UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Fırtına

11 Mar 2012
Ayşen Gacan Gülbağ

Nasıl gelmişti bu yere? Ansızın, seçmeksizin bir şeyler kendiliğinden başlamıştı ve bitecekti. Zaman çok kısalmıştı ve o hala sakladığının ne olduğunu bulamamış, aktarması gerekenin ne olduğunu anlamamıştı.

Emin olduğu tek şey, bir sırrı sakladığıydı. Bu sır çözülmeliydi. Görünmeyen bir bulmaca karesinin, görünmeyen sorularını çözmek gibiydi her şey.

İşte bu araştırmanın ilk durağı, burası olmalıydı. Ansızın, seçmeksizin gelinen bu yer. Bir zamanlar burada bulunmuş olduğunu belli belirsiz anımsıyordu. Çok zaman önceydi, belki biraz önce. Belki de buraya ilk gelişiydi. Her şey hem şu an hem daha önce yaşanmış gibiydi. Sanki bu anlardan belirli anılar edinmemiş, sadece her şeyden farklı duygular edinerek geçmişti. Ancak tekrar gelindiğinde anımsanan duygular.

Nereye vardığı bilinmeyen bir merdivenin basamaklarındaydı. Görkemli bir merdiven, geniş, eski piramitler gibi, taşlardan döşenmiş. Ve her yerde insanlar. Hepsi de eskiden tanıdıklarıymış. Kimi ilkokul kimi lise arkadaşları... Onları tanımış bir zamanlar, şimdiyse hiç birisini anımsamıyor. Adları nedir, kimdirler. Ama onlar bir zamanlar dostuydular. Şimdi de öyle dostça bakıyorlar. Gökyüzüne doğru uzanan merdivenin basamaklarında oturuyorlar. Her şey tatlı bir dinginlik içinde. Birden araması gereken bir şeyler olduğunu anımsıyor. Aramaya, koşuşturmaya başlıyor. İnsanları, yüzlerini, merdivenleri geçiyor. Burası ormanın ortasında bir şehir. İnsanları dingin yüz ifadeleriyle oturuyorlar, konuşmuyorlar. Başlarında hiç bir zaman bir dam yok. Çam ağaçları ve parça parça gökyüzleri. Bu şehirde boğucu bir yağmur öncesi havası var. Bu susuşta, bu her şeye katlanacakmışçasına boyun eğişte.. .

Beklenen fırtınaymış, patlıyor. Hava ılık ama hoyrat bir rüzgârın getirdiği çam kokularıyla dolu. Tüm dallar ayaklanmış, tüm dallar yer değiştirmiş kırılıyor. Bütün duyduğu çamların sesi, kırılışlarının sesi, toprağa düşüşlerinin sesi, ağlayışlarının sesi. Ve korku basıyor birden. Gökyüzü yok sadece kırılan çamlar yağmurmuşçasına üstüne düşüyor. Anlıyor ki gövdesinin büyük bir bölümü çamlar altında eziliyor, nefes alamıyor. Ölmüyor, hiç bir zaman ölmeyeceğini biliyor. Ölümü çamlardan olmayacak.

Buraya niçin gelmiş olduğunu şimdi anlamaya başladı. İşte tüm orman yıkılıp, üstüne dökülürken buranın insanları yine dingin bir yüzle, yine her şeye ilgisiz ve hiç bir fırtınadan zarar görmeden yaşamaya devam ediyorlar. Bu fırtına tamamıyla onun için hazırlanmış. Bu fırtınanın tek hissedeni o, tek acı çekeni, tek korkanı. Havanın hep yağmur öncesine dönük olup, hiç yağmur yağmayışı ondan. Yağmurun yerini rüzgâr, fırtına ve kırılan çamlar almış. Her şey onu gömmek, örtülemek için üstüne yağmıştı. O anlamıştı; kurtuluşu yoktu, sonu, gerçeği önceden görüp hiç bir şey yapamadan, değiştiremeden ona boyun eğmenin ne dayanılmaz olduğunu öğrenmişti. Büyük bir nefretti bu, büyük bir isyandı. Hiç zaman yoktu, hiç yer yoktu kaçmaya, kurtulmaya. Bu büyük bir haksızlıktı.

Her zaman birileri, diğerleri fark etmeden, anlamadan, anlamak istemeden fırtınaya tutulup giderdi. Yan odada bir ölüm lafı geçerdi sadece, yaşam hemen her şeyi doldururdu. Çünkü hiç kimse bir diğerinin ölümü paylaşamazdı.

Oraya bu fırtınaya bulmak için gitmişti. Bu fırtınayı istediğini bilmeyerek istemişti. Bu çılgın dekoru o yaratmıştı. Belki binlerce sorusu vardı, cevapları da olacaktı. Ama ilk sorusunun cevabı fırtınaydı.

Bulmacanın ilk harfiydi “o” .

1 Eylül 1992

Kategori: