ve Boğaz’ın serin ama ılık bir tat bırakan sularına, ya da aslında İstanbul’un bilgeliğine bırakmak, bir bakıma, mutlu değil de huzurlu olmak istiyorlardı artık.
Elbette ki bu durumdan rahatsız olanlar, insanların mücadeleci ruhunun bu kadar çabuk ölmesine karşı kin duyanlar da vardı aynı şehirde. İşte bunlardan biri, Karadenizli bir inşaat mühendisi, zaten yıllardır sürdürdüğü bir projeyi artık hayata geçirmek için kolları sıvıyordu. Adı “Hiçayak Bina Projesi”ydi. Bu mühendis, çocukluğun unutulmaz dağ evi anılarından esinlenerek geliştirdiği bu projede, binaların temelsiz inşa edilmesini öngörüyordu. Projeye göre sadece bodrum katlar değil, bazı apartmanlarda birinci, bazılarındaysa zemin kat diye anılan, yerle aynı seviyede olan bölüm de bina haritasında yer almayacaktı. Yani binalar birinci katlardan başlayarak yukarılara doğru yükselecekti. Yerle temasları asansörlerin saymazsak eğer, tamamen kesilecekti. Başka bir söylenişle, binaların altından bir otomobil rahatlıkla geçebilecekti.

Proje duyulur duyulmaz, önce büyük şehir belediyesi ve ardından da ilgili bakanlık yetkilileri duruma el koydular. Proje ve sahibi özel koruma altına alındı; malum, bu aynı zamanda yepyeni bir keşifti ve kaşifin korunması alınacak ilk önlem olmalıydı. Mühendisler odasında ve iki ayrı üniversitenin konuyla ilgili kürsülerinde yapılan tartışmalar, araştırma ve incelemeler sonunda ortaya konan rapor, projeyi destekler nitelikteydi. Ayrıca projenin trafik sorununa da ciddi bir katkısı olacağı, yayınlanan raporun eklerinden birinde belirtilmişti.
Geriye sadece projenin halka duyurulması kalıyordu. Söz konusu olan kalabalıklar olunca, her zaman tedirgin olunması gerekirdi, yönetici ve karar verici kadrolar bunun bilincindeydiler. Ancak kendileri bile heyecan duyuyorlardı bu yeni binaların inşa edilecek olmasından; bu yüzden halkın da destekleyeceğine yürekten inanıyorlardı. Hiçayak Bina Projesi halka duyurulduğunda, beklenildiği gibi, hatta beklenenden biraz daha fazla bir ilgiyle karşılanmıştı. Her yerde bu yeni binalar konuşuluyordu. Kimileri şu veya bu semtte böyle bir binanın yapıldığını gördüğünü iddia ediyor, berikiler binayı onlardan önce başkasının görmesine katlanamadıklarından olsa gerek, buna kesinlikle inanmadıklarını üstüne basarak söylüyorlardı.
Her şey yolunda gözüküyordu. Ve Mecidiyeköy’den başlanarak hızla ‘yeniden yapım’lar başladı. Artık siteler artarda yıkılıyor ve yerlerine hiçayak binalar inşa ediliyordu. On yıl bile sürmemişti şehrin üzerinde bir tek bina bile kalmaması. Aslında durum tam tersiydi, bütün binalar şehrin üstündeydiler, ama hiçbiri yerle temas etmiyordu. Şehir sanki çıplak kalmıştı ama kimse bunu görmüyordu. Kısa bir zaman sonra insanlar şehrin bu yeni siluetine de alışmış, artık herkes işine gücüne dönmüştü. İstanbul da bu yeni haline alışmaya başlıyordu sanki... ya da her zaman yaptığı gibi, hep alışmış görünüyordu.

2-2

İstanbul’da ‘hiçayak bina’ların girmediği bir tek Dr. Şükrü Kunt sokak kalmıştı. Sokağın ayırdedici herhangi bir özelliği yoktu, orada hiçayak binalardan yapılmaması sadece alışılmış bir ihmalin sonucuydu. Sokakta bulunan kısa boylu apartmanların sakinlerinin durumdan şikayetçi olmaması da, bu sokağın es geçilmesinde önemli bir rol oynuyordu. (Belki de bütün bunlar yine bir kandırmacadan ibaretti. O sokağa, sadece bir tek kişinin hatırı için dokunulmamıştı.)
Sokağın iki ucunda da isminin yazılı olduğu bir tabela bulunmuyordu. Daha doğrusu bir süre önce kimliği belirsiz kişilerce bu tabelalar sökülmüştü. Su, elektrik türü harcamalar için fatura da gelmiyordu sokakta yaşayanlara. Öyle sanıyoruz ki, sokağın varoluşunun olabildiğince gayrı resmi hale getirilebilmesi için alınan önlemlerdi bunlar.
Hiçayak binaların girmemesi, sokakta bazı eski adetlerin, alışkanlıkların ve de mesleklerin hayatını sürdürmesine de imkan sağlıyordu. Bunların içinde dikkati asıl çeken, kapıcılıktı. Ya da aslında, artık bir tek kapıcıydı...

1-2

Her şeyin büsbütün tıkandığı bu sahnenin toparlanıp dağılması için küçük bir ses ya da bir hareket yeterliydi. Hocanın dairesinin zili çalmaya başladığında, önceki an’a ait olan bütün sesler kesilmiş, sadece kısa bir bakışma olmuştu. Kapıcı kapıyı çarpmadan ve meyhaneye de gitmeyeceğini bilerek evden çıktı. İsteksiz adımlarla merdivenleri tırmandı ve dördüncü kata gelince durup soluklandı. Elini zile henüz götürmüştü ki kapı birden açıldı. İlyas Bey gülümseyerek kapıcıya bakıyordu.
“Buyrun hocam, bir isteğiniz mi vardı?” dedi kapıcı. İlyas Bey kendisine ‘hoca’ diye hitap edilmesinden hoşlanıyordu. Ya da, belki de, sadece kapıcının böyle hitap etmesinden hoşlanıyordu. Zira kapıcıyı, kapıcının da anlayamadığı bir sebepten ötürü, gereğinden fazla seviyordu.
“Hayır Mehmet Efendi, sadece benimle oturup bir kahve içmeye vaktin var mı diye soracaktım?”
“Valla hocam, vaktim var olmasına da, canım çok sıkkın, sizi de sıkarım diye korkarım.”
“Canın mı sıkkın?! Gel öyleyse, bak bir fincan kahve için daha iyi bir gerekçe bulunabilir miydi? Gel şöyle...”
Kapıcı ister istemez girmişti eve.
Salona geçip oturdular. İlyas Bey kahveleri fincanlara koyarken derdini anlatmasını istedi kapıcıdan. Kapıcı oflayıp puflamaları bittikten sonra konuşuyordu:
“Biliyorsunuz hocam, buraya da giriyorlar artık. Zahir efendi taşınmış. Ben tek kaldım. Yani artık bu sokakta değil, bütün şehirde bir başıma kaldım. Neyin mücadelesini kime karşı vereceğim de belli değil, hani direnmeye kalksam diyorum. Sanki biri canımı şu parmaklarımdan çekip alıyor da ben ses edemiyorum gibi.”
Bunu söylerken kalın parmaklarını hocanın gözüne doğru tutuyordu. Hoca birden tedirginleşmişti. Hatta biraz daha dikkat edilirse, hocanın paniğe kapıldığını dahi söylemek olasıydı. Kapıcı, yaptığı el hareketinden ötürü hocadaki bu ani değişikliğe kendisinin sebep olduğunu sanmış, bir an ne yapacağını şaşırıp eli havada, öylecene kalakalmıştı. Fakat hocayı sarsan şey kapıcının parmakları değil söyledikleriydi.
“Buraya gireceklerini nerden biliyorsun?!” diye sorarken de sesinin titremesine engel olamamıştı. Kapıcı kahvesinden bir yudum almaktaydı ama hocanın birden asabileştiğini ve acele cevap beklediğini hissedince işini yarım bırakıp fincanı sehpaya koydu.
“E dedim ya, Zahir Efendi de taşınmış işte!.. Yani sokakta hiç kapıcı kalmadı.”
“Bu mu sadece?! Başka bir bilgi yok yani elinde?”
“E be hocam, bu yetmez mi yani?! Meslek bitiyor diyorum, hepimizi sürecekler buradan. Köyüme de dönemem ki, son gelenler ortada köy diye bir şey kalmadığını söylediler.”
“Köy diye bir şey.” diye mırıldanarak yineledi İlyas Bey kapıcının sözünü. Sonra dalıp gitti. Kapıcı ses çıkarmadan onu seyrediyordu. Hoca birden rahatladı ve konuşmaya başladı.
“Korkma Mehmet Efendi, bu sokağa girmezler.”
“Niye ki, bal gibi de girerler. Bütün şehrin içine sıçmadılar mı? Ne anlarlar bilmem, öyle havada uçan evlerden!.. Adamın ayakları yere basmalı bir kere. Hem... Bi defa kapıcı dairesi olmayan bir apartman, kafadan yok demektir.”
“Yok demektir, evet Mehmet Efendi, mesele de bu zaten, ev diye bir şey olmaması lazım artık. İnsanlar bunun farkında değiller henüz. Yaşadıkları yerin ev olmadığının farkında değiller. Bu sokağın özelliği de bu zaten, sığınılacak tek yer burası! Çok kısa bir zaman sonra herkes anlayacak yapılan hatayı ve hepsi buraya, benim yanıma geri dönecekler!”
Hoca gittikçe heyecanlanarak kapıcının kesinlikle anlamadığı bir sürü hikaye anlattı. Kapıcı kahvesi bitene kadar sabırla dinledi hocayı. Fakat adamın tek derdinin binalar ve onun yanına geleceğini sandığı insanlar olduğu aşikardı. Kapıcılığın yok olmasına hiç şaşırmıyordu. Oysa kapıcıya göre tek mesele buydu: kapıcılık mesleği tarihten siliniyordu ve o son kapıcıydı.
“Mesele evler değil hocam, mesele insanlar da değil, mesele benim! İşsiz kalacağım diyorum! Karımı, minik Zehra’mı nasıl geçindireceğim. Sen beni dinlemiyorsun bile. Ben işten çıkarılmıyorum, benim işim işten çıkarılıyor. Varsın evim yok olsun, varsın işten de atılayım. Ama umudumu yıkmasınlar benim!”
Hoca hiç beklemediği bu tavır karşısında afallamıştı. Kapıcının neden bahsettiğini anlamamış, hatta onu sadece kendini düşünüyor olmakla suçlamıştı. Gelişigüzel birkaç teselli cümlesinden sonra da kapıcıyı uğurlamıştı zaten.

3-1

O akşam, olduğundan daha karanlık başlamıştı benim için. Ve öyle görünüyordu ki, gece de, mehtapsız, kopkoyu bir karanlığa gebeydi. En son ders, altıda bitmişti. Hiçbir şey dinleyemediğim ve tartışmalara katılamadığım o dersin bittiğini bile çok geç farketmiştim. Okulda ötekilere göre biraz daha sık konuştuğum bir arkadaşım, Elvan, beni dürterek uyarmıştı.
“Şşt Selim... Uyan oğlum, eve gidiyoruz.” demiş ve bunu söylerken de samimi olduğundan kuşku duyulamayacak kadar sıcak bir gülümsemeyle bana bakmıştı. Elvan tanıdığım en akıllı kızlardan biriydi. Onunla neden daha ciddi meseleleri konuşamadığımı merak ediyor ve bunun için kendimi suçluyordum da. Bana “Ne oldu, bir derdin mi var?” diye sormasına ramak kalmıştı. Hemen gülümseyerek “Kendimden geçmişim.” dedim. Toparlanırken beni beklediğini farkettim.
“Elvan kütüphaneye takılacağım ben, sen bekleme istersen, git.”
“Ne kütüphanesi oğlum, daha var sınavlara?”
“Bir şeye bakacaktım, kısa sürer ama sen yine de bekleme.”
“Tamam, yarın sabah görüşürüz o zaman. Gülümsemeyi ihmal etme ha!”
“Beni merak etme sen, iyi akşamlar.”

Bu konuşma bittiğinde bile kendimi fazlasıyla yorgun hissediyordum. Milliyet gazetesinin, Necib Mahfuz’la ilgili bir makalenin yayınlandığı eski bir sayısına bakacaktım kütüphanede. Bulabileceğimden hiç umutlu değildim aslında ama gene de kütüphaneye gitmek istiyordum. Bu saatte orası tenha olurdu ve benim de bu tenhalığa ihtiyacım vardı. Kafam çok karışıktı. Ama neredeyse bir haftadır doğru dürüst bir şey yazmıyordum. Halbuki daha dün kantinde yeni bir derginin lafı geçmiş ve benden yardım istemişlerdi. Yardım demek yazı demekti tabii. Son zamanlarda Necib Mahfuz üzerine çok kafa yormaya başladım. Belki de o kadar da matah bir adam değildir.

Bu düşüncelerle fakülteden çıkmış kütüphaneye kadar yürümüştüm. İçerisi tahmin ettiğim gibi bomboştu. Sadece girişe yakın masalardan birinde oturmuş muhtemelen ödev hazırlayan bir kız vardı. En uzak masaya kadar aradaki koridordan yürüdüm. Çantamı ve ceketimi sandalyenin üzerine bırakıp rafların arasına daldım. Gazete ciltlerinin arasında boğulup kalmıştım. İçeriden, masaların olduğu bölümden gelen seslerle irkildim. Birileri daha girmiş olacaktı kütüphaneye. Sesleri dinlerken evi aramadığımı hatırladım. Elimdeki cildi oraya bırakıp kütüphanenin kapısındaki telefona gittim. Telefonu yine kız kardeşim açtı. Annemi sordum ama o beni duymamıştı bile. Evde tuhaf bir şeyler olduğunu, geç kalmamam gerektiğini söyledi. Bu, zaten gergin olan sinirlerimi iyice koparmıştı.
“Ne tuhaflığı Zehra?” diye sordum. Sanırım sesim biraz sert çıkmıştı.
“Bilmiyorum abi, annemi mutfakta ağlarken gördüm ama o beni görmedi. Babam da yine İlyas Hoca’nın yanına gitti.”
“Tamam güzelim, sorun yok, sen merak etme.” diyerek teskin etmeye çalıştım kardeşimi. Gecikeceğimi anneme söylemesini de tembihledim ve telefonu kapattım. Raflara ve gazete ciltlerine hiç uğramadan direk masama gittim. Çantamdaki fotokopi kağıtlarından bir deste çıkarıp masaya bıraktım. Ceketin cebinden bir tükenmez kalem aldım ve yazmaya başladım.
<< Önce tarih atmalı ama hangi yılın hangi ayında olduğum korkarım hiç önemli değil. Necib Mahfuz’un nobel aldıktan sonra, ya da dünyaya açıldıktan sonra kendi hakikatinden uzaklaştığını düşünüyorum. Nil’i de, onun çocuklarını da öksüz bıraktığını, tıpkı benim doğuştan kör aydınlarımın İstanbul ve bu şehrin çocukları karşısında düştüğü türden bir çıkmaza düştüğünü düşünüyorum. Hayır, yalan söylüyorum, düşündüğüm bunlar değil. Bunları düşünüyor olmamın bir anlamı olamaz. İstanbul’u düşünüyorum. Ve o da beni düşünüyor. Boğaz’ı Kara Kitap’taki haliyle görebiliyorum ancak. İçimden ağlamak geliyor. Neden bildiğimiz “şehir”lere “kent” demeye başladılar ki!.. Bu sözcüğün kullanımıyla başladı yok oluş. Kent başka ülkelerdeki şehirlere verilen ad olmalıydı. Burası İstanbul şehriydi. Ve biz de hemşerileriydik İstanbul’un. Oysa şimdi “kenter”ler olduk....
Pekala, yavaş yavaş sadede geliyorum. Sevda ile ayrıldık ve bu olaya hâlâ akıl erdirebilmiş değilim. Yani neden ayrıldığımızı anlayamıyorum. En kötüsü “Ya, Sevda, biz neden ayrıldık, ya da biz neden ayrılmalıyız?” diye soramamış olmak, soramayacak olmak, çaresizce susmak, susup beklemek, beklemek zorunda olmak beni çıldırtıyor! Bir fitilin ateşlendiğini ve ateşin bombaya doğru hızla ilerlediğini hissediyorum. Bunu kişisel tarihimde çok yakın bir yerde duyuyorum ama işin en korkunç tarafı, bu duyumum genel tarihte de birebir karşılık bulmakta. Eşoğlueşeğin biri “ev” kavramına yeni bir boyut katmış, bundan on yıl önce yenilen bu halt sayesinde toprakla bağlarımıza bir son verilmiş ve artık insan hayatı acılardan alabildiğince soyutlanmış. Şimdilerde aynı binaların İstanbul dışında da inşası konuşuluyor. Bu hergelenin yaptıkları dert değil, asıl mesele, onca aydın takımı da ya ses çıkarmayıp susuyor ya da bu adamı destekleyen yazılar yazıyorlar. Neymiş efendim, Hiçayak Binalar özgürlük kavramına yeni bir yaklaşım getirmişler. Neymiş efendim, toprağa bağımlı milletimiz yavaş yavaş hürriyeti öğrenecekmiş. Anadolu’ya da bu tür binalar inşa edilmesi çok iyi olurmuş. Biz batılılar özgürlüğe zaten aşina imişiz, önemli olan Anadolu insanının bu coşkuyu yaşamasıymış. Bütün bunları gazetelerden okudum. İçim içimi yemekte. Hiçbir şey yapamıyorum ve kendimden intikamımı Necib Mahfuz’a gömülerek alıyorum. Yerin dibine batasıca tezimi veremezsem ne olacak, kimin umurunda olacak bu! Necib Mahfuz daha önce de basıldı ve okundu bu ülkede. Ne oldu?! Ahmet Hamdi’yle Mahfuz arasında bağlantı kurmak ne kadar doğru, Orhan Pamuk’u kullansaydım daha mı akıllıca olurdu? Edebiyatın ya da sosyolojinin ne anlamı olabilir ki, hiçayak binalarda yaşayan kırkayak insanlar için! Zavallı bir üniversite öğrencisi ne yapabilir bu kadar büyük bir felaket karşısında. Zavallı ve Sevda’nın terkettiği bir adam!..>>

Önce kağıdı buruşturdum. Ödev hazırlayan kızın oturduğu masaya bakıyordum. Kız kalkmıştı. Onun yanındaki başka bir masada oturan üç erkek vardı. Gözlerimin yandığını hissettim. Buruşturduğum kağıdı kötü eserler üreten bir sanatkârın zavallı sorumluluk duygusuyla ve bilinçsizliğiyle çantamın içine sokuşturdum. Gözlüğümü masaya koydum ve yüzümdeki ıslaklığı sildim. Necib Mahfuz’u, İstanbul’u ya da evdekileri değil, sadece Sevda’yı düşünüyordum ve gün bitene kadar da bu böyle sürecekti, biliyorum. Bir haftadır biten ve bittiği anda yok olup giden diğer yedi gün gibi. Hemen toparlanıp kütüphaneden ayrıldım.

3-2

Selim binaya girdiği sırada Zehra büyük odada televizyon seyrediyordu. Baba Mehmet Efendi kahveye gitmişti. Selimeanım ise mutfakta çalışıyordu.
Kapıya yine Zehra koşmuştu. Abisine terlik uzatıp “hoşgeldin” demişti. Annesinin babasına uyguladığı bütün jestleri bir bir taklit etmeye çalışıyordu. Selim kız kardeşini öpüp kapıyı kapattı.
“Abi annem mutfakta. Babam da kahveye gitti. Ben de içerde film seyrediyorum. Sen ne yaptın bugün?”
Zehra bunları söylerken el kol hareketleriyle de rolünü çok iyi beceren bir aktris olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Selim de kardeşinin o anda icat ettiği bu oyuna katılmış ve,
“Ben de okulda derslere girip bir sürü şey öğrendim. Kütüphaneye gidip biraz çalıştım ve şimdi evime, cici kardeşimin ve ailemin yanına geldim işte!” diye karşılık verip gülmeye başlamıştı.
“Şimdi kardeşim televizyon seyretmeye devam edecek ve abisinin odasına gidip giyinmesine izin verecek. Sonra da abisi onun yanına gelecek ve birlikte seyredecekler televizyonu.”
Henüz altı yaşında olan Zehra, yaşından çok daha büyük birine aitmiş gibi duran bilgiç gülümsemesiyle abisini onaylayıp büyük odaya gitmişti. Selim de vakit kaybetmeden mutfağa girdi. Selimeanım, oğlu içeri birden girince baskına uğramış bir suçlu gibi önce oturduğu sandalyeden kalkıp aceleyle kendini tezgaha doğru itmiş, sonra Selim’i yeni farketmiş gibi yapmıştı:
“Hoşgeldin oğlum, yemek şimdi hazır olur.”
Selim, rol yapmak konusunda annesinin kız kardeşi kadar yetenekli olmadığını gülümseyerek aklından geçirdi. Sonra, biraz da merakının etkisiyle yüzünde ciddi bir ifade belirdi.
“Anne, iki dakika oturur musun?” dedi. Selimeanım bu teklifi bekliyormuş ama bu beklentisi farkedilsin istemiyormuş gibiydi, şaşırmış gibi yaparak az önce kalktığı sandalyeye yeniden oturdu. Selim de oturmuştu. Annesinin yüzündeki bitkinlik hemen görünüyordu. Bazen, konuşarak, sözlerle anlaşmanın çok zor olduğu konular olurdu ya, işte şimdi anne ve oğul arasında bu tür bir durum söz konusuydu. Bu yüzden ikisi de susuyor, suskunluğun arasında uzun ve içli bir dertleşme başlıyordu. Selim annesinin gözlerine bakarken annesi baş parmaklarıyla havada birbirini takip eden dairecikler çizen ellerine bakıyordu. Dertleşme bitmişti, çünkü Selim sorularına aşağı yukarı karşılıklar alabilmişti.
“Kesin bitti mi yani?”
Selimeanım bakışlarını kaçırmaya devam ederek başıyla onayladı oğlunu.
“İyi de anne, sen neden utanıyorsun böyle, sanki bir cinayet işlemiş gibi mahcup bu duruşun çok saçma!”
“Utanmıyorum Selim, sadece çaresizlik direncimi kırıyor.”
“Bir insan çaresizlikten hırsızlık yapabilir ya da cinayet işleyebilir. İnsan çaresizlikten intihar bile edebilir anne. Ama sen sanki suçluymuş gibi duruyorsun. Birden bu kadar geri çekilmen doğru mu? Bir şekilde sıyrılacağız bu işten. Başka yolu yok.”
“Hangi işten?! Görmüyor musun oğlum, bizi yok sayıyorlar, babanı işten çıkarıyorlar ve yapacak hiçbir şeyimiz yok!”
“Ne demek yok ya, kim kimi yok sayıyormuş! Biz de herkes kadar varız anne! Hatta bir çoğundan daha çok varız. Emin ol bir şekilde çıkış yolu bulacağız. Yeter ki böyle suçlu suçlu bakma sen!”
“Ah, akıllı oğlum benim, bilmiyorum ki, doğru söylüyorsun ama elimden gelmiyor, kendimi suçlu hissediyorum, buna engel olamıyorum!”
“Ben biliyorum nedenini, bunun sebebi babam. Böyle hissetmeni o sağlıyor.”
“Hayır, ne alakası var oğlum, baban çok iyi bir adam!”
“Biliyorum anne, zaten bütün sorun da bu, babamın bu kadar iyi biri olması hiç normal değil. O bir kapıcı. Çoğu insanın hor gördüğü bir işi yapıyor. Kimse inanmıyor oğlunu haram para yemeden üniversitede okutuyor olduğuna. Ama sen ve ben biliyoruz bunu başardığını. Babama bu kötülüğü yapıyor olmalarıyla senin hiçbir ilgin yok ki, bu neden sana böyle bir acı versin?!”
“Ben olmasam, yani biz olmasak bu kadar yıkılmazdı baban. Bir şekilde başının çaresine bakardı. Ama şimdi...”
“Ben okulu bırakmak zorunda kalacağım. Bir iş bulup çalışmalıyım. Belki bir süre sıkıntı çekeceğiz. Belki tası tarağı toplayıp köye dönmeyi bile düşüneceğiz. Bu mu yani dert?! Yapma anne, bir sinek sadece sürekli düşüp düşüp tırmanır cama. Biz insanız.”
“Ama bu halimizle daha çok örümcek ağına yakalanmış bir sineğe benziyoruz oğlum.”
“Anne yeter! Lütfen kurtul artık bu mahvolduğumuz vesvesesinden. Güçlü olmaya ihtiyacımız var. Hepimizin!”
Selimeanım, elbette ki oğluyla konuşmasından sonra epeyce rahatlamıştı. Fakat Selim, her geçen dakika biraz daha doluyor ve boşalma şansı da gittikçe azalıyordu. Gece saat on bir sularında Mehmet Efendi eve geldiğinde, Selimeanım büyük odadaki kanepede yorgunluktan sızıp kalmış, Zehra da yatağında derin bir uykuya dalmıştı. Karısını uyandırmaya kıyamayan Mehmet Efendi, yatak odasından getirdiği bir pikeyi Selimeanım’ın üzerine örtüyordu. Bu sırada üzerindeki gözü hissetmiş olacak ki doğrulup arkasına baktı. Selim ayakta durmuş onu seyrediyordu. Mehmet Efendi eliyle susmasını işaret edip yavaş hareketlerle odadan çıktı. Selim de babasının arkasındaydı. Birlikte mutfağa girip oradan binanın arka bahçesine çıktılar. Mehmet Efendi çimenlerin üzerine oturup bağdaş kurdu. Selim de babasının karşısına geçip aynı şekilde oturdu.
“Yarın sabah okuldan tasdiknamemi istiyorum baba.” dedi. Mehmet Efendi oğluna baktı. Onaylayan bu bakışın ardından gökyüzündeki karanlığa çevirdi bakışlarını. O, geceye, oğlu da ona, bir süre bakıştılar.

“Biliyor musun baba, Sevda diye bir kız arkadaşım vardı benim.” dedi sesi titreyerek Selim.
“Biliyorum oğlum.” dedi Mehmet Efendi başını hiç indirmeden.
“Artık yok, ayrıldık.”
“...”
“Bence kendini üzme baba, zaten bitiremeyecektim okulu, gittikçe ilgisizleşmeye başlamıştım...”
“...”
“Yazı yazmak filan da boş bir çabaydı zaten.”
“...”
“Baba?!”
“...”
“Bana bakar mısın?”
Mehmet Efendi başını önüne eğdi ve parmaklarıyla havada küçük daireler çizmeye başlayan ellerine bakmaya başladı. Selim titreyerek, babasının ağlamamak için kasılan yüzüne bakıyordu. Söylediklerini anlaşılmaz bir hale sokacak kadar titreyen sesiyle konuştu.
“Baba, aslında varolmadığını biliyorsun değil mi? Yani bu ev, yani bu kapıcı dairesi olmadığına göre, senin de, annemin de ve bu zavallı korkuların ve coşkuların da aslında hiç var olmadığını biliyorsun! Seni bu denli kahredici yapan da bunu bilmenin verdiği rahatlık, öyle değil mi?!”
Her yeni cümlede sesi biraz daha az titriyordu Selim’in.
“Ama ben varım baba! Şu anda, bu apartmanın altında ben soluk alıp veriyorum, bunu duyuyor musun? Nefesimi hissedebiliyor musun? Ben... Sevda’nın terkettiği ben yani, burada, şu anda o kadar çok varım ki!... İçimden şu toprağı deşip dünyayı ikiye bölmek geliyor ama sadece susabiliyorum baba! Dev gibi bir kasırgaya rağmen ayakta durabilmek için ayaklarımı kesmekten başka bir yol arıyorum, beni anlıyor ya da duyabiliyor musun?! Sırtımdaki bu kambur kanatların ağırlığına rağmen, bir çift ayak düşlüyorum! Keşke baba, başını kaldırıp yüzüme bakabilecek kadar var olabilseydin, keşke başımın üzerinde yükselen şu binanın mesela üçüncü katı kadar gerçek olabilseydin de görseydin... Aradığım şeyin senin varlığın ya da bir avuç toprak parçası olmadığını, sadece Zehra’nın şu sokağı idare eden bakışlarına, oynadığı o küçük oyunlara muhtaç olduğumu duyamayacak kadar ölü olmasaydın baba... keşke. Sen bu kadar yıkılmış olmasaydın, belki ben bu kadar paramparça ve darmadağınık olmazdım. Belki o zaman ben de kamburumu hızarla kesecek kadar cesur bile olabilirdim. Kabullenmek zorunda olmazdım belki geçmişimin bir hiçlikten ibaret olduğunu. Sen neden bu kadar yoksun baba?! Ya da ben, neden bu kadar suçluyum?...”
. . .

Bağdaş kurarak oturduğu soğuk betonun üzerinden kalkarken Selim, yüz yıldır orada, o hiçayak binanın altında oturuyormuş ve o binayı sırtında taşıyormuş gibi bitkindi. Oradan hiçbir yere gidemeyeceğini çok iyi biliyordu, çünkü nereye giderse gitsin, o binayı da sırtında taşıyacağını öğrenecek kadar yaşlanmıştı artık. Ayağa kalktı ve binanın altında, tam ortasında duran asansör kabinine doğru yürüdü. Ağır adımlarla asansöre bindi. Asansör, boşluğu delip birinci kata, oradaki girişten kendi özel boşluğuna daldı ve yavaş yavaş daha yukarılara doğru tırmandı. Altından yol geçmeyen, derme çatma otlarla kaplanmış küçük bir bahçesi olan ender hiçayak binalardan biriydi o. İnşaat mühendisi Selim Susku, o binanın yedinci katındaki dairede yaşıyordu. Çocukluğunda kömürlüğe gömdüğü oyuncak evinin yerini belli etmesi için bir heykel dikip bahçenin o bölümünü bir anıt mezar haline getirmişti, evinin bulunduğu bina bir hiçayak binaya dönüştürüldükten sonra. Binadaki bütün dairelerin ev sahibi olduğu için hiç kimse sesini çıkarmamıştı Selim Bey’in bir kapıcının heykelini yaptırıp onu burada sergilemesine. Eve girdiğinde karısı Sevda Hanım’ın uzanıp sızdığı kanepede hala uyukluyor olduğunu gördü. Küçük kızı Zehra’yı da kontrol ettikten sonra büyük odaya dönüp karısının uyuduğu kanepenin karşısındaki koltukta o da sızıp kaldı.

* * *

Pencere önünde, yorgun, bekliyordu. Sokakta hiçbir şey yoktu. Ama sokak vardı. Kapıcı Mehmet Efendi’nin evinin olduğu binanın önünde küçük bir kamyon demirlemişti. Mehmet Efendi ve birkaç hamal eşyaları taşıyorlardı. İlyas Hoca üçüncü kat penceresinden olanları seyrediyordu. Yüzünde korkusunu bastırmaya çalışırmış gibi duran bir gülümseme vardı. Kapıcı Mehmet Efendi, sokaktaki bütün binalar yıkılana dek “işyerini” terketmemişti. Fakat artık beklemenin faydası yoktu. Karısını ve kızını memlekete dün göndermişti. Kendisi de evdeki eşyayı bugün kamyona yükleyip yola çıkacaktı. Apartmanın İlyas Bey dışında diğer sakinleri, çoktan taşınmışlardı. İlyas Bey de iyiden iyiye bunamıştı artık. Akşama doğru birilerinin gelip onu da götüreceği söylenmişti kapıcıya.
Eşyalar yüklenmiş kapıcı da kamyona binmişti. Çok küçük bir an yaşandı, zamanın bütünüyle durma noktasına geldiği. O anda, kapıcı ve İlyas Bey, aradaki üç katlık mesafeye aldırmadan sanki uzun uzun bakıştılar. Bu bakışma, kurban ve celladı arasındaki o son bakışmaya benziyordu. Bunu düşünen tabii ki kapıcı Mehmet Efendi olamazdı. Fakat İlyas Bey de düşünmüyordu bunu. Çünkü ikisi de kurban olduklarına inanmıştı.
-Evet, bunu ben düşünmüştüm. Aslında anlatmak istediğim sadece küçük bir korkuydu. Arabamla her gün işyerimden evime giderken altından geçtiğim binaların her an üzerime yıkılmasından korktuğum ve bu korkuyu paylaşmak istediğim için anlattım bu öyküyü. Ve öğrendim ki korku, tıpkı sevinç gibi, paylaşıldıkça azalmayan duygulardandı.-
Kamyon gürültüyle hareket ederek beton yığınlarının arasından geçti ve sokağı terketti.
Başka bir pencerenin önünde saksı -yorgun- bekliyordu. Arkasında Zehra sokağı seyrediyordu. Sokak yoktu...

Hamiş: Kusuruma bakmayınız, selamsız sabahsız hemen konuya girmiş bulundum ama adı "uzun hikaye" olan bir forum bulmanın heyecanına bağışlayın. Umut ediyorum ki forumun ömrü de uzun olur, öyküler ve sohbetlerin ömrü de...

Sağlıcakla kalın.
Mehmet Batur

Kategori:

Re: Hiçayak Bina Projesi (Kapıcının Oğlu)

Merhaba Mehmet. Uzun zaman sonra yeniden karşılaşmak güzel. Smile Forumu biraz gezinme fırsatı bulduysan özellikle yazar incelemeleri konusunda çaba harcadığımızı fark etmişsindir. Yorumlarını ve seni forumda daha sık görmek dileğiyle.

Öykün hakkında en kısa zamanda yorumlarımı yazacağım. Good


Re: Hiçayak Bina Projesi (Kapıcının Oğlu)

Barış Acar dedi ki:
Merhaba Mehmet. Uzun zaman sonra yeniden karşılaşmak güzel. Smile Forumu biraz gezinme fırsatı bulduysan özellikle yazar incelemeleri konusunda çaba harcadığımızı fark etmişsindir. Yorumlarını ve seni forumda daha sık görmek dileğiyle.
Öykün hakkında en kısa zamanda yorumlarımı yazacağım. Good

Adını ilk gördüğümde emin olamamıştım ama şimdi nihayet rahatım. Bu Barış Acar uzun
zaman önce "Bir Bilet Gidiş Dönüş" aracılığıyla tanıştığım Barış Acarmış, mutlu oldum. Smile
"Öykü" başlığını konu dışı kalarak meşgul etmek istemiyorum. Ama birkaç kelam edeyim.
Yazma ve hatta okuma sürecim de epeydir sorunluydu. Yazarken aynı zamanda yaşamayı da
denemek hakikaten zor zanaatmiş. Smile Uzunca bir zamandır pek kısa öykü yazamadım ve malum,
uzun öykülerin de dergilerde yayınlanma olasılığı pek yok. İnsan ister istemez geri çekilmiş ya da
geride kalmış hissediyor kendini. Son dönemde yeniden üretmeye başladım nihayet. Birazdan birkaç
uzun öykü daha göndereceğim foruma. Okunması bile yetecektir bana şu an ama ilgilenen veya söz
söylemek isteyen çıkarsa elbette ki heyecan verir bu bana.
İşin aslı bu siteyi çok kısa bir zaman önce farkettim. Yakında kendi okumalarımla ilgili de
söyleyeceklerim (yazacaklarım) olacak inşallah. Ve tabii buradaki arkadaşlarla paylaşmak için de
fazlasıyla hevesliyim.

Şimdilik sağlıcakla diyorum...